■ TANRI’NIN ÜLKESİ KÜRDİSTAN: CENNET NEREDE VE İNSAN HAYATI NEREDE BAŞLAMIŞTIR?
Burada okuyacaklarınızı hayretler içinde kalarak ve nefesinizi tutarak okuyacaksınız.
Uzun diye tırsmayın, okumaya bir başladığınızda nasıl bittiğini dahi anlamayacak ve “Keşke devam etseydi” diyeceksinz.
Ancak bir uyarı: Kalp sağlığınız yerindeyse okuyun. Çünkü – Allah muhafazâ – öyle ilginç şeylerle karşılaşacaksınz ki, kalbiniz buna dayanmayabilir. Bunları söylerken abartmıyorum. Birçoğu da muhtemelen hayatınızda ilk defa duyacağınız şeyler olacak.
Ve şunu da belirteyim: Burada aktardığım hiçbir bilgi, kendi kafamdan uydurduğum bir bilgi değildir. Yazdığım hiçbir cümleyi, delilsiz ve mesnetsiz yazmadım.
Burada verdiğim her bilgi, yazdığım her şey, dipnotu, delili, kaynağıyla birlikte verilmiştir. Yazdığım her cümlenin, her paragrafın altında kaynakları bulunuyor.
Tamamı kutsal kitaplar, peygamberlerin hadisleri, dînî metinler, tarihî ve bilimsel kaynaklar ve arkeolojik bulgulardır bunlar.
Buyurun, uzun ve sürükleyici bir yolculuğa…
Kutsal kitaplar Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm’de anlatıldığına göre, yaşadığımız gezegende insanlık tarihi, iki defa yeniden başladı. Biri ilk insanlar olan Hz. Âdem (as) ve Hz. Havva (as) ile (1), biri de tüm yeryüzü küresel bir tufan yaşayıp sular altında kaldığında, sadece gemisine binip kurtulanlarla birlikte Hz. Nûh (as) ile (2).
İlginç olan şu ki, hayat her iki defasında da Kürdistan topraklarında başlamıştır. İlk insanların vatanı Kürdistan’dır ve insanlık, Kürdistan vatanından başlayarak tüm yeryüzüne yayılmıştır. (3) İlk insanlar olan Hz. Âdem ve Hz. Havva dünya hayatına Kürdistan’da başlamışlar (4), O’ndan 1626 yıl sonra (5) gerçekleşen Nûh Tufanı hadisesi Kürdistan’ın Şırnak (Şehr-i Nûh) ilinde yaşanmış (6), tüm semavî dînlerin atası olan Hz. İbrahim (as) ise Nûh Tufanı’ndan tam 293 yıl sonra (7) Kürdistan’ın Şanlıurfa (Riha) ilinde (8) bir mağarada doğmuştur.
Tevrat’ta, “Tekvin” (Yaratılış) bölümünde anlatıldığına göre, ilk insanlar olan Hz. Âdem ve Hz. Havva, Allah-û Teâlâ tarafından Adn Cenneti’ne yerleştirilmiş, sonra da bu cenneti sulamak için büyük bir ırmak yaratılmıştır. Dört kola ayrılan bu nehirlerden ikisi Pişon ve Gigon’dur, diğer ikisi de Dicle ve Fırat’tır. (9)
Kutsal metinlerin tasvirinden net biçimde anlaşıldığına göre, Hz. Âdem’in yaşadığı coğrafya ile Hz. Nûh’un aynıdır. Tevrat’ta, Allah tarafından yaratıldıktan sonra ilk insanların Kürdistan’da dünya hayatına başladıklarını ve insanlık tarihinin Kürdistan coğrafyasında başladığını açık bir şekilde görmekteyiz.
Ezdaîlik (Ézidîlik) dîni, bunun Kürdistan’ın tam olarak neresi olduğunu da söylemektedir. Dünyanın en eski dînlerinden biri (10) olan ve günümüzde sadece Kürtler arasında yaşayan (11) bir dîn olan Ezdaîlik inancına göre, Allah tarafından Hz. Âdem ve Hz. Havva yeryüzüne gönderilirken, onların dünyada bırakıldıkları ve hayata başladıkları yer, bugünkü Güney Kürdistan’da, Irak’ın kuzeyinde özerk bir bölge olan Kürdistan Bölgesi’nde, Ninova ilinin Şêyxan ilçesine bağlı kutsal Laleş mıntıkasıdır. (12) Burası halen Ézidîler’in kutsal mekânıdır, çünkü yeryüzünde insanlık tarihi burada başlamıştır ve onların hacc merkezi olan Laleş Tapınağı da buradadır. (13)
Ezdaîlik inancına göre, tüm insanlar Âdem’in tohumundan yaratıldılar. Âdem ilk başta androjen (cinsiyetsiz veya çift cinsiyetli, hem erkek hem kadın) idi. Sonra ondan bir eş yaratıldı ve ikisi “erkek” ve “kadın” olarak ikiye ayrıldılar, cinsiyetler böyle oluştu. Bu ikisi Tanrı (Ezda) tarafından evlendirildiler. Diğer tüm insanlar Âdem ile Havva arasındaki evliliğin ürünüdür. (14)
Bu açıdan bakıldığında Ezdaîlik inancında “yaratılış” ya da “insanın yaratılışı”, Musevîlik, Hristiyanlık ve İslam dînleriyle uyumludur.
Tevrat ve Kur’ân’da, Tanrı’nın ilk insanları yarattıktan sonra onlara bütün kelimeleri, her şeyin ismini öğrettiği “dil”e getirilmektedir. (15) Ezdaîlik inancına göre bu dil Kürtçe’dir ve Allah onlarla Kürtçe konuşmuştur. Böylece Tanrı Kürtçe’yi kutsamış ve onu yarattığı yeryüzünde konuşulan ilk dil yapmıştır. İlk dil olan Kürtçe’den daha sonra dünyada konuşulan diğer bütün diller türemiştir. (16)
Ezdaîlik bir “Kürt dîni” olduğu için böyle bir inancı taşıdıkları söylenebilir. Fakat aynı inancı taşıyan başka dînler de vardır. Kürtler’le hiçbir alakası olmayan dînler de Tanrı’nın Âdem ve Havva ile Kürtçe konuştuğunu ve Kürtçe’nin yeryüzünde konuşulan ilk dil olup dünyadaki tüm dillerin Kürtçe’den türediğini “dil”e getirmişlerdir.
Örneğin İran mahrecli bir dîn olan ve Kürtler’le hiçbir alakası olmayan, bir tane dahi Kürt mensubunun bulunmadığı Bahaîlik dîni de böyle bir inanca sahiptir. Bahaîlik dîninin kurucusu ve peygamberi olup İranlı bir Mazenderî olan Bahaullah ya da gerçek adıyla Mirza Hûseyn Ali Mazenderanî Nurî (1817 – 92), Kur’ân-ı Kerîm’de, “Baqara” sûresinde geçen “Ve Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti” (17) âyetiyle ilgili olarak, Allah’ın Âdem’e öğrettiği bu ilk dilin Kürtçe olduğunu belirtmiş, Kürtçe’nin insan denen canlı türünün konuştuğu ilk dil olduğunu ve dünyadaki tüm dillerin Kürtçe’den türediğini söylemiştir. (18)
Bahaîlik dîninin kurucusu olup yaşadığı 19. yy’da dünyanın en büyük dilbilimcilerinden biri olan İranlı ve Mazenderî kavminden Bahaullah, 1854 – 56 yılları arasında ömrünün iki yılını Kürdistan’da geçirmiş, Kürdistan’da yaşadığı zaman zarfında bir dilbilimci olarak Kürtçe’nin zenginliğine ve gramerine hayran kalıp yıllarca Kürt dili ve grameri üzerinde araştırma yapmış, Kürtçe üzerine yaptığı araştırma neticesinde bu dilin zengin ve doğa bilimlerine uygun gramerinin “beşer ürünü” olmasının mümkün olmadığını, Kürtçe’nin Allah’ın Cennet’te Âdem ile Havva’ya öğrettiği dil olduğunu, Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın Kürtçe konuştuklarını ve yeryüzündeki ilk dil olduğunu, şu anda dünyada konuşulan tüm dillerin Kürtçe’den doğmuş olduklarını iddiâ etmiştir. (19) Ki hatırlatalım: İtikadî çizgisini bir yana bırakırsak, kendisi 19. yüzyılın en büyük dilbilimcilerindendir ve Kürt değildir. İranlı bir Mazenderî’dir.
Aynı şeyi söylemiş başka dînî öncüler de vardır. İran’daki Ehl-i Hak (Rêya Heq) inancının en önemli dînî öncülerinden ve evliyâlarından biri olan Hacı Nimetullah Mücrim Mukrî (1871 – 1920), kaleme aldığı ve bir başyapıt durumundaki meşhur “Haqq’el- Haqayîq ya Şâhname-yi Haqiqat” adlı eserinde, aynı şekilde Kürtçe’nin Allah’ın Âdem ile Havva’ya öğrettiği dil olduğunu, ilk yaratılan insanların Kürtçe konuştuklarını ve yeryüzündeki ilk dil olduğunu bizlere bildirmiştir. Hacı Nimetullah Mücrim Mukrî’ye göre, Allah’ın peygamberlere söylediği ama insanlara söylememelerini tembih ettiği 7 sır vardır ve o sırlardan biri de işte budur, Allah’ın insanlara öğrettiği bir dil olan Kürtçe’nin dünyada konuşulan ilk dil olduğu gerçeğidir. Bu sırrı bütün peygamberler biliyordu, ama insanlardan gizlemeleri tembihlenmişti. Bu sırrı Hz. Musa (as) da biliyordu, Hz. İsa (as) da biliyordu, Hz. Muhammed (sav) de biliyordu. Her üç büyük peygambere de kendi kavimlerinden sonra ilk imân eden kavmin Kürtler olması bu yüzdendir. Onlar da zaten böyle olacağını önceden biliyorlardı. (20)
Her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır. Gerçek bilgi ve hakikat, ancak O’nun katındadır.
Kürtler, kitabın “Giriş” bölümünde de belirttiğimiz gibi, yeryüzünde yaşamış ve yaşayan herhangi bir ulus değil, bu gezegen üzerindeki yaşamın “kurucu unsuru” olan ulustur. Tarihin herhangi bir evresinde ortaya çıkmış bir millet değil, tarihi başlatan millettir. Kürtler özel bir halktır, özel yaratılmış bir halktır. Müslüman – Hristiyan, Doğulu – Batılı pekçok âlim ve bilim insanı, Kürtler’in dünyanın en eski bir ırkı olduğunu kabul etmiş ve söylemişlerdir. Onlardan bazılarını aşağıda dipnot olarak sunuyorum. (21)
Iraklı dünyaca meşhur ve “Araplar’ın Heredot’u” olarak tanınan (22) Arap tarihçi, coğrafyacı ve seyyah El- Mesudî ya da tam adıyla Ebû Hasan ibn-i Ali Hûseyn ibn-i Ali el- Mesudî el- Huzelî (896 – 956), Kürtler’in normal bir insan türü olmadığını söyleyerek (elhak yüzde yüz doğrudur, kendi çevremdeki akrabalarımdan ve arkadaşlarımdan biliyorum), Kürt ırkının “rûhların soyundan geldiğini” iddiâ etmiştir. (23) Benzer görüşü büyük Kürt tarihçisi ve devlet adamı Şerefxan Bitlisî (1543 – 1603) de dile getirmiştir. Dünyaca meşhur “Şerefname” adlı eserinde, Kürtler’in “cinlerin soyundan geldiğini” söylediği bilinmektedir. (24)
“Cennet”e geri dönelim, çünkü bu kadar güzel bir yeri, insanların gitmek için bu kadar çaba sarfettiği, oraya gidebilmek için başkalarına hayatı Cehennem ettiği, ora için yaptıkları savaşlarla bu dünyayı Cehennem’e çevirdiği bir yeri, Cennet’i bir – iki cümleyle geçecek değiliz.
Tevrat’ta insanın yaratılışı ve Cennet’e konuluşu şöyle anlatılır:
“Rabb Tanrı doğuda, Aden’de bir bahçe dikti. Yarattığı Âdem’i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı.
Aden’den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu. İlk ırmağın adı Pişon’dur. Altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar. Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur. İkinci ırmağın adı Gihon’dur, Kûş sınırları boyunca akar. Üçüncü ırmağın adı Dicle’dir, Asur’un doğusundan akar. Dördüncü ırmak ise Fırat’tır.
Rabb Tanrı Aden Bahçesi’ne bakması, onu işlemesi için Âdem’i oraya koydu. O’na, ‘Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin’ diye buyurdu, ‘Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.’” (25)
Tevrat’taki bu âyetlerden, Âdem’in bu dünyada yaratıldığı ve bu gezegen üzerindeki bir “Cennet”e konulduğu anlaşılıyor. Çünkü; “doğuda” diyor, oysa öteki tarafta doğu – batı, güney – kuzey gibi yönler olmaz. “Aden’de bir bahçe dikti. Yarattığı Âdem’i oraya koydu” diyor, yani orayı yeni yaratıyor. Ama âhiret hayatındaki Cennet ve Cehennem, Âdem’den önce yok muydu? Vardı. Fakat bunu daha yeni yaratıyor ve ilk insanları oraya koymak için yaratıyor. Nehir isimleri veriyor ve bunlar bu dünyada, üzerinde yaşadığımız topraklarda akan ırmaklar. Ayrıca coğrafya isimleri de veriyor, sınırlardan bahsediyor. Bir de bu esnada canlı olarak yalnızca bitkiler vardır, ama henüz hayvanlar yoktur.
İlk insanlar olan Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın âhiret hayatındaki “Cennet”te mi yaratılıp sonra bu dünyaya gönderildikleri, yoksa bu dünyada bir “Cennet”te mi yaratıldıkları, 1500 yıl boyunca İslam âlimleri ve müfessirleri arasında tartışmalara konu olmuştur ve iki ayrı görüş oluşmuştur. Bazıları Âdem’le Havva’nın yaratıldığı Cennet’in âhiretteki Cennet olduğunu söylerken (26), bazıları da Âdem’le Havva’nın yaratıldığı Cennet’in dünyadaki bir Cennet olduğunu söylemişlerdir (27). Âdem’le Havva’nın âhiret hayatındaki “Cennet”te yaratılıp sonra bu dünyaya gönderildiklerini savunanların en büyük dayanağı, Kur’ân-ı Kerîm’de konuyla ilgili geçen “Şeytan oradan onların ayağını kaydırdı da bulundukları yerden onları çıkardı. Biz de ‘Birbirinize düşman olmak üzere inin! Bir zamana kadar sizin için yeryüzünde kalacak bir yer ve ihtiyaç maddeleri vardır’ dedik” (28) âyetinde geçen “ehbitu” (اهْبِطُو) yani “inin” ifadesidir. Ancak Arapça’da “ehbitu” (inin) ifadesinin “bir yerden başka bir yere göç etmek” anlamında da kullanıldığını belirten pekçok İslam âlimi, özellikle Tevrat’taki âyetlere dayanarak ve Kur’ân’daki bazı “Cennet” tasvirlerinin tıpkı dünyadaki coğrafyalara, yeşillikler içinde ve güzel ırmakların aktığı bazı coğrafyalara benzediğini de hatırlatarak, Âdem’le Havva’nın bu dünyada yaratıldığını söylemişlerdir. (29) Örneğin Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Musa’nın halkına kızarak onlara “İhbitu Misren” (اِهْبِطُوا مِصْراً) yani “Mısır’a geri dönün” dediği âyette (30) de aynı kelimenin, “ihbitu” (اِهْبِطُو) kelimesinin “bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya gitmek” anlamında kullanıldığını hatırlatan İslam âlimleri, Âdem’le Havva’nın dünyada yaratıldıklarını, Cennet’ten dünyaya gönderilmediklerini, dünyadaki bir “Cennet”te yaratıldıklarını söylemişlerdir. Dolayısıyla Âdem’le Havva’nın “Cennet”ten çıkarılması, dikey bir geçiş değil yatay bir geçiştir.
Hz. Âdem’le Hz. Havva’nın âhiretteki Cennet’te değil, dünyadaki bir “Cennet”te yaratıldıklarını söyleyen İslam öncüleri arasında şu isimler zikredilebilir: Bizzat Peygamber Efendimiz’in sahabesi ve Hz. Muhammed’in Kur’ân kâtibi olup Kur’ân kıraati ve tefsiri konusunda da sahabelere hocalık yapmış olan, bu nedenle “Ensar’ın efendisi” ve “Kur’ân okuyanların efendisi” olarak anılmış Ubeyy bin Ka’b (? – 654), ilk dönem tabiîlerinden Wehb bin Münebbih bin Kâmil es- San’ânî (654 – 732), Sünnî Hanefîlik mezhebinin imamı olup kısaca İmam-ı Âzam Ebû Hanife olarak bilinen Kürt âlim Ebû Hanife Numan bin Sabit bin Zuta bin Mah bin Marzuban el- Kufî (699 – 767), Maturidî mezhebinin kurucusu ve imamı Özbek müfessir ve fakih Maturidî ya da tam adıyla Ebû Mansur Muhammed bin Muhammed bin Mahmud el- Semerkandî el- Maturidî (863 – 944), Mutezile akımının âlimlerinden ve bu akımın Kabiyye fırkasının öncüsü olan Afgan müfessir Ka’bî ya da tam adıyla Abdullah bin Ahmed bin Mahmud el- Belhî el- Ka’bî (886 – 931) ve Mutezile kelamcısı Ebû Mûslim Muhammed bin Behr el- İsfahanî (868 – 934). (31)
Bu âlimler, eğer Âdem’le Havva’nın kovuldukları Cennet âhiretteki Cennet olsaydı oradan kovulmamaları gerektiği, çünkü o Cennet’e girenin bir daha oradan kovulmadığı, Şeytan’ın o Cennet’e girmesinin mümkün olmadığı, Âdem’in topraktan yaratıldığı ve toprağın da yeryüzünde bulunduğu, ayrıca Şeytan’ın onlara vesvese verirken kendilerine “ebedî kalacakları bir yurt” vaadinde bulunduğu ve demek ki o bulundukları Cennet’in ebedî bir yurt olmadığı gibi gayet mantıklı argümanlar seslendirerek, Âdem’le Havva’nın bu dünyada yaratıldığını ve bahsedilen “Cennet”in de bu dünyada olduğunu söylemişlerdir. (32)
Aslında bu tartışmanın ve “Âdem’in yaratıldığı Cennet nerede?” sorusunun cevabını Hz. Muhammed (sav)’in hadis-i şerîflerinde bulmak mümkün. Sevgili Peygamberimiz, Kur’ân’daki “Cennet” ve “Cennet’te akan nehirler” ifadelerinin biri batınî biri zahirî olmak üzere iki anlamının bulunduğunu bildirmiştir. Batınî olan, âhiret hayatındaki Cennet ve orda akan nehirlerdir; zahirî olan bu dünyadaki Cennet ve orda akan nehirlerdir. (33)
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Cennet” (جنة) kelimesinin farklı sûrelerdeki kullanımlarına baktığımızda da bunu görebiliriz. Dünyaca ünlü Fars filozof ve müfessir Fahreddîn Razî ya da tam adıyla Fahreddîn Muhammed bin Ömer bin Hûseyn bin Hesen bin Ali et- Temimî el- Bekrî er- Razî et- Taberistanî (1149 – 1210), Kur’ân’da “Cennet” kelimesinin müfret, tesniye ve cemi formunda 147 defa geçtiğini hatırlatır ve üç ayrı “Cennet”in olduğunu söyler. (34) Aynı şeyi İslam tarihinin gelmiş geçmiş en büyük tarihçilerinden biri olarak kabul edilen Mazenderî tarihçi Taberî ya da tam adıyla Ebû Cafer Muhammed bin Cerîr bin Yezid el- Amulî et- Taberî (839 – 923) de söylemektedir. (35) Buna göre, birincisinde kelime, dünyadaki bağ, bahçe ve bostanları ifade etmektedir ki, Kur’ân’da bu anlamıyla 25 yerde geçmektedir. (36) İkincisinde kelime, Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın geçici bir süre iskân ettirilip daha sonra oradan çıkartıldıkları yeri belirtmek için kullanılmaktadır ki konumuz olan “Cennet” de budur ve Kur’ân’da 6 yerde geçmektedir. (37) Üçüncüsünde ise bildiğiniz gibi, insanların Allah’a olan imânı ve yaptıkları hayırlı âmeller neticesinde öldükten sonra âhirette ödül olarak yerleştirilecekleri ebedî saadet yurdudur ve yüzden fazla âyette geçmektedir. (38)
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in hadislerinde geçen “biri batınî (âhirette) biri zahirî (dünyada) olmak üzere iki ayrı Cennet olduğu” öğretisi, Yahudîlik’in medenî kanunu hükmündeki dînî kitabı “Talmud” (תלמוד)’da da geçmektedir. Yahudî bilginler, “Cennet Bahçesi” olarak adlandırılan iki tür ruhanî yer olduğu konusunda hemfikirdirler. İlki “Alt Gan Cenneti” (“gan” İbranice’de “bahçe” demektir) olarak bilinen oldukça karasal bir Cennet’tir, bol bereketlidir ve verimli bitki örtüsüne sahiptir. İkincisi ise “Üst Gan Cenneti” olarak bilinen göksel Cennet’tir, dürüst Yahudîler’in ve dürüst gayr-ı Yahudîler’in ölümsüz rûhları ölümden sonra oraya gidecek ve oradaki saadet yurdunda ebedî olarak kalacaklardır. Hahamlar “Gan” ve “Eden” arasında ayrım yapar. Âdem’in yalnızca “Gan”da yaşadığı söylenirken, âhiretteki Cennet’in hiçbir ölümlü göz tarafından görülmediği söylenir. Dolayısıyla Âdem’in ölmeden önce orayı görmesi mümkün değildir. (39) Aynı inanç, Yahudî mistisizminde ezoterik bir disiplin, düşünce okulu ve kurallar bütünü olan “Kabbala” (קבלה)’da da geçmektedir. (40)
Semavî dînlerdeki (İslamiyet ve Musevîlik) bu “öte âlemdeki her şeyin bu âlemde bir benzeşinin olduğu” inancının bu dînlere nereden girdiğinin izini sürdüğümüzde, yolculuk bizi yine Mezopotamya’ya götürüyor. Eski Mezopotamya Dînleri, gök ile yerin tam bir benzeşim halinde olduğunu söyler. Bunun anlamı, yalnızca yeryüzünde olan her şeyin bir biçimde gökte de var olduğu değildir, ayrıca yeryüzünde olan her şeye de gökte tamamen özdeş bir şeyin karşılık gelmesidir. Yeryüzündeki her şey, göktekinin bir modelidir. Ülkeler, nehirler, kentler ve tapınaklar, belli bir kozmik düzeyde gerçek anlamda var olurlar. Örneğin Dicle Nehri, Anunu yıldızında bulunurken, Fırat ise Kırlangıç yıldızında bulunmaktadır. Bu göksel düzeyde her şey gerçek anlamda vardır, yerdekiler ise onların yalnızca soluk ve iğreti imgeleridirler. (41)
Şunun bilinmesi gerekiyor: Dünyada hiçbir dîn ve hiçbir inanç, tamamen yok olup ortadan kalkmaz. Coğrafya coğrafya ve tarih tarih dolaşarak, farklı zamanlarda farklı biçimlerde ve isimlerde karşımıza çıkar. Kelimeler de ortadan kalkmazlar, yok olmazlar. Coğrafyadan coğrafyaya seyahat ederek, değişik dînlerin bünyesinde farklı ıstılahî (terminolojik) anlamlar yüklenerek tekrardan karşımıza çıkarlar. Tıpkı, antik çağlarda Hitit ve Mitanni uygarlıklarını kurmuş olan Hurri Kürtleri’nin kızlarının çok güzel olması (ki bunlardan biri de güzelliğiyle tarihte meşhur olmuş Nefertiti yani Taduxepa yani Âsiye’dir), güzelliklerinin komşu uygarlıklarda ve Mezopotamya’dan Mısır’a kadar dillere destan olması, Sümer, Babil, Fenike, Mısır gibi uygarlıklarda örneğin bir ailenin kızı çok güzelse onun ne kadar güzel bir kız olduğunu ifade etmek için “Hurri kızları gibi güzel”, “Kızım o kadar güzel ki, sanki bir Hurri”, “Karıcığım sen öyle güzelsin ki, Hurriler’in kadınları bile senin kadar güzel değil”, “Gelinimize nazar değmesin, tıpkı Hurri kızı gibi güzel” gibi deyimlerle nitelendirilen “Hurri” Kürt kavim isminin, uzun bir zaman sonra ortaya çıkan semavî dînlerde ve kutsal kitaplarda, Cennet’e gidecek olan salih kimselere ödül olarak verilecek “huri” (42) olarak karşımıza çıkması gibi. Ya da, Hinduizm’deki selamlama kelimesi olup halen yoga ve meditasyonda kullanılan ve tam olarak “selam üzerinize olsun” anlamına gelen “namaste” ifadesinin o taraflardan gelen Farısîler eliyle İslamiyet’e “namaz” olarak girmesi gibi. Veyahut da, Zerdüştîlik’te kutsal kitap Avesta’nın ana akım çizgisinden sapıp Zend – Avesta’nın yalnızca Zend kısmına bağlı kalarak ayrı bir itikadî çizgi geliştirenleri tanımlayan “Zendaki” veya “Zenduk” isminin, sonradan İslam dünyasında ana akım Ehl-i Sünnet çizgisinden sapıp tamamen farklı bir İslamî anlayışa sahip olanlar için kullanılan “zındık” olması gibi. Dediğim gibi: Kelimeler hiçbir zaman ölmezler, ortadan kalkmazlar. Coğrafyadan coğrafyaya gezerek, değişik dînlerin bünyesinde farklı ıstılahî (terminolojik) anlamlar yüklenerek tekrardan karşımıza çıkarlar.
Türkiye’deki halen hayatta olan pekçok ilahiyatçı da Hz. Âdem’le Hz. Havva’nın âhiretteki Cennet’te değil, dünyadaki bir “Cennet”te yaratıldıklarını söylemişlerdir. (43)
Her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır. Gerçek bilgi ve hakikat, ancak O’nun katındadır.
Âdem’le Havva’nın yaratıldıkları ve hayata başladıkları “Cennet”, şayet âhiretteki Cennet ise, o zaman mesele yok. Çünkü orası “hepimizin yurdu”. Fakat dünyadaki bir Cennet ise, o zaman neresidir, neresi olabilir? Bu minvalde dînî kaynaklar ve deliller ışığında konuyu tahlil etmeye devam edelim:
Âyetlerde dört nehir ismi zikrediliyor. Bunlardan Dicle ile Fırat bilinen nehirlerdir. Diğer iki nehir olan Pişon ve Gihon ise kafa yorucudur, çünkü bu isimlerde nehirler şu anda dünyada yoktur ve muhtemeldir ki çok uzun zamandır da yoklar. Öyleyse bunlar, şu anda var olan ve halen akmakta olan iki nehrin çok eski zamanlardaki isimleri olmalı. Öyle ki o isimler artık tamamen unutulmuş durumda.
Gerçek şu ki, Dicle ve Fırat’tan farklı olarak Pişon ve Gihon hiçbir zaman net bir şekilde tespit edilemedi. Tevrat’taki âyetlerde geçen dört nehirden, Kürdistan’ın ana ırmakları olan ve ülkemizin adetâ kan damarları durumundaki Dicle ve Fırat ile ilgili bir tartışma yoktur, fakat Pişon ve Gihon’un hangi nehirler olduğu / olabileceği ile ilgili yüzyıllara hatta binyıllara dayalı bir tartışma vardır. Ve bu tartışma Yahudî, Hristiyan, Müslüman, her üç dînî dünyada da yapılıyor olup halen dahi sonuçlanabilmiş değildir. Eski Ahit’te geçtiği için, özellikle Batı dünyasında bu tartışma yoğun bir şekilde yapılmakta. (44)
Eski Sümer ve Babil Dîni’nde Mezopotamya coğrafyası kutsal (mukaddes) bir coğrafyadır ve göksel Cennet’in haritasının yeryüzündeki izdüşümüdür. Bu dairesel dünyanın çevresinde acı nehir Nar-Marratum akar. Sümer – Babil Cenneti’ni çevreleyen nehrin dört kolu vardır. Cennetin çevresinde, tıpkı bir nehrin çevrelemesi gibi doğaüstü bir su bulunur. (45)
Öte yandan, ciddi bir araştırma yapıldığında, Tevrat’ın en başında, “Tekvin” (Yaratılış) bölümünde anlatılan “Aden Cenneti”nin, eski Mezoptamya’daki Sümer Uygarlığı’nın en eski şehri olan Eridu’daki tapınak bahçesi olduğu görülüyor. Mezopotamya’nın eski mitolojisinde tapınak bahçesinin, insanların yaratılmasında Tanrılar’ın ayrıcalıklı alanı olarak rol oynadığını belirten Alman Eski Doğu Filolojisi profesörü Manfried Dietrich (1935 – halen hayatta), çoktanrılı bir dîne sahip Sümerler’deki bu inancın olduğu gibi Tek Tanrı inancına sahip semavî dînlere ve Tevrat’a geçtiğini ortaya koymuştur. Dietrich’in aktarımına göre, Sümerler’deki bu Eridu Tapınak Bahçesi’nden, çok az bilinen bir Sümer yazıtı olan “Kazma”da bahsedilmektedir. (46) Bu Sümer yazıtında, Cennet bahçesinde birlikte akan dört nehir vardır. Burada Dicle ve Fırat ile birlikte Uqnu-Karun ve Ulaya-Kerça adlarında iki nehirden bahsedilir. İşte bu iki nehir, Tevrat’a Pişon ve Gihon isimleriyle girmiştir. Uqnu-Karun Pişon adıyla, Ulaya-Kerça da Gihon adıyla. (47)
Bazı araştırmacılar ve arkeologlar, Tevrat ve Kur’ân’daki Aden Cenneti’ni Sümerler’deki Cennet bahçesi olan Dilmun ile özdeştirir. Bu araştırmacılara göre, Tevrat ve Kur’ân’daki “Cennet’ten kovulma” hikâyesi, aslında insanlığın avcılıktan tarıma ve hayvancılığa geçişini yansıtıyor. Az önce dedim ya, kutsal kitapların böyle müteşabih (sembolik) anlatımları vardır. Bu bilim insanlarına ve arkeologlara göre, birleşik dört nehir üzerindeki arazi Cennet Bahçesi olmalıydı. Çünkü bol su içeriği nedeniyle alışılmadık derecede verimliydi. O dönemin avcılarının ve toplayıcılarının ekilebilir araziler kurduğu ve çiftçiler haline geldiği Neolitik Dönem’den bahsediyoruz. Cennet’ten kovulma hikâyesi, o dönemde yaşayan insanların avcılardan çiftçilere geçişinin çarpıcı bir temsilidir. Diyorlar ki, “O zaman Âdem ile Havva ilk çiftçilere karşılık geliyor. Tanrı’nın kudretine meydan okuyarak günâh işlediler. Tanrı’nın rahmetini ummak yerine, işleri kendi ellerine aldılar ve çiftçilikteki bilgi ve becerilerine güvendiler. Buzul Çağı nedeniyle deniz seviyesinin 150 m daha alçak olması yüzünden zor anlar yaşıyor, yağışlardan ve sellerden olumsuz etkileniyorlardı. Tarım arazileri sular altında kalınca onlar için hayat bitiyor, su çekilince hayat yenibaştan başlıyordu. Nûh Tufanı’nın kutsal kitaplardaki öyküsü, bu nedenle bu toprakların deniz tarafından sular altında kalmasının yalnızca bir metaforudur.” (48)
İslam Peygamberi Hz. Muhammed (sav)’in hadislerine baktığımızda; Seyhan, Ceyhan, Dicle, Fırat ve Nil nehirlerini görüyoruz. Bu da Tevrat’taki Pişon ve Gihon’un Seyhan ve Ceyhan olduğunu net biçimde göstermekte. Yani dört tane Cennet ırmağının dördü de bizim ülkemizde, bizim topraklarımızda. Burada fazladan bir nehir olarak Nil’i görüyoruz. Hz. Muhammed (sav)’in hadislerinde bu mevzû bazen dört nehir, bazen de beş nehir şeklinde geçiyor. Hepsinde de aynı nehirlerin ismi geçiyor. Dörtlü olan hadislerde eksik olan Dicle oluyor; sanırım bunun sebebi, Dicle – Fırat’ın tek ve beraber kabul edilerek naklin yapılmış olması. Bazı hadislerde beş nehirken bazı hadislerde dört nehir olması bu yüzden.
Hadislere bakalım şimdi…
“İbn-i Abbas’tan rivayet olunmuştur ki, Peygamberimiz (sav) meâlen şöyle buyurdular: Allah (cc) yeryüzüne beş nehir indirmiştir. Bunlar; Seyhan, Ceyhan, Dicle, Fırat, Nil’dir. Allah (cc) bu nehirleri Cennet kaynaklarından en alt kaynaktan Cebrail (as) vasıtasıyla yeryüzüne indirmiştir.” (49)
Bu hadisten, bu beş nehrin Cennet’ten yeryüzüne gönderilmiş nehirler olduğunu anlıyoruz.
Bir diğer hadiste (aynı, sadece beş yerine dört nehir var), Hz. Muhammed şöyle buyuruyor: “Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil, hepsi Cennet nehirlerindendir.” (50)
Bilindiği üzere, dînî inanca göre, salih âmel işleyip öldükten sonra Cennet’e gidenlere Cennet’te çeşit çeşit ikrâmlar, her biri farklı bir içecek akan ırmaklar sunulacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle denir:
“Rabb’ine itaatsizlikten sakınanlara vaadedilen Cennet’in temsili şudur: İçinde doğal nitelikleri bozulmamış su ırmakları, tadı bozulmamış süt ırmakları, içenlere lezzet veren şarap ırmakları, süzülmüş bal ırmakları bulunan bir bahçedir. Onlar için ayrıca orada her meyveden mevcuttur, üstelik Rabb’lerinden bir de bağışlama lütfu.” (51)
İşte Hz. Muhammed’in hadislerine göre, dünyadaki dört ırmak, Cennet’teki o dört ırmağın temsilî olarak bu dünyada insanlara gösterilmesidir. Buna göre; Nil Cennet’teki o bal nehri, Fırat şarap nehri, Seyhan su nehri, Ceyhan da süt nehridir. (52)
Evet, bu nehirlerle ilgili hadisler de bunlar.
Aynı şekilde Hz. Ali (as) de Dicle ve Fırat nehirlerini övmüş ve tatlı sularının vücûda faydalı olduğunu bildirmiştir. (53)
Dünyaca ünlü Fars filozof ve müfessir Fahreddîn Razî, Allah’ın Dicle ile Fırat’ı Cennet’ten indirdiğini ve Yecuc ile Mecuc ortaya çıktığında bu iki akarsuyu tekrardan göğe kaldıracağını söylemiştir. (54)
Endülüslü ünlü Berberî muhaddis, müfessir, fakih, dilbilimci ve kıraat âlimi Kurtubî ya da tam adıyla Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed bin Ebibekr bin Farac el- Ensarî el- Hazrecî el- Endelusî el- Kurtubî (1214 – 73), Kur’an-ı Kerîm’de geçen “Gökten uygun ölçüde su indirir, onu arzda tutarız. Kuşkusuz bizim onu gidermeye de gücümüz yeter” (55) âyetini tefsîr ederken, Allah-û Teâlâ’nın bu âyette Seyhan, Ceyhan, Dicle, Fırat ve Nil nehirlerini kastettiğini söylemiştir. (56) Aynı Kurtubî, aynı eserinde, hadis ravîlerinden Ka’ab (ra)’ın şu sözünü de aktarır: “Dicle Nehri, Cennet ehlinin suyudur. Fırat, Cennet ehlinin sütüdür. Nil Nehri onların içkisi ve Seyhan da onların balıdır. Bu dört nehir, Cennet’teki Kevser pınarından çıkmaktadır.” (57)
Kur’an-ı Kerîm’de geçen ve az önce zikrettiğimiz “Gökten uygun ölçüde su indirir, onu arzda tutarız. Kuşkusuz bizim onu gidermeye de gücümüz yeter” (58) âyetini tefsîr eden yine Endülüslü Berberî müfessir Ebû Hayyan Muhammed bin Yusuf bin Ali bin Yusuf bin Hayyan el- Endelusî (1256 – 1344), yaptığı tefsirde aynı şeyleri zikretmekte, Allah’ın Dicle ve Fırat’ı Cennet’ten indirdiğini söylemektedir. (59)
Geçtiğimiz yüzyılda İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük düşünürlerden biri olan İranlı sosyolog Ali Şeriatî (1933 – 77), bu konuyu işlerken değil ama, başka bir konuyu anlatırken Dicle ve Fırat hakkında ilginç bir metafor geliştirir. O’na göre Dicle ile Fırat, aslında Tevhîd ile Şirk’tir. Dicle – Fırat’ın akıntısı, insanlık tarihi boyunca süregelen ve süregidecek olan Tevhîd – Şirk mücadelesinin, Hak – Bâtıl mücadelesinin anlatımıdır. Şöyle ki: Bu iki nehir, tıpkı iki ayrı cephe olan Hak ve Bâtıl gibi, iki ayrı kaynaktan doğarlar ve birbirlerine paralel olarak akmaya başlarlar. Kâh yakınlaşır kâh uzaklaşırlar ama asla birbirine karışmazlar. Bağdat civarında birbirlerine en yakın duruma gelirler ve Aşağı Mezoptamya’da (bugünkü Irak’ın güneyi) çok yakındırlar, nefes nefese akarlar. Zirâ burası, Hak ve Bâtıl’ın birbirine en yakın olduğu ve göğüs göğüse çarpıştığı bölgedir (başta Kerbelâ Faciâsı olmak üzere diğer tarihsel hadiseleri hatırlayın, hatta halen dahi siyasî durum böyledir). Yolculuğun sonunda iki nehir birleşerek tek ırmak olup hesap vermeye giderler. (60)
Ali Şeriatî’nin bu ilginç ama çarpıcı metaforuna göre, Mezopotamya Allah’ın kitabıdır. Dicle ve Fırat ise Allah’ın bu kitaba yazdığı yazı, yani âyetlerdir. Dicle ile Fırat’ın akıntı şekilleri ve mavi yolculukları, bize tarih boyu Tevhîd – Şirk mücadelesinin nasıl seyrettiğini anlatmaktadır.
Dicle ve Fırat nehirleri eski Mezopotamya uygarlıklarında büyük öneme sahipti ve “kutsal nehirler” olarak görülürdü. (61) Örneğin Akkad Uygarlığı’nda Fırat bir Cennet ırmağıdır. (62) Sümer Uygarlığı’nda da Dicle ve Fırat kutsaldı. Sümer Baştanrısı Enki, Dicle ve Fırat’ı ışıldayan sularla besler ve sonra ırmakları balıklarla doldururdu. (63) Dicle Nehri’nin adı Sümerce’de “Tiggal” idi ve “Ulu Nehir” anlamına geliyordu. (64) Batılılar hâlâ “Tigris” derler. “Sümer Tabletleri”nde Tanrı Enki’nin “Dicle’yi saçılan sularla doldurdu / Dicle’ye neşe getirdi / Dikildi Fırat’ın kıyısına / Ağaç beslendi Fırat’ın sularıyla” sözleri yer alır. (65)
Yunanlı bilge Plínios ya da tam adıyla Gáios Plínios Sekúndos o Presvúteros (23 – 79), Dicle’nin doğu kolu olan Birkleyn geçidine “Ölülerin yeraltı dünyasına girdiği yer” adını vermişti. Birkleyn suyunun kaybolduğu bu tünel, “dünyanın bittiği yer” kabul edilirdi. Bu kaynağın tavaf ettiği üç mağarada ölümsüz olmayı isteyen Asur krallarına ait kabartmalar ve çivi yazılı kitabeler bulunmuştur. Asur kralları I. Tukulti-apil-Eşarra (? – M. Ö. 1076) ve III. Şulmanu-Aşarêd (M. Ö. 890 – M. Ö. 824), geçide kabartmalar bırakarak ölümsüz olmayı denediler. (66)
Kürdistan – Harran çıkışlı bir dîn olup İslam, Hristiyanlık ve Musevîlik’in üçünden de daha eski olan (67), hem İncil’de hem Kur’ân’da bahsedilen (68) Sabiîlik (Mandaeizm) dîninde de Dicle ile Fırat “yardna” (hayat suyu) olarak nitelenmiş ve kutsal sayılmışlardır. Yardna, “nûr âlemi”nden kaynaklanarak yeryüzüne akar. Bu nehirler, ilahî âlemle yeryüzü arasında bir köprü vazifesi görür. (69)
Kutsal kitaplarda geçen “Aden Cenneti”nin neresi olduğu sanırım yavaş yavaş belirginleşiyor.
Cennet’in “Aden” olan ismine bakıp da, bunu günümüzde Yemen’in bir şehri olan Aden şehri ile karıştırmamalı. O tamamen bir isim benzerliği ve konuyla uzaktan – yakından bir ilgisi yok. Yemen’deki Aden, M. Ö. 1. yy’da kurulmuş bir yerleşim (70) ve burada ilk insanlar yaşamaya başladığında Tevrat çoktan tamamlanmıştı. Hatta birkaç yıl sonra Hristiyanlık doğacaktı. Yemen’deki o şehrin ismi Aden diye orayı kutsal kitaplardaki Cennet sanmak, tıpkı ismim İbrahim diye sizin beni Hz. İshak ile Hz. İsmail’in babası sanmanız gibi saçma birşey. Çünkü onlarla benim aramda 4300 yıl var.
Tevrat’ta “Eden” (עדן), Kur’ân’da “Adn” (عدن) şeklinde geçen ismin kökeni, eski Sümer Dili’nde “düzlük”, “ova” anlamlarına gelen “Edin”, eski Babil Dili’nde “alüvyonlu ova” anlamına gelen “Edennu”, eski Asur Dili’nde aynı anlama gelen “Edinu” ve eski Akkad Dili’nde “bozkır” anlamına gelen “Edinnu” sözcüklerine dayanır. (71) Araştırmacılara göre “Tanrılar’ın Bahçesi” veya “İlahî Cennet” kavramı Sümer’de ortaya çıkmış olabilir. Bu “ölümsüzler evi” konsepti daha sonra Sümerliler’den Babilliler’e ve Akkadlılar’a geçmiştir. (72)
“Aden Cenneti”, Tevrat’ta “Gan- Eden” (גן עדן) şeklinde (73), Kur’ân’da “Cennet’ul- Adn” (جَنَّاتِ عَدْنٍۜ) şeklinde (74) geçiyor.
Romanyalı ünlü dînler tarihçisi, filozof ve yazar Mircea Eliade (1907 – 86), dört dala ayrılan nehirleriyle Tevrat’taki “Aden Cenneti”nin bir Mezopotamya imgelemesi olduğunu, insanın ilk yaratılışında “dünyanın merkezi”ne konumlandırıldığını, burada “Aden”den dünyanın merkezini anlamak gerektiğini ve oranın da yerleşik hayatın ve uygarlığın başladığı Mezopotamya toprakları olduğunu söylemektedir. (75) Kur’ân-ı Kerîm’i Fransızca’ya çevirmiş olan Fransız İslamolog Denise Masson (1901 – 94) da aynı şeyleri söylemiştir. (76)
Bütün tarihçiler, araştırmacılar, dînbilimciler ve dîn âlimleri, Âdem’le Havva’nın yaratıldığı Cennet’in Mezopotamya’da olduğunu zaten öteden beri düşünmekteydiler. Esasında “toplumsal hafızâ” dediğimiz şey de – ki hiçbir zaman insanı yanıltmayan bir navigasyondur – Mezopotamya’yı işaret etmektedir.
1994 yılında Göbeklitepe (Xrabe Reşk) ilk keşfedildiğinde, Batı medyası bunun haberini “Âdem’le Havva’nın Cennet’i Bulundu” başlığıyla duyurmuştu. Almanya’nın ciddî bir dergisi olan “Der Spiegel” (Ayna) dergisinde Göbeklitepe ile ilgili yayınlanan “Wegweiser ins Paradies” (Cennet Yol Tabelaları) adlı belgesel araştırma yazısında şunlar kaleme alınmıştır: “Tevrat’taki Aden Cenneti, Tevrat öncesi bir tarihsel süreç olan tarımın başlangıcına işaret ediyor. Tarımın başlangıcı, yine Bereketli Hilâl’in yaylalarına, Toros Dağları’nın kuzeydoğusundaki Urfa kentinde bulunan Balıklıgöl’ün yanında, İbrahim Peygamber’in doğduğu mağaranın bulunduğu ülkeye işaret ediyor. Köln’deki Max Planck Araştırma Enstitüsü’ndeki biyologlar, 68 modern bitki çeşidinin genomunu karşılaştırarak, onları, eski çağlarda Karacadağ yamaçlarında yetişen ancak günümüzde soyu tükenmiş yabanî bitkilerin menşeine kadar izleyebildiler. Bu, tahılın evcilleştirilmesinin burada başladığını gösteriyor. Karacadağ’ın yaklaşık 100 km güneybatısında kazı alanı Göbeklitepe’dir. Tarihöncesini araştıran kazı başkanı Klaus Schmidt, M. Ö. 9000 yıllarını elinde tutuyor. Kutsal bir tapınak için inşâ edilmiş bir site burası. Avcıların ve toplayıcıların burada inşaatçı oldukları, hiçbir örnekle kanıtlanamaz. Paleozoolog Joris Peters’e göre, bu süre zarfında 100.000 ve daha fazla hayvandan oluşan Yukarı Mezopotamya’da ceylan sürüleri ve yabanî eşekler avdan sonra arketipik yerleşik yaşam tarzı olan büyük et evlerinde saklanırdı. Yabanî tahıllar hasat edilmeden önce, hayvanlar tarafından ısırılmasını önlemek için çitlerle çevrilirdi. Eski Ahit, Tanrı’nın insana ‘Cennet Bahçesi’ni yetiştirmesini ve onu korumasını’ (Tevrat, Tekvin, 2:15) öğrettiğinde, benzer bir şeyi açıklar. Biyotop tükendiğinde bu değişti. Şimdi koyunlar, keçiler ve yaban öküzü evcilleştirildi ve tahıl yetiştirildi. Geçiş döneminde gıda krizleri ve kıtlıklar yaşandı. Taş Devri avcılarının iskeletlerinin ilk çiftçilerle karşılaştırılması, ilk çiftçilerin daha çok çalıştığını, hastalıklardan daha sık acı çektiğini ve daha erken öldüğünü, muhtemelen Cennet’ten kovulmanın bir hatırlatıcısı olarak mitolojik olarak işlendiğini gösteriyor.” (77)
Göbeklitepe (Xrabe Reşk) ile ilgili olarak Almanya’nın en ciddi gazetelerinden biri olan “Frankfurter Rundschau”da 25 Kasım 2011’de yayınlanan arkeolojik araştırma yazısı, “Lag Hier das Paradies?” (Cennet Burada mı Yer Alıyor?) başlığını taşıyordu. Yazının altbaşlığı ise “Eine Reise zum Ursprung der Zivilisation” (Medeniyetin Kökenine Bir Yolculuk) şeklindeydi. “Kutsal kitaplardaki Cennet Bahçesi eğer gerçekten var ise, burası kesinlikle Toros ve Zagros Dağları’nın arasındadır. Bununla ilgili bazı kanıtlar var. İbrahim Peygamber’in doğum yeri olduğu varsayılan Urfa yakınlarındaki Göbeklitepe’nin de bu bağlamda önemli bir rol oynaması mümkün. M. Ö. 10.000’den beri insanoğlunun bildiği en eski yapıların bulunduğu bu büyüleyici kazıda ortaya çıkanlar, önceki bilimsel öğretileri denize attı” cümleleriyle başlayan yazıda, “Çünkü hakim görüşe göre, avcılar ve toplayıcılar o zamanlar tapınak veya erken şehirler bile inşâ edemiyorlardı” deniliyordu. Yazıda, yıllardır seslendirdiğim “Kürtler kendi kudretli tarihlerini bilmiyorlar, bilseler bu halde olmazlar çünkü bugünkü durumlarını kabul etmezler” sözümü tasdik edercesine, “Bugünün Güneydoğu Anadolu sakinleri, bölgelerindeki Neolitik ‘Gülüşler Ülkesi’ hakkında çok az şey biliyorlar” ifadesi yer alıyor. Yine yıllardır ekolojik sebeplerden dolayı en şiddetli biçimde karşı çıktığım barajlara ve baraj yapımlarına da değinilen yazıda, tam olarak şu çarpıcı ifadeler kullanılıyor: “Barajların dezavantajları: Suriye ve Irak’tan büyük miktarda su çalıyorlar, topraklar fazla tuzlu hale gelebiliyor ve iklim değişebilir. Nevalê Çorî’nin M. Ö. 8600 – M. Ö. 8000 dönemindeki erken Neolitik yerleşimi gibi dünya çapında benzersiz kazı alanları sular altında. Hatalarla dolu bir Cennet!” Tevrat’ın kendisinden önceki kaynakları kullanmasıyla bilindiğini dile getiren yazıda, net biçimde “Tevrat ve Kur’ân’daki Cennet’in özel koordinatlarını arıyorsanız, araştırmanız burada iyi sonuçlar vaadediyor” denilirken, şunlar kaleme alınıyordu: “Belki de Cennet hikâyesi eski bir tarihsel gerçektir. Bilim adamlarına göre, avcı – toplayıcı toplumdan yerleşik hayata geçişin zor durumunu yansıtıyor olabilir. Bu gelişme muhtemelen uzun bir süredir ve mücadelesiz olarak gerçekleşmiştir. Bunun Tevrat’taki resmi olan çiftçi Kabil ile çoban Habil arasındaki çatışma, aslında yeniden üretimin başladığı M. Ö. 9000 – M. Ö. 6000 arasındaki gerçek durumun anlatımı olabilir. Cennet bulmacasını daha da ileri götürürsek, Eden kendisini M. Ö. 12.000 civarında Buz Devri’nin sona ermesinden sonraki durum olarak gösterir. Fauna ve bitki örtüsü benzeri görülmemiş bir bollukta gelişir, avcılar bereket içinde dolaşırlar ve avlarından elde edilen bol miktardaki eti depolamak için iyi havalandırılmış depolar inşâ ederler. Ancak bir noktada Cennet sona erdi, bitki ve hayvanların doğal zenginliği tükendi, açlık insanları kendi tahıllarını yetiştirmeye ve evcil hayvan yetiştirmeye zorladı. Bilim adamları, Bereketli Hilâl bölgesinde durumun tam olarak böyle, Âdem – Havva ve Habil – Kabil hikâyesindeki gibi yaşandığını kanıtladılar. Kültür bitkilerinin ve ilk evcil hayvanların tüm vahşi biçimleri burada meydana geldi. Cennet burada mıydı? Âdem ve Havva’nın bahçelerinden atılması, ‘alınlarının teriyle’ yeni bir toplumsal gelişme aşamasına başlamak için bir çağın sonu mu?” (78)
Nitekim Kur’ân’daki ve Tevrat’taki “Aden Cenneti”nin kökeni olan Sümer Dili’ndeki “Edin”, Sümer metinlerinde Dicle ile Fırat arasındaki bölgenin adı olarak geçmektedir. Bir Sümer efsanesinde ise ilk insanların bu arazi üzerinde yaşadıkları belirtilmektedir. (79) Âdem’le Havva’nın Tevrat ve Kur’ân’daki kıssasının Sümer mitolojisine ait birçok unsur içerdiğini belirten Ukrayna kökenli ABD’li Sümerolog ve Sümer Dili uzmanı Samuel Noah Kramer (1897 – 1990), şunları söylemektedir: “Sümerler’e galip gelen Babilli Samîler, kendi ölümsüzlerini “yaşayanların ülkesi” olarak bu Dilmun’a yerleştirmişlerdi. Fışkıran suları Fırat ve Dicle ile birlikte dört bucağın nehirlerini oluşturan doğuya uzanmış Tevrat’taki Cennet, Eden Bahçesi, Sümerler’in Cennet memleketi olan Dilmun ile orijinal olarak birbirine benzemektedir. Ayrıca, Tanrıçalar’ın ağrısız, sancısız doğumu, Havva’ya çocuklarını sancılarla dünyaya getirmesi için yapılan lanetin arkaplanına ışık tutmaktadır. Yine Su Tanrısı Enki’nin yasak bitkiyi yemesi ve yaptığı kötü hareket için lanetlenmesi, Âdem ve Havva’nın bildikleri ağacın meyvesini yemelerini ve her ikisinin bu günahkâr hareketlerinden dolayı lanetlenmesini hatırlatmaktadır.” (80)
Sümer mitolojisinde Dilmun, aslanların öldürmediği, kurtların kuzuları kapmadığı, kuzgunların seslerini çıkarmadığı, oğlakların yabanî köpekler tarafından kapılmadığı emin bir yer olarak betimlenmektedir. Orası ağrıların, sıkıntı ve ıstırapların olmadığı, ihtiyarların ihtiyarlıktan yakınmadıkları, rahiplerin ağlamadıkları ve şarkıcıların ağıt yakmadıkları bir mutluluk diyarı olarak anlatılmaktadır. Ayrıca, ırmak kenarında Tanrılar’ın dolaştığı, cinselliğin olduğu bir yer olarak tasvir edilmektedir. (81)
Kutsal kitaplardaki “Aden Cenneti”nin var olduğuna inanan bilim insanları ve araştırmacılar, Hz. Âdem’le Hz. Havva’nın yaratıldğı ve insan hayatının başladığı bu Cennet’in yerini tarif etmeye çalışırlarken, galiba “başları ağrımasın” diye, tek kelimeyle yapabilecekleri tarifi birçok kelime kullanarak yapmışlar, lafı eveleyip geveleyip, “Basra Körfezi’nden Kafkasya’nın güneyine kadar olan topraklar”, “Dicle ile Fırat’ın en yakın yerinden (= Bağdat) yukarıya doğru, Kafkasya’ya kadar olan bölge”, “İran’ın güneybatısı”, “İran’ın güneybatısından batıya doğru”, “İran ile Anadolu arasındaki coğrafya” gibi ifadelerle tarif etmişlerdir. (82)
Bilim insanları çok ürkek ve utangaç insanlar oldukları için (aldıkları aile terbiyesinden olsa gerek) söylemeye çekinmişler ama çizdikleri koordinatlar tam olarak Kürdistan coğrafyasıdır.
Kitabın “Giriş” kısmında bahsettiğim, Kürtler’e karşı inkârcı ve yok sayıcı, Kürdistan’a karşı sansürcü ve üstünü örtücü “tarih yazımı” işte tam olarak bu, kardeşlerim! Oysaki verdikleri koordinatlar örneğin Hindistan’ı gösterseydi, hiç lafı eveleyip gevelemeden “Hindistan” derlerdi, Habeşistan’ı gösterseydi hiç lafı eveleyip gevelemeden “Habeşistan” derlerdi. Ama verdikleri koordinatlar Kürdistan’ı gösterince diyemiyorlar, lafı eveleyip geveliyorlar.
Bu nasıl bir tariftir, Allah ve Yehova hatta Enki aşkına? Bilimselliğe, bilim ahlâkına, bilim namusuna sığar mı şu şekil coğrafî tanımlamalar: “Basra Körfezi’nden Kafkasya’nın güneyine kadar olan topraklar”, “Dicle ile Fırat’ın en yakın yerinden yukarıya doğru, Kafkasya’ya kadar olan bölge”, “İran’ın güneybatısı”, “İran’ın güneybatısından batıya doğru”, “İran ile Anadolu arasındaki coğrafya” …
Halbuki ismini söyleyemeyip “İran’ın güneybatısı” diye tarif ettikleri yerin bugün İran devletindeki resmî ismi bile “Ostanê Kurdistan” (ﺍﺴﺘﺎﻥ ﻜﺭﺪﺴﺘﺎﻥ) yani “Kürdistan İli”dir. Yine “İran’ın güneybatısından batıya doğru” diye tarif ettikleri yerin de bugün Irak devletindeki resmî ismi bile “İqliym Kurdistan” (إقليم كردستان) yani “Kürdistan Bölgesi”dir ve orayı uluslararası tanınırlığı olan resmî Kürdistan Hükûmeti yönetiyor. “Basra Körfezi’nden Kafkasya’nın güneyine kadar olan topraklar”, “Dicle ile Fırat’ın en yakın yerinden yukarıya doğru, Kafkasya’ya kadar olan bölge”, “İran ile Anadolu arasındaki coğrafya” şeklindeki tanımlamalar da resmen 5 parça Kürdistan’ın tamamıdır.
Peki bu dürüstlük müdür? Bilim namusu diye birşey yok mu, olmamalı mı?
Ben Almanya’da yaşıyorum. Burada, oturduğum kasabada veya çalıştığım işyerinde bir Alman hangi ülkeden geldiğimi öğrenmek için bana “Woher kommst du?” diye sorduğunda, ona tek kelimeyle “Türkei” (Türkiye) diyorum. Lafı eveleyip geveliyor muyum?
Örneğin bana hangi ülkeden geldiğimi soran Almanlar’a şöyle cevap veriyor muyum: “Ege’nin doğusundan başlayarak İran sınırına kadar olan topraklardan geliyorum”, “Karadeniz’in güneyinden başlayarak Akdeniz’e kadar olan yerlerden geliyorum”, “Kafkasya’nın güneyinden Yukarı Mezopotamya’nın gövdesine kadar olan coğrafyadan geliyorum”… Bu ne yaaa? Alt tarafı “Türkiye” diyeceksin, hepsi bu!
Komik, değil mi? İşte onlar da böyle komiklik yapıyorlar.
Fakat bazıları azıcık daha cesur davranmışlar. Örneğin Britanyalı antik tarih araştırmacısı Andrew Collins (1957 – halen hayatta), Tevrat’ta sözü edilen Aden Cenneti’nin “Gözleyenler” adı verilen Yukarı Mezopotamya’da ileri bir medeniyet kurmuş olan bir topluluğun ülkesi olduğunu söyler. (83) Yukarı Mezopotamya’nın neresi olduğunu sanırım söylememe gerek yok. Elbette Kürdistan.
Ünlü Fransız sanat tarihçisi ve fotoğrafçısı François-Xavier Lovat (1963 – halen hayatta), Kürdistan’ı gezerek ve coğrafyamızın harika doğasının binlerce fotoğrafını çekerek bir “Kürdistan Seyahatnamesi” hazırlamış ve hazırladığı bu çalışmayı Avrupa’da harika fotoğraflarıyla beraber 2006 yılında yayınlamıştır. Lovat’ın yayınlanan kitabının adı ne midir, söyleyelim: “Kurdistan: Land of God” yani “Kürdistan: Tanrı’nın Ülkesi”. (84)
Kitabın ismi çok güzel çünkü Kürdistan’ın “Tanrı’nın Ülkesi” olduğunu bizzat Tanrı söylüyor. Kutsal kitaplar söylüyor.
Birçok araştırmacıya göre, şayet Tevrat ve Kur’ân’da anlatılan “Aden Bahçesi” gerçek ise – ki biz gerçek olduğuna inanıyoruz – bu, Kürdistan’ın kalbi durumundaki Diyarbakır (Diyarbekir) ilindeki Hevsel Bahçeleri’nden başka bir yer olamaz. Hevsel Bahçeleri, Dicle Nehri kıyısında, Diyarbakır Kalesi ile nehir vadisi arasında yer alan yaklaşık 700 hektarlık verimli bir arazi. Kutsal kitaplardaki Cennet Bahçesi, tam olarak bu Hevsel Bahçeleri’dir. (85) Zirâ Diyarbakır’daki Hevsel Bahçeleri hem coğrafî konum olarak hem de bahçenin özellikleri bakımından kutsal kitaplardaki Cennet bahçesi Aden’e en uygun yerdir ve birebir örtüşmektedir. Âdem’le Havva’nın yaratıldıkları Cennet’te yaşananlar (değişik türdeki ağaç ve meyveler, yılan hadisesi, yasak meyvenin yenmesi vs.), bunlar eğer gerçekten yaşanmışsa, olsa olsa burada yaşanmıştır.
Yazılı kaynaklarda kendisinden ilk olarak M. Ö. 9. yy’a ait Aramice kaynaklarda bahsedilen Hevsel Bahçeleri’nin 7000 – 8000 yaşlarında olduğu tahmin edilmektedir. (86) Bu da, Tevrat’taki kronolojik takvimde gösterilen (87) Âdem ve Havva ile tam yaşıt olduğunu gösteriyor.
Kaynaklarda o kadar ilginç şeyler var ki, insan araştırdıkça, okudukça gerçekten hayretler içinde kalıyor. Örneğin Ermeni tarihçiler ve araştırmacılar, Diyarbakır’ın eski tarihsel adı olan ve halen Kürtler tarafından kullanılan “Amed” isminin aslında “Adem” olduğunu, çünkü ilk insan Hz. Âdem’in burada hayata başladığını, fakat zamanla “Adem” ismindeki “d” ve “m” harflerinin yer değiştirerek “Amed” şekline dönüştüğünü söylüyorlar. Bunların söylediğine göre, Diyarbakır’ın Bağlar semtinde o zamanlar “Âdem’in bağları” varmış. (88)
Dicle Nehri’ni tarih boyunca kutsal kabul etmiş olan Diyarbakır halkı da Dicle’nin “Allah’a giden yol” olduğuna inanmış, On Gözlü Köprü’den Dicle’ye “Yaradan’a ulaşmak üzere” dilekçeler göndermiştir. (89) Herhangi bir kaynakta rastladığım bir bilgi değil ama, kişisel olarak benim zihnimde yer edinen bir şüphe: “Yaradan’a ulaşmak için” yapılan köprü neden “10 gözlü”? Yoksa kutsal kitap Tevrat’taki “On Emir” (90) ya da İbranice özgün adıyla “Aseret ha Dibrot” (עשרת הדיברות) mu? Çünkü Yaradan(ın yolun)’a ulaşabilmek için, “On Emir”e uymak gerekiyor.
Mardin (Mêrdîn)’de bulunan Deyr’uz- Zaferan Manastırı ya da Süryanîce özgün adıyla Dairo d-Mor Xannanyo (ܕܝܪܐ ܕܡܪܝ ܚܢܢܝܐ) da kutsal kitaplarda anlatılan Aden Cenneti’nin Diyarbakır’daki Hevsel Bahçeleri olduğuna inanıyor. Süryanîlik’teki kilise kayıtları, Süryanî dilinde “Fardayso” (= Firdevs) olarak bilinen Aden Cenneti’ni burada gösteriyorlar. (91)
Aden ismi eskiden Diyarbakır için kullanılırdı. Eski Diyarbakır terminolojisinde Hevsel Bahçeleri’ne Aden Bahçesi denirdi. O bölgeye de “Deniz Kenarındaki Bahçeler” anlamında “Adan Bahçeleri” denilirdi. “Hevsel” sonradan takılan bir isim olup “atık suların akıtıldığı yer” (bizim “haram su” diye tabir ettiğimiz) anlamına gelmektedir. (92)
Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, Kur’ân’daki ve Tevrat’taki “Aden Cenneti”nin kökeni olan Sümer Dili’ndeki “Edin”, Sümer metinlerinde Dicle ile Fırat arasındaki bölgenin adı olarak geçmektedir. Bir Sümer efsanesinde ise ilk insanların bu arazi üzerinde yaşadıkları belirtilmektedir. (93) Sümer mitolojisinde Dilmun, aslanların öldürmediği, kurtların kuzuları kapmadığı, kuzgunların seslerini çıkarmadığı, oğlakların yabanî köpekler tarafından kapılmadığı emin bir yer olarak betimlenmektedir. Orası ağrıların, sıkıntı ve ıstırapların olmadığı, ihtiyarların ihtiyarlıktan yakınmadıkları, rahiplerin ağlamadıkları ve şarkıcıların ağıt yakmadıkları bir mutluluk diyarı olarak anlatılmaktadır. Ayrıca, ırmak kenarında Tanrılar’ın dolaştığı, cinselliğin olduğu bir yer olarak tasvir edilmektedir. (94)
Aden kavramıyla çok ortak yönü olan mitsel Dilmun’un köklerinin Dilaman’la ilgili olduğu söylenir. Zerdüştîlik’in kutsal metinlerinden biri olan “Bundahisn”, Dilaman’ın Dicle’nin doğduğu kaynağın yakınlarında bir yerde olduğunu söyler. Dicle’nin doğduğu kaynak nerede? Elazığ (Mezire) ilimizin güneyinde, Hazar Gölü’nün güney sınırında başlayan mıntıka. Tam olarak Diyarbekir olan bu bölge Aden toprağı ile eşanlamlıdır. (95)
Son bir not düşüp bu bahsi kapatalım:
Bütün bu araştırmaları ve ilmî çalışmaları, güzel Diyarbekirimiz’i henüz görmemiş olan insanlar için yaptık. Diyarbekir’i gören ve bilen insanlar için bu kadar ilmî araştırmalar yapmaya, dînî ve tarihî kaynakları taramaya gerek yoktur.
(i)Çün ki, Diyarbekir’i bir kere olsun görmüş olan herkes, oranın Cennet olduğunu zaten bilir.
Şimdi o Cennet’ten çıkıp insanlık tarihini başlatalım ve anlatmaya devam edelim…
■ YAŞAM DA TEK TANRI İNANCI DA KÜRDİSTAN’DA BAŞLAMIŞTIR VE KÜRTLER’LE BAŞLAMIŞTIR
Kutsal kitaplar Tevrat ve Kur’ân’da anlatıldığına göre, yaşadığımız gezegende insanlık tarihinin ikinci defa yeniden başlaması, Nûh Tufanı iledir. Dolayısıyla yeryüzündeki bütün insanlar, Hz. Nûh (as) ve O’nunla beraber gemide kurtulanların soyundan gelmektedirler. (96)
Tevrat’ta, Nûh’un gemisinin Ağrı (Ararat) Dağı’na indiği belirtilir. (97) Kur’ân’da ise Nûh’un gemisinin Cudi Dağı’na indiği belirtilir. (98) Öyle veya böyle, Kürtler açısından ikisi arasında hiçbir fark yoktur çünkü her iki dağ da Kürdistan’dadır.
Ağrı Dağı’nın Kürtçe ismi “Ararat”, Türkçe ismi “Ağrı”, Farsça ismi “Nûh Dağı” anlamında “Kûh-i Nûh” (کوه نوح), Ermenice ismi “Masis” (Մասիս) olup, kutsal kitap Tevrat’ta Kürtçe ismi olan “Ararat” ismiyle zikredilmiştir. (99)
Kur’ân-ı Kerîm’de Nûh Tufanı anlatılırken, Nûh’un gemisinin Cudi Dağı’na oturduğu belirtilmektedir:
“(Nihayet) ‘Ey yer suyunu tut ve ey gök tut’ denildi. Su çekildi, iş bitirildi ve (gemi de) Cudi’ye oturdu. Ve ‘o zalimler topluluğunun canı cehenneme!’ denildi.” (100)
Asıl hayret verici olan husus ise, bu dağın adıdır. Zira “Cudi” adı bile, öyle açık ve net bir şekilde Nûh Tufanı’nı hatırlatmaktadır ki, gerçekten heyecan vericidir: “Cudi” adı, Kürtçe bir ad olup, “cu” (yer, sığınılacak yer) ve “di” (gördü, buldu) sözcüklerinden oluşmuştur ve “kendine sığınacak bir yer buldu” demektir. Evet, “Cudi” kelimesi Kürtçe’de bu anlama geliyor ve bu isim bile, Nûh’un gemisinin, onca tufandan, su ve dalgalardan sonra bu dağın üstüne oturup batmaktan kurtulmasını anlatıyor. Cudi Dağı’nın adı bile tek başına Nûh Tufanı’nı ve Nûh’un gemisini anlatıyor. (101)
Cudi Dağı, Şırnak (Şehr-i Nûh) ilimizdedir. Şırnak’ın gerçek (eski) adı “Şehr-i Nûh” olup, “Nûh’un Şehri” demektir. Bugün kullandığımız “Şırnak” ismi, bu “Şehr-i Nûh” isminin evrilmiş şeklidir. Şehir, binyıllar boyunca “Şehr-i Nûh” adıyla yaşadıktan sonra “Şırnak” adını almıştır. “Şehr-i Nûh” (Şırnak), ismini Hz. Nûh (as) Peygamber’den alır. Tevrat’ta, dünyadaki hayatın Dicle ve Fırat nehirleri arasında başladığının yazılmasını da dikkate alırsak, yeryüzünde hayatın iki defa yeniden başladığını (Hz. Âdem ve Hz. Nûh) ve ikisinin de Kürdistan topraklarında gerçekleştiğini kabullenmek durumunda kalırız. Hz. Nûh (as), dünyayı yeniden kurduğu için “2. Âdem” olarak anılır. Zaten “Nûh”, Kürtçe’de “Yeni” demektir. Şehr-i Nûh, yani şimdiki adıyla Şırnak, yeryüzünde kurulan ilk şehirdir, ilk yerleşim birimidir. Bizzat Hz. Nûh (as) ve ashabı tarafından tufandan sonra kurulmuştur. (102)
Kur’ân-ı Azimuşşan’da, Hz. Nûh’la birlikte tufandan sağ kurtulanların kaç kişi oldukları belirtilmeksizin, sadece onların “pek az olduğu” (103) belirtilirken, Hz. Muhammed (sav)’in amcasıoğlu Abdullah ibn-i Abbas (619 – 87)’tan gelen rivayete göre, gemiden 80 kişi inmiştir (104) ve bunlar tufandan sonra Cudi Dağı eteklerinde “Heyştêyan” (Semanin, Seksenler) adında bir köy kurmuşlardır (105). Şu ibret verici hadiseye bakın ki, “Heyştêyan” (Karyat Semanin) adlı bu köy halen durur ve Şırnak (Şehr-i Nûh)’ın bir köyüdür. (106)
Tüm kutsal kitaplar ve dînî metinler, ayrıca tüm tarihî kaynaklar, Nûh Tufanı’nın Kürdistan vatanında gerçekleştiği konusunda hemfikirdirler. İnsanlık tarihi, Kürdistan’da başlamıştır.
Kütahyalı bir Türk olan ünlü seyyah Evliya Çelebi (1611 – 82), dünyaca meşhur ve bir başyapıt durumundaki “Seyahatname” adlı eserinde, Nûh Tufanı’ndan sonra kurulan ilk 3 şehrin Şırnak (Şehr-i Nûh), Cizre (Cezira Botan) ve Silvan (Miya Farqîn) olduğunu belirterek, insanlık tarihinin Kürdistan’da başladığını kaydetmektedir. (107)
Peki, Hz. Nûh ve kavmi, hangi dili konuşuyorlardı? Tüm insanlık ailesinin ataları ve anaları olan bu 80 kişi, hangi kavimdendiler?
Ermenî tarihçi Miğdisî (? – ?), Kürtçe’nin tarihini Hz. Nûh (as) ile başlatmaktadır. Miğdisî, “Lisân-ı Kürd, Hazret-i Nûh ümmetinden Melik Kürdim’den kalmışır” diyerek, Kürt adının ve dilinin Hz. Nûh’tan beri var olduğunu belirtmiştir. (108)
Kürtler’in tarihinin Hz. Nûh ve Tufan’a kadar gittiğini ve Kürtçe’nin Hz. Nûh ve kavminin konuştuğu dünyanın en eski dili olduğunu iddiâ eden isimlerden biri de, Türk olan dünyaca ünlü seyyah Evliya Çelebi’dir. Bastığı toprakları güzelleştiren, gezdiği coğrafyalara bereket gelmesine vesile olan, baktığı gölleri güzelleştiren, konuştuğu nehirlerin dilini çözen, gittiği şehirlerdeki camilerin duvarlarına şiirler yazan güzel insan Evliya Çelebi, ölümsüz eseri “Seyahatname”de, Hz. Nûh ve kavminin konuştuğu dilin Kürtçe olduğunu şöyle ifade eder (olduğu gibi paylaşıyorum): “Tûfân-ı Nûh, imar olan şehr-i Cûdi’dir, andan kal’a –i Sincâr’dır, andan bu kal’a-i Mefârikin’dir amma şehr-i Cûdi sâhibi Hazret-i Nûh ümmetinden Melik Kürdim altı yüz sene mu’ammer olup Kürdistân diyârların geşt ü güzâr ederek bu Mefârîkin’e gelüp âb u havâsından hazz edüp bu zemînde sâkin olup evlâd u ensâbı gâyet çok olup lisân-ı İbrî’den indiyyât bir gayrı lisân-ı turrehât peydâ etdi kim ne İbrî’dir ne Arabî ve ne Pârisî ve ne lisân-ı Derî’dir ve lisân-ı Pehlevî’dir, ana hâlâ lisân-ı Kürdim derler. Bu diyar-ı Mefârikîn’de peydâ olup hala diyâr-ı Kürdistân’da isti’mâl olunan lisân-ı Kürd Hazret-i Nûh ümmetinden Melik Kürdim’den kalmışdır, ammâ vilâyet-i Kürdistân dağistân u sengistân bilâd-ı bîpâyân olmağile on iki gûne lisan-ı Ekrâd vardır kim birbirlerine elfâzları ve lehçe-i mahsûsaları mûğayirdir kim niçesi birbirlerinin kelimâtların tercümân ile anlarlar.” (109)
Kürtler’in tarihinin Hz. Nûh ve Tufan’la başladığını iddiâ eden isimlerden biri de, 20. yy’da İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük düşünürlerden biri olan Pakistanlı ünlü İslam âlimi Mewlânâ Ebû’l- Âlâ el- Mevdudî (1903 – 79)’dir. Üstâd Mevdudî, hem başyapıtı olan 7 ciltlik “Tefhîm’ul- Qur’ân” adlı eserinde, hem de diğer kitaplarında, Nûh Tufanı’nın Kürdistan’da gerçekleştiğini belirterek Kürtler’in tarihini buradan başlatır. (110)
Bizim gibi acemi ve çaylak olmayıp çok usta ve profesyonel araştırmacılar olan bazı zâtlar (sözüm meclisten dışarı ama televizyondan içeri), muhtemeldir ki, Üstâd Mevdudî’nin “Tefhîm’ul- Qur’ân” adlı eserini çıkarıp, “Hûd sûresi” tefsirinde “Kürdistan” diye bir şeyin geçmediğini söyleyerek bizi yalan söylemekle itham edeceklerdir. Öyle ya, kaynağı aşağıda dipnot olarak vermişim ve herkesin evinde bulunan bir eser. Zor değil yani açıp bakmak. Eğer yoksa, Sediyani kendi kafasından uyduruyor demektir. Fakat bu tür şeylere gerek yok bence. Çünkü Pakistanlı büyük âlim Mevdudî’nin başyapıtı olan “Tefhîm’ul- Qur’ân” adlı eserinin Urduca orijinalinde ve ayrıca Arap dünyasında Arapça’ya tercüme edilen nüshalarında geçen “Kürdistan” ibaresi Türkiye’deki Türkçe tercümelerinde çıkarılmış, sansürlenmiştir. Eserin orijinalinde geçen “Kürdistan” ibaresi silinerek yerine “Doğu Anadolu’da (eskiden) Cezire-i İbni Ömer olarak anılan bölgenin Kuzey-doğusunda” ibaresi yazılmıştır. Bir tek “Kürdistan” kelimesine karşılık tam 10 kelime!..
Kıymetli Kürt araştırmacı ve yazarlar Hüseyin Sarıgül (1964 – halen hayatta) ve Kutbeddin Nurlubaş (1965 – halen hayatta), Üstâd Mevdudî’nin Urduca orijinalinde Nûh Tufanı’nın “Kürdistan’da” gerçekleştiğini açıkça belirten sayfasının fotoğrafı ile eserin Türkçe çevirisinde o kelimenin sansürlenip yerine başka ibarelerin yazıldığı aynı sayfanın fotoğrafını kendi sosyal medya hesaplarından paylaşarak, Türkiye’deki İslamcılar’ın ve Ümmetçiler’in “Kürdistan” ismini nasıl sansürlediklerini açık bir şekilde ortaya çıkarmışlardır. Aynı eserin aynı sayfasının Urduca orijinali ve Türkçe tercümesine bizzat kendiniz bakmanız, bahsettiğim sansürü bizzat kendi gözlerinizle görmeniz için hem Sarıgül’ün hem Nurlubaş’ın o paylaşımlarının linklerini aşağıda dipnot olarak sunuyorum. Lütfen, herkesten bakmasını rica ediyorum. (111)
Sevgili Hüseyin Sarıgül, ilgili paylaşımı yaparken, şu veciz ifadeleri kullanarak kamuoyuna paylaşmıştır:
“Yalan, tahrifat, sahtecilik…
Evet, kuşkusuz bütün bunlar yüz kızartıcı davranışlar ama sanırım bunları Kur’ân tefsirini tercüme ederken yapmak çok daha utanç verici olmalı.
Aşağıda Pakistanlı âlim Mevdudî’nin ‘Tefhîm’ul- Qur’ân’ isimli tefsirinden dört belge göreceksiniz. İkisi Arapça ve Urduca’dan orijinal hali, diğer ikisi ise o belgelerin Türkçe tercümesi.
Müfessir, ‘Hûd’ sûresinin 44. âyetini tefsir ederken, Nûh’un gemisinin indiği bölgeyi ‘Kürdistan’ olarak belirtmiş ama gelin görün ki, kitabı Türkçe’ye kazandıran ‘İslamî’ yayınevi ve ‘Müslüman’ mütercimler, her nedense orayı ‘Doğu Anadolu’da (eskiden) Cezire-i İbni Ömer olarak anılan bölgenin Kuzey-doğusu’ şeklinde tercüme etmekte hiçbir beis görmemişler!
Peki, böylesi bir sahtekârlığa insan niçin tevessül etme gereği duyar? Allah’tan çok devletten korktukları için midir, yoksa İslam’dan çok resmî ideolojiye inandıkları için midir?
Artık ona da varın siz karar verin…” (112)
Sevgili Kutbeddin Nurlubaş da bir gün sonra aynı paylaşımı yaparken, şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Mewdudî’nin ‘Tefhîm’ul- Qur’ân’ tefsiri Türkçe’ye tercüme edilir… Konu: Nûh (as)’un gemisinin Cudi’ye konmasıdır…
Tefsirde Cudi’nin Kürdistan’da olduğu söylenir ve ‘Kürdistan’ yazılı harita da çizilir. Fakat hem Türkçe tercüme edilen metinde ‘Kürdistan’ yazılmaz, hem de Türkçe çizilen haritada ‘Kürdistan’ gösterilmez.
Ve böylece HAK, yine tefsiri yayınlayan Müslümanlar tarafından menfî milliyetçiliğe kurban edilir!..” (113)
Burada bir hususu belirtmeden geçemeyeceğim: Elbette zavallı insanların mukaddes Kürdistan ismini ağızlarına almaktan kaçınması, bizi üzmek bir yana mutlu eder. Çünkü “Talmud” (תלמוד)’da belirtildiği gibi, “necis ağızlardan kutsal kelimelerin çıkmaması gerekir.” Fakat Kürdistan’a olan tahammülsüzlükleri ve Kürtler’e olan düşmanlıkları, bir Kur’ân-ı Kerîm tefsirini dahi tahrif edecek kadar zıvanadan çıkmış olan bu gürûh, sizin “muhafazakâr”, “gelenekçi, devletçi Müslümanlar” olarak bildikleriniz değil, kendilerini “Tevhidî”, “Ümmetçi” hatta “inkılabî / devrimci” olarak tanımlayan, “Biz her türlü milliyetçiliğe karşıyız”, “Biz bütün sınırlara karşıyız” diyen, ne zaman “Kürt”, “Kürdistan” kelimlerini duysa hemen ok gibi fırlayıp “Ya kardeşim ne Türk’ü ne Kürd’ü, etnik kökenin ne önemi var? Önemli olan insanlık, önemli olan Müslüman olmak, önemli olan Ümmet” diyen gürûhtur.
Allah ıslah etsin, ne diyeyim?…
Elinizdeki kitabın “Giriş” bölümünde sarfettiğim “Solcu, İslamcı olarak bildiğiniz bu çevreler, Ülkücü, Kemalist, Türk milliyetçisi olarak bildiğiniz çevrelerden çok daha tehlikeli, çok daha sinsi Kürt düşmanıdırlar. Buna inanın, kardeşlerim. Ülkücü, Kemalist veya Türk milliyetçisi, en azından dürüsttür, merttir, ama Solcu ve İslamcı, öyle değildir, aynı Kürt düşmanlığını münafıkça yapıyor, namertçe yapıyor, ‘evrensellik’, ‘önemli olan insanlık’ gibi maskelerin ardına saklanarak yapıyor” ifadelerim yüzünden belki bazı kardeşlerimiz bana kızmış, incinmişlerdir. Fakat eminim onlar da şimdi ne demek istediğimi anlamışlardır ve artık bana hak veriyorlardır.
Buradan yakalayarak (çünkü tam doğru yerden yakalamış oluyorum), başka ve daha kadim bir hususa dikkatinizi çekeyim, en azından bazı şeyleri sorgulamanıza vesile olurum belki: Hiçbir dînî ve itikadî amacı ve boyutu olmayan basit siyasî ve ırkçı saiklerle bile bir Kur’ân-ı Kerîm tefsîrini dahi bu kadar rahatça tahrif eden, bu kadar pişkince ve hiç utanmadan ifadeleri kendi kafasına göre değiştiren çevreler, dînler ve kutsal kitaplar hakkında her ağızlarını açıp konuştuklarında, Yahudîler’in ve Hristiyanlar’ın Tevrat ve İncil’i tahrif ettiklerini, orijinal Tevrat ve İncil’i kendi kafalalarına göre değiştirdiklerini iddiâ ediyorlar. Ve herkes de bu söylenenlere hemen inanıyor. Ne diyelim? Demek ki insanlar kendi içinde ne pislik varsa, başkalarına da onu fırlatıyormuş, kendisi hangi tıynetteyse, başka dînî toplulukları onunla itham ediyormuş. En azından, sadece bu olaya bakarak, bizzat şahit olduğunuz bu olaya bakarak, sevgili okurlarımızdan ve gönüldaşlarımızdan, içinde bulundukları ve mensubu oldukları dînî dünyalarını biraz olsun sorgulamalarını salık veririm. Kendilerine anlatılan masalların yalan olabilirliğini biraz olsun sorgulasınlar.
Devam ediyoruz…
Hz. Nûh ve kavminin konuştuğu dilin Kürtçe olduğu, bilimsel olarak da ispatlanmıştır. Iraklı arkeolog Prof. Dr. Abdullah Zehawî (? – ?) tarafından Kürdistan’da Cudi Dağı çevresinde ve Şırnak topraklarında yapılan çalışmalarda, çivi yazısıyla ve Kürtçe diliyle yazılmış Guti plaketleri bulunmuş, arkeolojik kazılar sonucu ulaşılan bu plaketler tam iki yıllık bir titiz çalışma neticesinde büyük oranda çözülmüş, sonuçları ve ulaşılan tüm bilgiler Ocak 1984 tarihinde Mısır’ın yarı resmî gazetesi “El- Ahram”da dizi yazı olarak “Hz. Nûh’un Gemisinin Durduğu Dağ” başlığıyla yayınlanmıştır. O dönemde Erbil Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Başkanı olan Abdullah Zehawî’nin ulaştığı tüm bulgular, şu anda bir İngiliz bankasında muhafazâ edilmektedir. (114)
Başta da belirttiğimiz gibi, yukarıda serdedilen görüşlerin ve ulaşılan bulguların “mutlak doğru” olarak kabul edilmesi gibi bir dayatmada bulunmuyoruz. Ancak bu görüşleri serdeden isimlerin tamamı belli bir birikime sahip bilginlerdir. Bunları sizlere kaynaklarıyla aktarıyoruz. Dikkatlerden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta da şudur ki; Kürtçe’nin yeryüzünde konuşulan ilk dil ve dünyadaki tüm dillerin anası olduğunu iddiâ eden bu isimlerin hiçbiri Kürt değildir.
Her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır. Gerçek bilgi ve hakikat, ancak O’nun katındadır.
Semavî dînler tarihi, esas olarak Hz. İbrahim (as) ve Hz. Sara (as) ile başlar. Bu aile, semavî dînlerin öncü ailesidir. İbrahim “semavî dînlerin atası”, Sara da “semavî dinlerin anası” durumundadır.
İslam kaynaklarında Hz. İbrahim ve eşi Hz. Sara’nın şeceresi hakkında rivayet kaynağı belli olmayan ancak Tevrat’taki İbrahim ve Sara’nın soy kütüklerine dayanan bilgiler bulabilmekteyiz. Tüm bu aktarımlar, İbrahim’le Sara’nın soyunu Hz. Nûh’a bağlamaktadır. (115)
Tevrat’ta Hz. İbrahim’in hanımı Hz. Sara’dan ismen bahsedilmekte ve O’nun biyografisine de geniş yer verilmektedir. Buna göre Hz. Sara (as) annemiz, Kürdistan kökenlidir. Hz. İbrahim ile aynı coğrafyanın çocuklarıdırlar ve ikisi de Mezopotamya topraklarındandır. (116) Kur’ân-ı Kerîm’de ise Sara’dan bahsedilirken ismi anılmamakta, her bahsedilişinde “İbrahim’in karısı” denilmektedir. (117)
Kutsal kitaplar Tevrat, İncil ve Kur’ân dahil olmak üzere, dünyada ne kadar kutsal metin ve dînî kaynak varsa, ayrıca dünyada ne kadar bilimsel ve tarihsel kaynak varsa, istisnasız tamamı, Hz. İbrahim ve eşi Hz. Sara’nın hangi topraklarda doğdukları, nereden Kenan topraklarına göç ettikleri konusunda hemfikirdirler. İbrahim ve Sara, bugünkü Kürdistan / Mezopotamya topraklarında doğmuş ve oradan Kenan topraklarına (bugünkü Lübnan ve İsrail) hicret etmişlerdir. İbrahim ve Sara’nın hangi coğrafyanın çocukları oldukları, konuşulması / irdelenmesi bile abes bir konudur. Zirâ dediğimiz gibi, dünyada ne kadar dînî ve tarihî kaynak varsa, bu konuda aynı coğrafyayı işaret etmektedirler. Bizim burada konuşmamız / irdelememiz gereken konu, İbrahim ile Sara’nın etnik kökenlerini ve kavmî kimliklerini belirlemek olmalıdır.
Tevrat’ta bahsedilen Harran’ın bugünkü Şanlıurfa (Riha) ilimizin Harran (Altınbaşak) ilçesi olduğunu bilim dünyası da kabul etmektedir. Özellikle 1950’lerden bu yana bölgede yapılan arkeolojik çalışmalar da bu inancı doğrulamıştır. (118) Ancak arkeolojik çalışma sitesindeki araştırmalar, bölgenin Ortaçağ öncesi tarihi (119) ve Patriarkal döneme ait tarihi (120) hakkında yeterli keşifler vermemiştir.
Harran’ın adı Tevrat’ın kimi yerlerinde Paddan Aram veya Aram Naharaim isimleriyle de geçiyor. (121) Tevrat’ta ayrıca verilen bir diğer ilginç bilgiye göre de, Hz. İbrahim’in torunu Hz. Yakup (as), bir ara İsrail’in güneyindeki Be’er – Şeva’yı terkediyor ve Kürdistan’daki Harran’a geri dönüyor. (122)
Harran’dan bahseden en eski kaynaklar ise “Ebla Tabletleri”nden geliyor. Buna göre takriben M. Ö. 2300’lerde kentin adı “Harranum” veya “Harranatum” şeklinde ve bu isim o dönem bölgede konuşulan dilde “Yol” anlamına geliyor. (123)
Pekçok tarihçi ve dîn bilgini, hem bilimsel kanıtlardan hem de “Ebla Tabletleri”nden yola çıkarak, Tevrat’ta bahsedilen “Ur”un bugünkü Türkiye Kürdistanı’nda bulunan ve Harran’ın da 45 km kuzeyinde yer alan Urfa / Şanlıurfa (Riha) şehri olduğu konusunda hemfikirdirler. Hem tarihî gerçekler ışığında hem de mantikî olarak böyledir. (124)
İslamî kaynaklarda, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “Ben Rabbim’e hicret ediyorum” (125) ve “Biz O’nu ve Lût’u kurtararak, âlemler için mübarek kıldığımız yere ulaştırdık” (126) âyetlerindeki yerin Kürdistan’daki Harran olduğu net biçimde belirtilmiştir. (127)
Takriben M. Ö. 2300’lerde İbrahim ve Sara, Urfa’dan Harran’a, ordan da Yudea’ya (bugünkü İsrail) göç ettiler. Kürdistanlı olan İbrahim ve Sara Kürt idiler ve bu göç neticesinde Yahudî (İbrani) kavmi doğdu. Bazı Yahudî tarihçiler, Yahudîler’in Kürtler’den neşet eden bir kol olduğunu ve İbrahim ile Sara’nın bu göç hadisesiyle birlikte Kürtler’den ayrıldığını söylemektedirler. (128)
Batılı ve Doğulu pekçok Yahudî, Hristiyan ve Müslüman tarihçi ve dîn bilgini, “semavî dînlerin öncü kişilikleri” olan Hz. İbrahim (as) ile Hz. Sara (as)’nın Kürt olduklarını net bir biçimde belirtmişlerdir. Hz. İbrahim ile Hz. Sara’nın Kürt olduklarını açıkça belirten kaynakları aşağıda dipnot olarak sunuyorum. (129)
Hatta çok daha ilginç bir bilgiyi paylaşayım: Pekçok tarihçi ve dîn bilgini, Hz. İbrahim ile Hz. Sara’nın Kürtler’in hangi kolundan (boyundan veya aşiretinden) olduğunu dahi kaydetmişlerdir. Bu bilim insanlarının söylediklerine göre, Hz. İbrahim ile Hz. Sara, proto-Kürtler olan Habiru Kürt boyuna mensupturlar ve hatta – çoook çok daha ilginç – bugün Yahudîler’in etnik ismi olan “Hebrew / Hebräer” (İbrani) kelimesi de işte bu “Habiru” isimli Kürt boyundan gelmedir. Habirular, tarihteki en büyük Kürt medeniyetlerinden birini kuran Hurriler’in bir koludur. Hz. İbrahim ile Hz. Sara’nın Habiru Kürt boyuna mensup olduklarını ve bugün Yahudîler’in etnik ismi olan “Hebrew / Hebräer” (İbrani) kelimesinin de işte bu “Habiru” isimli Kürt boyundan geldiğini belirten kaynakları aşağıda dipnot olarak sunuyorum. (130)
Aslında, İbraniler’in Kürtler’den neşet eden bir kavim olduğuna dair işaretler, bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de mevcuttur. Evet, yanlış okumadınız. Buyurun bu âyetler Kur’ân’dan:
“Gerçek şu ki, Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini âlemler üzerine seçti. Onlar birbirlerinden (türeme tek) bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir.” (131)
“Ve ona İshak’ı ve Yakub’u armağan ettik, hepsini hidayete eriştirdik. Bundan önce de Nûh’u ve onun soyundan Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Musa’yı ve Harun’u hidayete ulaştırdık. Biz, iyilik yapanları işte böyle ödüllendiririz.” (132)
İbrani olan İmran ailesinin, Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa ve Harun’un, Kürt olan Nûh ve İbrahim’in soyundan geldikleri, Kur’ân-ı Kerîm’deki bu âyetlerde açık biçimde belirtiliyor.
Yahudîler (İbraniler) ile Araplar’ın akraba kavimler oldukları (Hz. İshak ve Hz. İsmail soyu) yönündeki inanç, esasında yalnızca “dînî bir alegori”dir. Bunun bilimsel, antropolojik bir dayanağı yoktur. Bu konuda yapılan bilimsel çalışmalar, farklı şeyler söylemektedir. Gerçekte İbraniler, Mezopotamya mahrecli bir halktır ve kökenleri Kürdistan’a dayanır. Araplar ise saf kan Afrika mahrecli bir halktır ve kökenleri Kuzeydoğu Afrika’ya dayanır. Yapılan DNA analizleri de, Yahudîler’in Araplar’la değil Kürtler’le akraba olduklarını ortaya koymuştur. (133)
Şanlıurfa’nın gerçek (eski) adı olan “Riha” adının da “İbrahim” adından geldiği söylenir. Hz. İbrahim, Şanlıurfa (Riha)’da bir mağarada doğmuştur. (134) Bu mağara bugün halen ziyaret edilmektedir. “İbrahim” adının etimolojik açılımını yaptığımızda, karşımıza şöyle ilginç bir tespit çıkıyor: Kürtçe’de “bra” sözcüğü “kardeş” demekken, “him” sözcüğü de “mağara” anlamına gelir. Bu durumda “İbrahim” (ya da “Brahim”), “Mağaranın kardeşi” demektir. (135)
“İbrahim” adının Kürtçe’de “Mağaranın kardeşi” anlamına gelen şekliyle verilmiş bir isim olduğuna dair kanıtlardan biri de, Med İmparatorluğu (M. Ö. 678 – M. Ö. 549)’nu yıkmış olan Axamenîş İmparatorluğu (M. Ö. 550 – M. Ö. 330)’nun büyük imparatoru ve Büyük Deryuş olarak anılan I. Deryuş (M. Ö. 549 – M. Ö. 486)’un Behistun Dağı’nda yazılmış çivi yazıtlarında “habraham” kelimesinin “herkesin kardeşi” anlamına geliyor olmasıdır. (136)
Hz. İbrahim’in etnik kökenini veya hangi millete mensup olduğunu tespit edebilmenin daha pratik ve “zekice” bir yolu da, “İbrahim” isminin Hz. İbrahim (as) Peygamber’den önce herhangi bir uygarlık veya krallık tarafından kullanılıp kullanılmadığını araştırmak olmalıdır. Dolayısıyla, Hz. İbrahim daha dünyada yokken “İbrahim” ismini taşıyan herhangi bir tarihî kişilik, lider veya kral var mı, onun tespitine çalışılmalıdır. Bu yönde bir araştırma yapıldığında, görülecektir ki, Hz. İbrahim Peygamber henüz dünyada yokken, O’ndan önce “İbrahim” ismini taşıyan sadece ve sadece bir tane tarihî şahsiyet bulunuyor: M. Ö. 2700 – M. Ö. 2116 tarihleri arasında 600 yıla yakın uzun bir süre hüküm sürmüş olan ve istisnasız bütün tarihçiler ve bilim dünyası tarafından Kürtler’in ataları kabul edilen Gutiler’in 14. kralı olan ve bir yıl iktidarda kalan İbranum (İb-ra-nu-um). (137)
Görüldüğü üzere Hz. İbrahim’den önce “İbrahim” ismi yine sadece Kürtler tarafından kullanılan bir isimdir.
Her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır. Gerçek bilgi ve hakikat, ancak O’nun katındadır.
Ancak hususen İslamî kaynaklar – nedense – Hz. İbrahim’in “Kürt”lüğünü hatta O’nu ateşe atan kral olan Nemrud’un da “Kürt”lüğünü gizleme, saklama gereği duymuş, ve fakat, çok gariptir, Nemrud’a, İbrahim’i canlı canlı ateşe atma fikrini veren kişinin bir Kürt olduğunu kayda almışlardır. İslamî kaynaklar, İbrahim’in ve Nemrud’un etnik – kavmî kimliklerine hiç değinmezler, bundan özellikle kaçınırlar, ama İbrahim’i ateşe atma fikrini ortaya atan kişinin Heyzen isimli bir Kürt olduğunu belirtirler. (138) Bu iddiânın kaynağı Muhammed bin İshak (704 – 67)’a dayanıyor. O da Şuayb el- Cabaî’nin ağzından naklediyor. O da ikinci halife Ömer ibn-i Hattab’ın oğlu Abdullah ibn-i Ömer’den rivayet ediyor. (139)
Şıracının şahidi bozacı… Kürtler’in tarihini ve burada isimleri geçen kişilerin Kürtler ile olan münasebetlerini az çok bilenler, bu “bilgi”lerin (!) niçin kayda geçirildiğini de rahatlıkla tahmin edecektir.
Böylece İslamî kaynaklarda Hz. İbrahim’in “Kürt”lüğü buharlaşıp kayboluyor, Nemrud’un da “Kürt”lüğü buharlaşıp kayboluyor (kötü biri olduğu için değil elbette, kral yani devlet olduğu için muhtemelen), ve fakat ateşe atma fikrini ortaya atan sıradan kişinin “Kürt”lüğü kalıyor.
İnsan hakikaten bazen ne diyeceğini bilemiyor. Sanırsınız ki olay İskandinavya’da geçiyor. Hz. İbrahim İsveçli, onu ateşe atan kral Norveçli, ve fakat ateşe atma fikrini ortaya atan kişi ise o topraklara iltica etmiş bir Kürt!… Kobanî’den kaçıp oraya iltica etmiş…
Burada İbn-i İshak’a sormak gerekiyor: “Ey İbn-i İshak! Şayet İbrahim’le Nemrûd ve ordaki topluluk Kürt değilse, o zaman o Kürd’ün orda ne işi var? Yok madem o kişi Kürt’se, o zaman diğerleri ne? O zaman İbrahim’le Nemrûd ne?”…
Gerçi İbn-i İshak’a da o kadar yüklenmemek lazım. O da onlardan naklediyor, O da başkalarından naklediyor ve onlar kendisinden çok daha güçlü. Ne yapsın garibim? Bunun asıl çıkış noktası, Ömer’in oğlu.
Bunları da Kürtler’i kötülemek için yapıyorlar üstelik. Güyâ bu olaydan dolayı Allah Kürtler’i lanetlemiş de, bundan ötürü Kürtler kıyamete kadar asla ve asla günyüzü görmeyecekler ve bir devlet sahibi olamayacaklar da, neler neler…
İslam dîninde ırkçılık ve kavmiyetçilik kesin bir dille reddedildiği ve kınandığı halde (140), İslam topluluklarının veya Müslüman ilim erbâbının üstelik aynı şekilde Müslüman olan Kürtler’e karşı bu hasmane ve inkârcı tavırlarını anlamak, anlamlandırabilmek gerçekten zor. Sebebini ben de bilmiyorum. Bunu kendilerine sormak lazım…
Bunlar böyle yapmakla, yalnızca Kürtler’e iftira atmış olmuyorlar, bizzat Allah’a da iftira atıyorlar. Bir kere böyle birşey olmuş olsa, Allah bunu Kur’ân’da belirtir; “Ben şu kavmi lanetledim ve onların kıyamete kadar devlet sahibi olmalarına müsaade etmeyeceğim” diye âyetle bildirir.
Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de “Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevketmesin” (141) diye buyrulduğu halde, bunlar Kürtler’e olan kin, nefret ve düşmanlıklarını böyle hiç çekinmeden kusmuşlardır ve halen de kusmaya devam etmektedirler. Allah ıslah etsin, ne diyelim?…
Kesin olan bir doğru var ki, o da, Hz. İbrahim ile Hz. Sara’nın asla ve asla Kenanlı ya da Yahudî (İbrani) olmadıkları, İbrahim ile Sara’nın Kürdistanlı ve Kürt oldukları, sahip oldukları inancı veya peygamberlik misyonunu Mezopotamya topraklarından İsrail topraklarına taşıdıklarıdır. Yani bugün nerdeyse bütün dünyanın zannettiği gibi “peygamberlik” kültü veya kültürü, İsrail topraklarında ve Yahudî toplumu arasında ortaya çıkmış bir gelenek değildir. “Peygamberlik” kültü veya kültürü, Mezopotamya topraklarında ve Kürtler arasında ortaya çıkmış, onlardan da İbrahim ve Sara aracılığıyla Kenan topraklarına ve Yahudî toplumu arasında taşınarak daha sistematik bir çerçeveye oturtulmuş bir gelenektir. (142)
Hz. Sara annemizin ismi de muhtemelen Kürtçe veya Farsça bir isim olabilir. Kürtçe’de “Soğuk” anlamına geliyor. Yahudî kaynaklarında, Sara’nın isminin ilk başta “Sarai” olduğu ve bunun “Prensesim” anlamına geldiği belirtiliyor ancak hangi dilde bir sözcük olduğu açıklanmıyor. (143)
Bir Kürt kızı (144) olan ve çok yakın akrabası İbrahim’le evlendirilen Sara, aslında Kürdistan’ın prensesidir (145). Harran Kürt Kralı’nın kızıdır. (146) Fakat o ve eşi İbrahim, inançlarından ve fikirlerinden dolayı kendi toplumu tarafından dışlanır, ülkelerinden kovulurlar. (147)
Sarai’nin adı daha sonra Sara olarak değiştirilir. Bu değişikliği isteyen ve yaptıran da bizzat Allah’tır. Kenan ülkesine vardıklarında, Allah, Hz. İbrahim’e vahyederek, Sarai isminin Sara olarak değiştirilmesini emreder: “Rab, ‘Karın Sarai’ye gelince, O’na artık Sarai demeyeceksin’ dedi, ‘Bundan böyle O’nun adı Sara olacak’. O’nu mübarek kılacağım ve sana O’ndan doğacak bir oğul vereceğim. O’nu mübarek kılacağım ve milletlerin annesi haline gelecek. Halkların kralları O’ndan türeyecek.” (148)
Peki neden Sarai’nin ismi Sara olarak değiştirilmiştir? Çünkü “Sarai” kelime olarak “Prensesim” demektir ve yalnızca İbrahim’in prensesidir. Fakat O artık bundan böyle tüm milletlerin annesidir; dolayısıyla ismi sadece “Prenses” anlamına gelen “Sara” olarak değiştirilmiştir. (149)
Hz. İbrahim (as)’e her türlü işkence ve eziyeti yapan, O’nu ateşe attıran hükümdar, Nemrûd’dur. Bugün Adıyaman (Semsur)’da bir dağın adı Nemrûd Dağı’dır. Hatta bu dağdaki büyük insanbaşı heykelinin Nemrûd’a ait olduğunu söyleyenler bile var. (150)
Nemrûd, Allah’a karşı isyanda, şirk ve zûlümde çok ileri gitmişti. Öyle ki “ilahlık” taslıyor, “ölümsüz” olduğunu iddiâ ediyordu. İslam kaynaklarının bize aktardığına göre Nemrûd, insanlık tarihinde “ölümsüzlük” iddiâsında bulunan, kendisinin “ölümsüz” olduğunu iddiâ eden ilk kişidir. (151)
“Nemrûd” adı zaten Kürtçe bir kelime olup “Ölümsüz” demektir. Açılımı şu şekildedir:
mır: ölüm
mırın: ölmek
nemrın: ölmemek
omır: ömür (Arapça’da “umr”)
mırî: ölü
mırûd: ölümlü, fani
nemrûd: ölümsüz
mırdar: murdar (152)
Şanlıurfa (Rîha) vilayetimizin bir ilçesi olan ve Hz. İbrahim’in yaşadığı Harran kentinin adı da aynı zamanda Hz. İbrahim’in kardeşinin adıdır. (153) Kur’ân ve İncil’de anılmıyor, ama Tevrat’ta ismi zikredilmektedir. (154)
Her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır. Gerçek bilgi ve hakikat, ancak O’nun katındadır.
Zerdüştîlik dîni de yine Kürdistan’da ortaya çıkmış, Kürt Zerdüşt peygamberlere indirilen bir dîndir. Dünyanın en ünlü tarihçilerinden kabul edilen Antik Yunan tarihçi Heredot (M. Ö. 484 – M. Ö. 425), M. Ö. 5. yy’da kaleme aldığı “İstoríai” (Tarih) adlı meşhur kitabında açık ve net biçimde belirtmiştir ki, Zerdüşt Peygamber, Kürtler’in Macî (Magi) sülalesine mensup bir Kürt’tür ve Kürdistan’ın Urmiye şehri yakınlarındaki Rey’de bir Kürt ailenin çocuğu olarak doğmuştur. (155)
Öyle ki, Zerdüştîlik’in en kutsal üç büyük ateş tapınağından biri olan Azarguşasp Tapınağı, Doğu Kürdistan (İran Kürdistanı, Rojhılat)’daki Kürt şehri Bicar’ın kuzey bölgesindeki kutsal Ganzak (şimdiki ismi Takab) kentinde inşâ edilmiştir. Kutsal ateş tapınağı, daha sonraları yerli inançların ibadet yeri haline gelen Auzhdiş-Takara yani “Avatarlar Tapınağı”na dönüştürülmüştür. Tapınağın kalıntıları hâlâ ayaktadır. (156)
Zerdüştîlik dîninin peygamberi olan Hz. Zerdüşt (as), aslında birçok insanın sandığı gibi tek kişi değil, farklı zaman aralıklarıyla yaşamış üç ayrı kişidirler. Ve üçü de bir sıfat olarak “Zerdüşt” şeklinde isimlendirilmişlerdir. I. Zerdüşt, yaklaşık olarak M. Ö. 3000’li yıllarda yaşamış ve asıl adı Mehâbâd olan peygamberdir (bugün Kürdistan’ın bir şehri O’nun adını taşımaktadır). II. Zerdüşt, takriben M. Ö. 2040’larda yaşayan ve gerçek adı Haşeng olan peygamberdir. III. Zerdüşt ise M. Ö. 660’larda yaşayan ve kendi gerçek adı da Zerdüşt olan peygamberdir. Bizim bugün Zerdüşt Peygamber olarak bildiğimiz ve tanıdığımız kişi, bu üçüncü kişidir. (157)
Kürt senkretik dînî topluluklar üzerine yapılan araştırmalar, eski zamanlarda Mazdaizm dîninin Kürdistan’daki Kürtler arasında diğer tüm dînlere göre en yaygın olanı olduğuna dair verimli kanıtlar sağlıyor. Zerdüştîlik’i bilen herkesin bildiği gibi, bu dînin kutsal kitabı Avesta’dır ve Avesta, Tanrı (Ahura Mazda) tarafından Kürtçe indirilmiştir. (158)
Avesta’nın Eski Persçe veyahut Pehlevîce olduğuna dair iddiâlar asılsızdır, tamamen siyasîdir ve kitabın başındaki “Giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi Kürtler’i ve Kürtçe’yi kasıtlı biçimde görmezden gelen inkârcı ve yok sayıcı tutumun sonucudur. Avesta, Kürtçe’nin en eski kaynaklarından biridir. Bunun bilimsel, arkeolojik kanıtları da bulunmuştur. 30 Haziran 2016 tarihinde, Kürtler’in ataları Zerdüştîler’in el yazması olan 2 bin yıllık Kürtçe kitap bulunmuştur. Eski Avestaca olarak bilinen Kürtçe’nin Ahuramî (Hawramî) lehçesiyle yazıldığı belirtilen kitabın ceylan derisine Aramî harflerle yazıldığı ve 20 sayfadan oluştuğu belirtilmiştir. Yapılan incelemelerde kitabın yaklaşık ikibin yıllık olduğu tespit edilmiştir. Uzmanlar, 2 bin yıllık Kürtçe kitabın, Zerdüştîler olarak da bilinen Bahdinîler’den kalan ve Avesta’nın “Gatalar” (Gotin) bölümü olduğu görüşünde. Avesta’nın en eski ve en orijinal bölümleri olduğuna inanılan “Gata” (Gotin) bölümü, M. Ö. 7. yy’da yaşadığına inanılan Hz. Zerdüşt (as) Peygamber tarafından söylenen şiirlerden oluşuyor. Uzmanlar, bulunun kitabın bu şiirler olduğunu düşünüyor. (159)
Yaşadığı 10. yy’da Süryanice’den Arapça’ya birçok eser tercüme ederek İslamî ilim havzasına kazandıran Keldanî mütercim, astrolog ve simyacı İbn-i Vahşiye ya da tam adıyla Ebû Bekr Ahmed bin Ali bin Qays bin Muxtar el- Keldanî (950 – 1009), meşhur “Şewqu’l- Musteham fî Mârifet-i Rumuz’il- Eqlâm” adlı eserinde, Kürtler’in tarih boyunca çok sayıda alfabe kullandıklarını belirtmiştir. (160) Kürtler’in ataları olan Guti, Hurri, Mitanni ve Kaşi uygarlıkları çivi yazısı kullanmış, 36 harfli bu yazı sistemini Med Kürtleri 42 harfe çıkarmıştır. (161) Kutsal kitap Avesta’nın dili ve sağdan sola yazılan Avesta Alfabesi Kürtler’in ürünüdür ve birçok İranî kavim tarafından kullanılmıştır. Bu alfabe 44 veya 45 harften oluşmaktadır. (162)
Türkiye’deki mâlum Kürt ve Kürtçe düşmanı çevreler, Kürtçe olan her kelimeye Farsça etiketi giydirmekte, Kürt kültürüne ait imgelere de Fars kültürü / İran kültürü tanımlaması yapmaktadırlar. İşin ilginç yanı, bunu en çok da, “Acem” diye niteledikleri Farslar’a ve İranlılar’a dünyadaki en büyük düşmanlığı yapan, gerek tarihî gerekse mezhebî (Şiâ / Şiîlik) sebeplerle İran’dan en fazla nefret eden Türk İslamcılar’ın yapmasıdır. Örneğin bir kelime Kürtçe’de ve Farsça’da ortaksa, hemen “Farsça’dır” derler, siz “Kürtçe’dir” diye itiraz etseniz “Farsça’dan Kürtçe’ye geçmiştir” derler, hatta daha da ileri gidip “Kürtçe, Farsça’dan türemiştir” hezayanını ortaya atarlar. Halbuki Kürtçe Farsça’dan çok daha eski bir dil olup bunu Farslar da kabul ederler ve ortak kelimelerin Kürtçe’den Farsça’ya geçtiği İran’da dahi kabul edilen bir gerçektir. İran’ı ve İran toplumunu iyi bilen bir insanım. Siz kalkıp da İran’da herkesin önünde, üniversitelerde, bilimsel ortamlarda hatta devlet televizyonlarında “Farsça, Kürtçe’den türemiştir. İran kültürü aslında Kürt kültürüdür” derseniz, kimse size itiraz etmez, bırakın itirazı kimse şaşırmaz da bu dediklerinize. Çünkü bunlar İran’da herkesin kabul ettiği normal gerçeklerdir. Ama bunları Türkiye’de söylerseniz, başta Türk İslamcılar olmak üzere hemen itiraz ederler, “Olur mu ya? Kürtçe, Farsça’dan türemiştir” derler. Farslar’ın dahi kabul ettiği gerçeği onlar inkâr ediyor, Farslar’ın dahi yapmadığı itirazı onlar Farslık adına yapıyor! Normalde dünyadaki en büyük Fars düşmanları olan ve ellerinden gelse bütün Şiî Farslar’ı yok edip ortadan kaldıracak olan iş bu Türk İslamcılar, konu Kürtçe oldu mu birdenbire Farslar’dan bile daha koyu Fars millîyetçisi kesilirler. Yeter ki “Kürt anasını görmesin”, maksat bu tabiî. Bir şey Kürt olmasın da, ne olursa olsun!
Halbuki, dediğim gibi, onların itiraz ettiği ve duyduklarında genellikle terbiyesizleşip güldükleri bu hakikati Farslar’ın ve İranlılar’ın kendisi de kabul ediyor. Bizzat İran İslam Cumhuriyeti Eski Cumhurbaşkanı Mahmud Sabbağyan Ahmedinejad (1956 – halen hayatta), cumhurbaşkanı iken, 15 Kasım 2006 günü yaptığı açıklamada, “Kürdistan medeniyetin beşiğidir” demiş ve hem medeniyetin hem de İran medeniyetinin Kürtler eliyle başlatıldığını söylemiştir. (163) Bizzat İran’ın cumhurbaşkanı olarak hem de.
Her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır. Gerçek bilgi ve hakikat, ancak O’nun katındadır.
■ DÎNLER DE PEYGAMBERLİK DE KÜRDİSTAN’DA BAŞLAMIŞTIR VE KÜRTLER ELİYLE BAŞLAMIŞTIR
Çoktanrılı dünyada Tek Tanrı inancını başlatan insan olan, Tevrat’ta ve İncil’de “Firavun’un kızı” (164), Kur’ân’da “Firavun karısı” (165) denilerek bahsedilen kişi de aynı şekilde bir Kürt kadınıdır.
Mısır Firavunu’nun “Ülkede yeni doğan tüm Yahudî erkek çocuklarının öldürülmesi” emrini vermesi üzerine (166), yeni doğurduğu bebeği Hz. Musa (as)’nın öldürüleceğinden korkan annesi Hz. Yoxebed (as)’in, Allah’ın emri ve yönlendirmesiyle (167) bir sandığa / beşiğe koyup Nil Nehri’ne bıraktığı (168) bebek Musa’yı nehirde bulup kurtaran ve onu saraya alıp kendi elleriyle büyüten (169) bu kadının, “Firavun’un kızı” olduğuna inanılan Yahudî ve Hristiyan ikincil dînî kaynaklarında isminin “Batyah” (Bityah) (170) veya “Yahudiya” (Hayehudiye) (171) ya da “Thermutis” (Tharmuth) (172) yahut “Merrhoe” (Merris) (173) veyahut “İskoçya” (Scotia) (174) olduğu şeklinde farklı farklı görüşler bulunuyor. “Firavun’un karısı” olduğuna inanılan Müslüman ikincil dînî kaynaklarında ise bu kadının ismi “Asiye” (Asiye binti Muzahim) (175) olarak geçiyor.
Peki kimdir bu Asiye? Gerçek kimliği nedir? Tevrat’ta “Bat-Paroh” (הבת־פרע) yani “Firavun’un kızı”, Kur’ân’da ise “İmreât-u Fir’awne” (فِرْعَوْنَ ٱمْرَأَتُ) yani “Firavun’un karısı” denilerek bahsedilen bu kadın gerçekte kimdir?
Tevrat, İncil ve Kur’ân’da, bebek Hz. Musa’yı Mısır’daki Nil Nehri’nde bulup kurtaran ve sahiplenerek saraya alan kadın olarak anlatılan Hz. Asiye (as) annemiz (176), bugünkü Kürdistan topraklarında, Türkiye ile Suriye arasında ikiye bölünmüş bugünkü Serê Kanî (Türkiye tarafı Ceylanpınar, Suriye tarafı Raselayn) şehrinde doğmuş bir Kürt kızıdır ve gerçek ismi Taduxepa (Taduxipa)’dır. (177)
Daha sonra Mısır Firavunu ile evlendirilip Nefertiti adıyla Mısır Kraliçesi olan Hz. Asiye, her ne kadar Mısır Kraliçesi ise de, aslen Mısırlı değildir, kendisi aslen Kürdistanlı olup bir Kürt kadınıdır. (178) Nefertiti, Mitanni Kürt Krallığı’nın başkenti olan Vaşşuganni şehrinde doğmuştur (179) (bu şehir, bugünkü Urfa / Riha ilinin Ceylanpınar / Serê Kanî ilçesi yakınlarında, bugünkü Rojava sınırı yani Türkiye – Suriye sınırı üstüne düşen bir yerde kurulmuştu) ve Mitanni Prensesi olan bir Hitit Kürt kızıdır. (180) Daha sonra gelişen Mısır – Mitanni ilişkilerinin sonucu olarak Mısır’a gelin gitmiş, Mısır Firavunu III. Amenhotep ile evlenerek Mısır Kraliçesi olmuştur. (181) Çok güzel bir kadın olan Taduxepa (Nefertiti, Hz. Asiye), Kürdistan’dan Mısır’a gelin geldikten sonra, Mısırlılar kendisine “Nefertiti” ismini takmışlardır ve bu ifade Eski Mısır dilinde “Güzel Kadın Geldi” veya “Güzellik Geliyor” demektir. (182) Nefertiti’nin gerçek ismi Taduxepa (Taduxipa)’dır. (183)
M. Ö. 1500 – M. Ö. 1300 yılları arasında 200 yıl hüküm sürmüş (184) olan Mitanni Kürt Krallığı, bereketli Mezopotamya topraklarında Kürtler’in kurduğu en kadim devletlerden biridir. Başta Polonya asıllı ABD’li ünlü Asurolog ve tarihçi Ephraim Avigdor Speiser (1902 – 65) olmak üzere (185) pekçok Batılı ve Doğulu bilim adamları tarafından bugünkü Kürtler’in ataları olarak kabul edilen (186) ve Arî ırkına mensup Mitanniler, Zağros topluluğunun bir kolunu teşkil eden Subariler’in bir koludur. Daha doğrusu Subariler’in yönetici tabakasından olanlarının adıdır. (187)
Mitanni Kürt Krallığı’nın başkenti, Vaşşuganni şehri idi. (188) Bu şehir, bugünkü Şanlıurfa (Riha) ilinin Ceylanpınar (Serê Kanî) ilçesi yakınlarında, bugünkü Rojava sınırı (Türkiye – Suriye sınırı) üstüne düşen bir yerde kurulmuştu. (189)
Mitanni Kürt İmparatorluğu’nun başkenti olan “Vaşşuganni” şehrinin ismi de, pekçok bilim insanı, tarihçi ve dilbilimcinin belirttiğine göre Kürtçe’dir ve Kürtçe’de “iyi pınar” veya “pınar başı” anlamına gelen “Başukani” ifadesinden doğmadır. (190) Bu da Mitanniler’in Kürt olduklarına dair başka bir net ve bariz delildir. Ne ilginçtir ki, bugün aynı yerde kurulu ve Türkiye ile Suriye arasında ikiye bölünmüş “Ceylanpınar” (Türkçe) ve “Raselayn” (Arapça) ilçelerinin eski gerçek ismi de “Serê Kani” (Kürtçe) olup, şehir halen Kürtler tarafından bu isimle anılıyor ve Kürtçe’de “Pınarbaşı” demektir. (191)
Nefertiti’nin Hz. Asiye’nin tâ kendisi olduğunu gösteren hayatî önemdeki emareler ortadadır: Nefertiti, M. Ö. 1370 – M. Ö. 1330 yılları arasında yaşamıştır (192), yani Hz. Musa ile aynı dönemde (193). Tarihler bellidir. Kraliçe olduğu tarihler, M. Ö. 1351 – M. Ö. 1334 yıllarıdır. (194) Musa doğduğunda Mısır’ın kraliçesi olan kadın Nefertiti’dir, dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen, bebek Musa’yı nehir sularından çıkarıp kurtaran ve sarayına alıp kendi elleriyle büyüten “Firavun’un karısı” (195), Nefertiti’den başkası olamaz. Böylece bahsi geçen Firavun da Nefertiti’nin ilk kocası III. Amenhotep (M. Ö. 1401 – M. Ö. 1351) oluyor. Nefertiti daha sonra O’nun oğlu (daha doğrusu evlatlığı) IV. Amenhotep (M. Ö. 1372 – M. Ö. 1334) ya da sonradan kendisine seçtiği ünvânla Axenaton ile evlenmiştir. Kutsal metinlerde anlatıldığı şekliyle olaya baktığımızda, Hz. Asiye’nin Firavun kocasına karşı baskın bir yapısının olduğunu, ona sözünü geçirtebildiğini, edilgen değil etken bir karaktere sahip güçlü bir kadın olduğunu görüyoruz. Nefertiti de aynen böyle bir kadındı. Hatta Nefertiti zamanında Mısır’ı Firavun değil karısı Nefertiti yönetiyordu denebilir. Nefertiti, devlet yönetiminde kocası Axenaton’la aynı seviyede bulunuyordu. Firavun’un devlet idaresinde sahip olduğu tüm yetkilere O da sahipti. Bu durum Mısır’da alışkın olunan bir uygulama olmadığından halk ve özellikle dîn adamları hiç memnun değildi. (196) En önemli ve “can alıcı” benzerlik de şu: Nefertiti, çoktanrılı bir inanca sahip olan Mısır’da Tek Tanrı inancını başlatan kişidir. Şirke, tuğyana ve putperestliğe karşı mücadele eden Nefertiti, yaşamı ve iktidarı boyunca Tevhîd mücadelesi vermiş, insanları putlara ve sahte ilahlara değil, evrenin gerçek yaratıcısı olan Tek İlah’a imân ve ibadet etmeye çağırmıştır. (197) Mü’mîn ve muvahhid bir kadın olan ve Mısır’da “dînî bir devrim” gerçekleştiren Nefertiti, sonunda Tanrı’ya olan inancı nedeniyle acımasızca şehîd edilmiştir.
İşte Tevrat, İncil ve Kur’ân’da, bebek Hz. Musa’yı Mısır’daki Nil Nehri’nde bulup kurtaran ve sahiplenerek saraya alan kadın olarak anlatılan Hz. Asiye (Nefertiti; Taduxepa), M. Ö. 1366 tarihinde Mitanni Kürt Krallığı’nın başkenti Vaşşuganni’de doğdu, yani bugünkü Serê Kanî (Ceylanpınar / Raselayn) şehrinde. (198)
Taduxepa (Hz. Asiye), Mitanni Kralı Tuşratta (iktidar yılları M. Ö. 1382 – M. Ö. 1342) ve Mitanni Kraliçesi Yuni çiftinin kızıdır. (199) Mitanni Kürt krallık ailesi Tuşratta – Yuni çifti, M. Ö. 1366 yılında dünyaya gelen kızlarına Taduxepa (Taduxipa) ismini koyarlar. Yeni doğan Mitanni Prensesi’ne bu “Taduxepa” ismi, o zamanki Mitanni / Hurri / Hitit dînindeki Hava (İklim) Tanrısı Teşşup’un karısı olan Hava Tanrıçası Xepat’a atfen verilmiştir. Taduxepa’nın halası (Mitanni Kralı Tuşratta’nın kızkardeşi) Giluxepa’nın ismi de aynı Tanrıça Xepat’ın adından gelmedir. Aynı şekilde bir Kürt uygarlığı olan Hititler’de, aynı zaman diliminde yaşamış Hitit Kraliçesi Puduxepa’nın ismi de Tanrıça Xepat’tan alınmadır. (200)
“Taduxepa”, eski Mitanni Kürtçesi’nde “Xepat’ın hediyesi” (Hava Tanrıçası Xepat’ın verdiği armağan) demektir. Günümüzde Ortadoğu’da konuşulan Kürtçe, Türkçe, Farsça, Arapça gibi dillerde yer alan “hava” kelimesinin eski Mitanni / Hurri / Hitit dînindeki Hava Tanrıçası Xepat’ın adından türemiş olması kuvvetle muhtemeldir. (201)
Hava (İklim) Tanrıçası Xepat, Kürtler’in antik çağlardaki ataları olan Hurriler tarafından “yaşayan her şeyin annesi” olarak kabul edilen Ana Tanrıça’dır. (202) Bu isim, çok daha sonra ortaya çıkan semavî dînlerde (Yahudîlik ve İslamiyet) “tüm insanların annesi olan ilk kadın” olarak Havva ismiyle karşımıza çıkmaktadır. (203) Antik medeniyetlerdeki “yaşayan her şeyin annesi” olan Ana Tanrıça Xepat (Havva), sonrasında gelen semavî dînlerde “yaşayan her şeyin annesi” olan ilk insan (ilk kadın) hüviyetine büründürülmüştür. (204)
Her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır. Gerçek bilgi ve hakikat, ancak O’nun katındadır.
Sonrası mâlum…
Semavî dînler başlıyor ve bu süreç Musevîlik, Hristiyanlık ve İslam olarak Hz. Deborah (as), Hz. Hannah (as), Hz. Abigail (as), Hz. Hulda (as), Hz. İlyas (as), Hz. Yunus (as), Hz. Naxum (as), Hz. Zulkarneyn (as), Hz. Esther (as), Hz Nadya (as), Hz. Anna (as), Hz. Zekeriya (as), Hz. Meryem (as), Hz. Yahya (as) ve Hz. İsa (as) ile devam edip Hz. Muhammed (sav)’e kadar gelyor.
Kutsal kitap Tevrat’ın bildirdiğine göre, Hz. Yunus (as)’un peygamberlik yaptığı yer, Ninova (bugünkü Güney Kürdistan’da, Musul’un da içinde olduğu il) bölgesidir. (205)
Ünlü Türk seyyah Evliya Çelebi (1611 – 82), Hz. Yunus Peygamber’in konuştuğu dilin Kürtçe olduğunu belirtmekte, ayrıca Kürtçe’nin zenginliğine övgüler dizmektedir. “Seyahâtname” adlı ölümsüz eserinde bunu şöyle kaleme almaktadır (olduğu gibi paylaşıyorum): “Lisân-ı Ekrâd, fesâhat ü belâğat üzre tekellüm eder. Hazret-i Yûnus aleyhi’s-selâm diyâr-ı Musul’da sâkin iken Kürd lisânın söylemiş ola.” (206)
Yine Hz. Naxum (as) da aynı bölgede yaşamış bir peygamberdir. (207) Kürdistan’da, Ninova ovasındaki Elquş’ta dünyaya gelen ve bu yüzden Naxumê Elquşî olarak da çağrılan Naxum Peygamber’e ait türbe bugün hâlâ ayakta duruyor. (208)
Takriben M. Ö. 700 ilâ M. Ö. 600’lü yıllarda yaşamış olan Hz. Naxum ve öğrencileri dînî düşünceleri ile Asur şiddetine karşı her zaman tehlike olmuşlardır. Tevrat’ın “Naxur” kitabında Ninova’nın ve Asur’un yıkılışından bahsedilir. (209)
Irak ve Kürdistan’da yaşayan tüm Yahudîler İsrail’e döndükten sonra Baas rejimi yıkılana kadar da geri dönüp kutsal mekânlarını ziyaret edemiyorlardı. Ancak rejimin yıkılması ve Kürt iktidarının güçlenmesi ile son 20 yılda dünyanın her tarafında yaşayan Yahudîler gelip Kürdistan’daki kutsal mekânlarını gezebiliyor. Naxum Peygamber’in türbesi koskoca bir tarihin canlı tanığı gibi duruyor. Eski olduğu kadar değerli bir tarih hazinesi gibi Kürdistan topraklarında bulunuyor. Bu türbenin varlığı yöre halkı için de önemli manevî kaynak oluyor. (210)
Her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır. Gerçek bilgi ve hakikat, ancak O’nun katındadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de, kendisinden Zûlqarneyn ismiyle bahsedilen bir karakter var. “Kehf” sûresinde ismi geçer ve şöyle bahsedilir:
“Bir de sana Zûlqarneyn hakkında soru soruyorlar. De ki: ‘Size ondan bir anı okuyacağım’:
Biz onu yeryüzünde kudret sahibi kıldık ve kendisine her konuda bir yol verdik. O da (batıya doğru) bir yol tuttu. Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar buldu. Orada (kâfir) bir kavim gördü. ‘Ey Zûlqarneyn! Ya (onları) cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın’ dedik. Zûlqarneyn, ‘Her kim zûlmederse, biz onu cezalandıracağız. Sonra o Rabb’ine döndürülür. O da kendisini görülmedik bir azaba uğratır’ dedi, ‘Her kim de imân eder ve salih amel işlerse, ona mükâfat olarak daha güzeli var. Ona emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz.’
Sonra yine (doğuya doğru) bir yol tuttu. Güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu kendileriyle güneş arasına örtü koymadığımız bir halk üzerine doğar buldu. İşte böyle. Şüphesiz biz onun yanındakileri ilmimizle kuşatmışızdır.
Sonra yine bir yol tuttu. İki dağ arasına ulaşınca, bunların önünde, neredeyse hiçbir sözü anlamayan bir halk buldu. Dediler ki: ‘Ey Zûlqarneyn! Yecüc ve Mecüc (adlı kavimler) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktadırlar. Onlarla bizim aramıza bir engel yapman karşılığında sana bir vergi verelim mi?’ Zûlqarneyn, ‘Rabbim’in bana verdiği daha hayırlıdır. Şimdi siz bana gücünüzle yardım edin de, sizinle onların arasına sağlam bir engel yapayım’ dedi, ‘Bana demir madeni getirin’. İki yamacın arasındaki boşluğu (dağlarla) bir hizaya getirince, ‘Körükleyin!’ dedi. Demiri eritip kor (gibi) yapınca da, ‘Bana erimiş bakır getirin, bunun üzerine boşaltayım’ dedi.
Artık onu ne aşabildiler, ne de delebildiler. Zûlqarneyn, ‘Bu, Rabbim’in bir râhmetidir. Rabbim’in vaadi gelince onu yerle bir eder. Rabbim’in vaadi gerçektir’ dedi.” (211)
Kur’ân’daki bu âyetlerde Zûlqarneyn denilerek bahsedilen imparator, birçok İslam âlimine ve Kur’ân müfessirine göre, Kürtler (Medler) ve Farslar (Persler) tarafından İran topraklarında kurulan ve M. Ö. 550 – M. Ö. 330 yılları arasında hüküm süren Zerdüştî bir devlet olan Axamenîş İmparatorluğu’nun kurucusu olan ve Büyük Kiros, Büyük Keyhüsrev ve II. Kiros olarak da anılan Büyük Kuroş / Kuroşa Mezın (M. Ö. 576 – M. Ö. 529)’dır. Zulqarneyn’in Axamenîş İmparatoru Büyük Kiros olduğunu söyleyen Müslüman ilim erbâbının isimlerini (ve aşağıda kaynaklarıyla dipnot olarak) tek tek veriyorum: Hindistanlı düşünür ve yazar Mewlânâ Muhammed Ali (1874 – 1951) (212), Hindistanlı dünyaca ünlü İslam âlimi ve Hindistan Millî Bağımsızlık Mücadelesi’nin en üst düzeyde siyasî liderlerinden biri olan Mewlânâ Seyyîd Ebû’l- Kelam Ğulam Muhiyuddîn Ahmed bin Xayruddîn el- Hûseynî Azad (1888 – 1958) (213), 20. yy’da İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük düşünürlerden biri olan Pakistanlı ünlü İslam âlimi Mewlânâ Ebû’l- Âlâ el- Mevdudî (1903 – 79) (214), 20. yy’da İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük düşünürlerden biri olan İranlı ünlü İslam âlimi ve filozof Allame Seyyîd Muhammed Hûseyn Tabatabaî (1903 – 81) (215), Pakistanlı dînbilimci ve filozof Israr Ahmed (1932 – 2010) (216), İranlı dînbilimci Nasır Mekarem Şirazî (1927 – halen hayatta) (217) ve Pakistanlı dînbilimci Cevad Ahmed Ğamidî (1952 – halen hayatta) (218).
Tarih ve tarihçiler bu devletten “Axamenîş (Hexamenîş) İmparatorluğu” diyerek bahseder ama devletin ismi zaten eski Medce / Persçe’de “İmparatorluk” anlamına gelen “Xşaşşa” ()’dır. (219)
Devletini kurduktan sonra Büyük Kiros fetih hareketlerine girişti. Bu fetihlerde ise Babil, Fenike gibi zengin yerleri fethedip ülkeyi zengin bir krallık haline getirmiştir. Med, Urartu, Manna devletlerini, Lidya’yı da ele geçirip tüm Kürdistan’ı ve Anadolu’yu hakimiyeti altında birleştirmiştir. Kürdistan’ı ve Anadolu’yu ele geçirdikten sonra Babil’e saldırmış ve orayı fethedip kendini ayrıca Babil Kralı da ilan etmiştir. Büyük Kiros’un 30 yıl süren saltanatı boyunca Axamenîş İmparatorluğu, Filistin / İsrail topraklarını da içine alarak neredeyse tüm Ortadoğu’yu hükümdarlığı altına almıştır. Ortadoğu’nun ve Orta Asya’nın tümünü, Kuzeydoğu Afrika’yı ve Avrupa’da Balkanlar’ın doğu kıyılarını ele geçirmiştir. Bugünkü Yunanistan ve Mısır topaklarından bugünkü Hindistan topraklarına kadar uzanan devâsâ bir coğrafyaya hükmeden büyük bir imparatorluk haline gelmiştir. (220)
Ege ve Akdeniz’den Hind Okyanusu ve Bengal Körfezi’ne, Nil deltasından İndus vadisine dek uzanan Axamenîş İmparatorluğu’nun toprakları, 5, 5 milyon km²’lik devâsâ bir coğrafyayı kapsıyordu. (221)
“Guinnes Rekorlar Kitabı”, Axamenîş İmparatorluğu’nu “tüm zamanların en büyük imparatorluğu” olarak niteler ve Axamenîş’in toplam nüfûsunu da verir. Buna göre; M. Ö. 500 yıllarında dünyanın toplam nüfûsu 112 milyon 400 bin iken, sadece Axamenîş devletinin nüfûsu 49 milyon 400 bindir. “Guinnes Rekorlar Kitabı”na göre, o dönemde dünya nüfûsunun % 44’ü Axamenîş vatandaşıydı. (222)
Böylesine büyük ve kudretli bir imparatorluğun, ilk başlarda zalim ve gaddar olduğu düşünülebilir. Ama aslında hayır, tam tersi: Axamenîş İmparatorluğu adil ve hakkaniyetli bir yönetime sahipti; farklı dîn, dil, kültür, etnik köken ve inanca saygılı, adaletin ve hoşgörünün hakim olduğu bir devlet anlayışına sahipti. (223)
Axamenîşler zaten Zerdüştîlik dînine mensup idiler ve haliyle Tek Tanrı inancına sahiptiler. (224) Kutsal kitabı Avesta’ya bağlı olan ve Evrenin Yaratıcısı Olan Tek Tanrı Ahura Mazda’ya (Musevîlik’te Yehova, İslamiyet’te Allah) imân eden Zerdüştîler, felsefî yönü ile önplana çıkan Zerdüştîlik’in insan ve doğa sevgisi, insanî erdemlerin yüceltilmesi ve karşılıklı hoşgörü öğretileri ışığında hareket ettikleri için, dönemin şartlarına göre çok ileri bir hoşgörü anlayışına sahiptiler ve bunu devlet yönetimine de egemen kılmışlardı. Çünkü kutsal kitap Avesta, bu erdemi tavsiye eder, erdemli bir toplum olmayı ve erdemli bir dünyayı emreder. (225)
Kutsal kitap Avesta’nın “erdemli bir toplum – aydınlık bir ülke” ilkesi ışığında hareket eden Zerdüştî Axamenîş İmparatorluğu, pekçok tarihçi ve bilim insanının kaydettiği üzere, insan hakları ve siyasî hoşgörü temelinde bir devlet sistemi kurmuşlar, kurdukları bu muazzam medeniyet de insan hakları ve farklılılara hoşgörü noktasında insanlık tarihine öncülük etmiş, bu sevgi ve erdem kültürü buradan dünyanın diğer yerlerine sirayet etmiştir. Büyük Kiros, bu mirasla modern İran millî kimliğinin oluşmasında başat rol oynamıştır. (226) Hatta birçok tarihçi ve bilim insanı, daha sonraları Yunanistan’da ortaya çıkan felsefî ilerleme ve yeşeren Demokrasi kültürünün, Axamenîş etkisiyle gerçekleştiğini ve Antik Yunan Medeniyeti’nin Zerdüştî Axamenîş Medeniyeti’nden etkilendiğini belirtmektedirler. Hatta birçok Atinalı’nın günlük yaşamlarında Axamenîş kültürünü yaşattıkları dahi tarihçiler tarafından kaydedilmektedir. (227)
İranlı büyük sosyolog ve düşünür Ali Şeriatî (1933 – 77), bir başyapıt durumundaki “Medeniyet ve Modernizm” adlı kitabında, “Yunan Medeniyeti’ni Kürdistan’dan Yunanistan’a giden Kürtler kurmuştur” derken (228) kastettiği süreç budur.
Büyük Kiros ve Hexamenîşler’in taşıdığı yüksek ahlâk ve başka toplumlara iyi örnek olmaları, Zerdüştîlik dîninin doğuda tâ Çin’e kadar yayılmasında etkili olmuştur. (229)
Büyük Kiros ile ilgili en eski kaynaklar, çivi yazısı biçimindedir. 1850 yılında bugünkü Irak’ın güneyindeki antik Ur şehrinde bulunan “Kiros Silindirleri”, yazılı dört satırlı bir tuğra kitabeye sahiptir. (230)
Zerdüştî Hexamenîş İmparatorluğu ve kurucusu Büyük Kiros’un en önemli özelliklerinden biri de, hatta ele aldığımız konu itibariyle bizler için en önemli yönü ve bütün bunları anlatmamızın sebebi, Büyük Kiros ve Hexamenîşler’in, Babil Sürgünü’nden beri onyıllardır köle statüsünde yaşayan İsrailliler’i özgürlüklerine yeniden kavuşturmasıdır. (231) Büyük Kiros, yalnızca Yahudîler’i sürgünden kurtarmakla ve özgürlüklerine yeniden kavuşturmakla yetinmemiş, İkinci Tapınak (İkinci Bet Amikdaş) da dahil olmak üzere Kudüs (Yeruşalayim)’in çoğunun yeniden inşâsına izin vermekle de onurlandırılmıştır. (232) Bu yüzden Büyük Kiros’un Babil fethi, Tevrat’ta övülmektedir. (233)
Kürdistan’daki Bitlis ilmizin gerçek (eski) adı da “Zûlqarneyn” olup, ismini Kûr’ân’da da ismi zikredilen Zûlqarneyn’den almaktadır. (234)
Her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır. Gerçek bilgi ve hakikat, ancak O’nun katındadır.
Son olarak, Hz. Meryem (as) ve oğlu Hz. İsa (as)…
Kutsal kitap İncil’in “Matta” kitabında, Hz. Meryem’in Hz. İsa’yı dünyaya getirmesi ve akabinde yaşananlarla ilgili anlatılan çok ama çok ilginç bir olay var. İncil’den olduğu gibi aktaralım:
“İsa’nın Kral Hirodes devrinde Yahudiye’nin Bethlehem kentinde doğmasından sonra bazı yıldızbilimciler doğudan Yeruşalayim’e gelip şöyle dediler: ‘Yahudiler’in kralı olarak doğan çocuk nerede? Doğuda onun yıldızını gördük ve ona tabi olmaya geldik.’ Kral Hirodes bunu duyunca kendisi de bütün Yeruşalayim halkı da tedirgin oldu. Bütün başkâhinleri ve halkın dîn bilginlerini toplayarak onlara Mesih’in nerede doğacağını sordu. ‘Yahudiye’nin Bethlehem kentinde’ dediler. ‘Çünkü peygamber aracılığıyla şöyle yazılmıştır: ‘Ey sen, Yahuda’daki Bethlehem, Yahuda önderleri arasında hiç de en önemsizi değilsin! Çünkü halkım İsrail’i güdecek önder senden çıkacak’.’
Bunun üzerine Hirodes, yıldızbilimcileri gizlice çağırıp onlardan yıldızın göründüğü anı tam olarak öğrendi. ‘Gidin, çocuğu dikkatle arayın, bulunca bana haber verin, ben de gelip ona tabi olayım’ diyerek onları Bethlehem’e gönderdi.
Yıldızbilimciler Kral’ı dinledikten sonra yola çıktılar. Doğuda görmüş oldukları yıldız onlara yol gösteriyordu, çocuğun bulunduğu yerin üzerine varınca durdu. Yıldızı gördüklerinde olağanüstü bir sevinç duydular. Eve girip çocuğu annesi Meryem’le birlikte görünce yere kapanarak ona tabi oldular. Hazinelerini açıp ona armağan olarak altın, günnük ve mür sundular. Sonra gördükleri bir düşte Hirodes’in yanına dönmemeleri için uyarılınca ülkelerine başka yoldan döndüler.” (235)
İncil’in bu âyetlerinde, İsa’nın Bethlehem kentinde doğmasından sonra, doğuda O’nun yıldızını gören bazı yıldızbilimcilerin doğudan çıkıp Kudüs (Yeruşalayim)’e geldikleri ve bebeği (İsa’yı) aradıkları, “Doğuda onun yıldızını gördük ve ona tabi olmaya geldik” dedikleri anlatılıyor. Bunlar kendileriyle beraber hediye olarak altın, günnük ve mür getirmişler.
İncil’de bunların kim oldukları, isimlerinin ne olduğu ve kaç kişi oldukları ile ilgili bilgi verilmez. Sadece “doğudan” geldikleri ve “yıldızbilimci” oldukları belirtilir. Hristiyanlık inancının farklı kollarında, sayılarının 2 kişi, 3 kişi, 4 kişi, 6 kişi veya 12 kişi olduğuna dair çeşitli varsayımlar bulunuyor. (236) Bu müneccimler, kendileriyle beraber üç tane hediye getirdikleri için, 3. yy’da doğan Batı Hristiyan mezhepleri bunların 3 kişi olduğuna inanmış ve böyle kabul etmişlerdir. (237) Fakat Doğu Hristiyanlığı, özellikle de Süryanî Kilisesi bunların sayısını 12 olarak kabul etmiştir. (238)
İsa’nın Bethlehem kentinde doğmasından sonra, doğuda O’nun yıldızını görüp oraya gelen bu yıldızbilimcilere “Macî” (Macus; Mecus; Magi; Magoi) denmektedir. (239)
Hristiyan dünyasının 6 Ocak günü kutladığı “Heilige Drei Könige” (Kutsal Üç Kral) adlı dînî bayram, işte bu yıldızbilimcilerden dolayıdır. İsa’nın Bethlehem kentinde doğmasından sonra, doğuda O’nun yıldızını görüp oraya gelen bu üç kişiyi anmaktadırlar.
Batı dillerinde bu adamları nitelemek için kullanılan “Magi” kelimesi, Yunanca orijinal İncil’de “Máğos” (Mάγος) şeklinde geçtiğinden dolayıdır. Çoğulu “Máğoi” (Mάγοι) biçimindedir. Genellikle “Sihirbazlar” veya “Müneccimler” için kullanılır. Bu da Latince’deki “Magus”tan alınmadır. (240) Bunun kökeni de kutsal kitap Avesta kökenlidir. Kürtler’in (Medler) ve Farslar’ın (Persler) o zamanki dîni olan Zerdüştîlîk dîninin kutsal kitabı Avesta’nın “Yasna” bölümünde geçen “Ya sirûyê parê Macîyano” (Böylece Macîler’in ötesinde duyulabilirim) âyetine dayanır. (241)
Bilim insanlarına ve dînler uzmanlarına göre, Macîler, Zerdüştîlik’teki dîn adamları sınıfını ifade eder. (242) Aynı şekilde, daha Hristiyanlık dîni ortaya çıkmadan ve İsa’dan çok önce, eski Yunan tarihçileri Herodot (M. Ö. 484 – M. Ö. 425) ve Strávon (M. Ö. 64 – M. S. 24) ile Mısırlı Yahudî dîn bilgini ve filozof İskenderiyeli Filon Yedidia (M. Ö. 20 – M. S. 45) da, “Macî” kelimesini Zerdüştî dîn adamlarını tanımlamak için kullanmışlardır. Bazen bu “sihirbazların” Babil Yahudî toplumundan etkilenmiş olabileceğine inanılır. (243) Macîler, sonradan Zerdüştîlik’in Zurvanîlik mezhebini oluştururlar. Ancak 10. yy’dan sonra Zurvanîlik ile ilgili hiçbir kayda rastlanmaz. (244)
19. yy’da yaşayan dünyaca ünlü İspanyol tarihçi Modesto Lafuente y Zamalloa (1806 – 66), İsa’nın doğum yıldızını gören yıldızbilimcilerin doğudan kalkıp Kudüs’e gelmesini “Kürtler’in yolculuğu” olarak adlandırmaktadır. (245)
ABD’li ünlü tarihçi, dînler uzmanı ve yazar Stephen Lee Mansfield (1958 – halen hayatta), İncil’de anlatılan kıssadaki yıldızbilimcilerin Zerdüştî Kürtler olduklarını kaleme almış önemli bir Batılı bilim adamı ve akademisyendir. Mansfield, İsa’nın doğum yıldızını görünce Kürdistan’dan kalkıp Kudüs’e gelen bu yıldızbilimcilerin Kürt olduklarını söylemektedir. (246)
İncil’de bahsedilen Macîler’in Kürdistan’dan gelen Zerdüştî Kürtler olduğunu ve İsa’nın doğum yıldızını görüp geldiklerini belirten bilim insanlarından biri de ABD’li ünlü tarihçi ve seyyah Dana Adams Schmidt (1915 – halen hayatta)’tir. (247)
Fransız tarihçi ve diplomat Gilles Lanneau (? – halen hayatta), İncil’de bahsedilen Macîler’in Kürdistan’dan gelen Zerdüştî Kürtler olduğunu ve İsa’nın doğum yıldızını görüp geldiklerini belirten diğer bir önemli araştırmacıdır. Lanneau, bu Kürt yıldızbilimcilerin Zağros Dağları eteklerinden kalkıp Kudüs’e geldiklerini anlatmaktadır. (248)
Yukarıda da belirttiğimiz üzere, İncil’de İsa’nın doğum yıldızını görüp gelen müneccimlerin (yıldızbilimcilerin) “doğudan” geldikleri söylenirken coğrafya ismi verilmemesi ve İsa’nın doğduğu dönemde Zerdüştîlik dîninin egemen olduğu imparatorluğun sınırlarının batıda Balkanlar’dan başlayıp doğuda Hindistan’a kadar uzanan devâsâ bir coğrafyayı kapsamasından dolayı, yıldızbilimcilerin geldikleri coğrafyayı tam olarak tespit etmek oldukça meşakkatlidir. Fakat konuyu derinlemesine araştırmış ve alanında da uzman olan pekçok tarihçi, bu yıldızbilimcilerin Kürt olduklarını ve Kürdistan’dan geldiklerini kaydetmişlerdir. İncil’de bahsedilen yıldızbilimci Macîler’in Zerdüştî Kürtler olduğunu ve İsa’nın doğum yıldızını Kürdistan’da görüp Kudüs’e geldiklerini belirten kaynakları aşağıda dipnot olarak sunuyorum. (249)
Bu yıldızbilimcilerin hatta Kürdistan’ın tam olarak neresinden geldiklerini söyleyen araştırmacılar da olmuştur. Örneğin Alman tarihçi ve dilbilimci Nadine Pungs (1981 – halen hayatta), İsa’nın doğumundan sonra Kudüs’e O’nu görmeye gelen bu Kürt yıldızbilimcilerin bugünkü İran Kürdistanı’ndaki Hemedan kentinden geldiklerini yazmıştır. (250)
Süryanîler’in ve Keldanîler’in anlatımlarına göre bu 12 Macî (yıldızbilimci), bugünkü Mardin (Mêrdîn) ilimizin Midyat (Midyad û Éstil) ilçesi ve çevresini içine alan Tur Abdin (Turabdîn) bölgesinden yola çıkıyorlar. Önce bugünkü Midyat’ın Anıtlı (Hax) köyüne geliyorlar. Hax’ta 9 Macî kalıyor ve 3 kişi Kudüs ve Bethlehem’e gidiyor. Giden 3 Macî geri döndüklerinde beraberlerinde Hz. İsa’nın bir elbisesini getiriyorlar. Fakat 12 Macî’nin her biri elbiseye sahip olmak istediğinden dolayı anlaşamıyorlar. En sonunda Hax’ta elbiseyi yakıyorlar. Elbisenin yakıldığı yerde bugün bir kilise var. Macîler’in her biri elbisenin külünden bir parça almak isterken, kül üzerinde İsa ve Meryem’in resminin olduğu 12 altın madalya buluyorlar. Macîler bunu bir mucize olarak değerlendiriyor ve Hax Kilisesi’ni inşâ ediyorlar. (251)
Bazı kaynaklarda ise İsa’nın doğum yıldızını görüp Kudüs ve Bethlehem’e giden bu Kürt yıldızbilimcilerin, Kürdistan’ın bugünkü Urmiye (İran Kürdistanı) ve Amêdîye (Irak Kürdistanı) kentleri arasındaki bir bölgeden yola çıktıkları söylenmektedir. (252)
Hemedan, Midyat, Urmiye ve Amêdîye olasılıkları içinde, doğru olma ihtimali en “yüksek” şehir, Amêdîye’dir. Yüksek bir dağın üzerinde kurulu Amêdîye, öteden beri dînlerin harmanlandığı bir şehirdir ve ayrıca dağın üstünde kurulu olmasından ötürü astronomi (yıldızbilim) çalışmalarının gelişmiş olması da normaldir.
Türkiye sınırına sadece 10 km mesafede, Hakkari (Çolamerg) ilinin Çukurca (Çelê) ilçesinin hemen karşısında, Şırnak (Şehr-i Nûh) ilinin Uludere (Qîlaban) ilçesinin de çapraz hizasında yer alan Amêdîye, Güney Kürdistan (Irak Kürdistan Federe Devleti) topraklarında, Duhok ilinin bir ilçesi ve Duhok il merkezine 70 km mesafede bulunuyor. Dünyanın hem en güzel, hem de en ilginç şehirlerinden biridir, Amêdîye. Çünkü yerde, Kürdistan dağlarının eteklerinde değil, tepesinde kurulmuştur. Deniz seviyesinin tam 1426 m yükseğinde kurulmuş bir şehir. Etrafı ise tamamen surlarla çevrili. Günümüzde toplam 1200 evden müteşekkil bir şehirdir ve bu evlerde toplam 6 bin insan yaşar. (253)
Pekçok tarihçi ve araştırmacı, Hz. İsa’nın doğum yıldızını görüp Kudüs’e O’nu görmeye giden Zerdüştî Kürt Macîler’in bugünkü Amedîye şehrinden oldukları ve Amêdîye’den yola çıktıkları konusunda fikirbirliği içindedir. Amêdîye, doğru olma ihtimali en “yüksek” yerdir. (254)
Macîler (Magoi), Med İmparatorluğu’nu oluşturmak için birleşmiş olan 6 Kürt kabilesinden biriydi. Macîler, Ortadoğu’daki Kürt halkının atalarıdır. Peygamber Hz. Mehâbâd (as) yani I. Zerdüşt, Mithra dînini kurduktan beri vaiz olarak çalışıyorlar. Bunlar toplumun dîn öğretimi ve astroloji eğitimi ile meşgul bir kesimiydi. Eski günlerde Airyanem (İran) halkının eğitimli bir kesimi olan bilim adamları ve bilginlerdi. Macî (Magi), bilim adamlığı ile dîn adamlığını birleştirmiş bir meslekti. Macîler, bilim ile dînin senteziydi. Astroloji okudular ve ayrıca Mithra dînini ve daha sonra Zerdüştîlik dînini insanlara öğrettiler. Macîler bu iki dînin vaiziydi. İnsanlığın ve Dünya’nın geleceğini de tahmin edebilecek kadar bilgelik ve hikmet ile donanımlı bilim insanları grubuna dönüştüler. (255)
Size çok daha ilgincinize gidecek ve oldukça şaşıracağınız bir başka bilgi vereyim: Dînlerinin bir parçası olarak, bu Macî Kürtleri, yıldızlara özellikle dikkat ettiler ve o zamanlar bir bilim olarak kabul edilen astroloji için uluslararası bir ün kazandılar. Dînî uygulamaları ve astrolojiyi kullanmaları, “Macî / Magi” teriminin türevlerinin genel olarak okülteye uygulanmasına ve dünyadaki diğer dillere de aynı düzlemdeki anlamlar için geçmesine yol açtı. Macî (Magi) Kürtleri yıldızbilimci (müneccim, sihir sahibi) idiler ve bugün Batı dillerinde, örneğin İngilizce’de kullanılan ve “sihirli” anlamına gelen “magic” kelimesinin etimolojik kökeni de “Macî” (Magi) ismine dayanır, Macî Kürtleri’nden dolayıdır. (256)
Yıldızbilimci ve sihir sahibi Macî Kürtleri’nden türeyen ve “sihirli” anlamına gelen İngilizce’deki “magic” kelimesi, Almanca, Flamanca ve Fransızca’da “magie”, İtalyanca, İspanyolca ve Portekizce’de “magia”, Danca, İsveççe ve Norveççe’de “magi” şeklindedir.
Etimoloji ile ilgili en az bunun kadar ilginç ve şaşırtıcı başka bir bilgi daha aktarayım: Yukarıda da değindiğimiz üzere, Macîler, Med İmparatorluğu’nu oluşturmak için birleşmiş olan 6 Kürt kabilesinden biriydi. Macîler, Ortadoğu’daki Kürt halkının atalarıdır. Günümüzde sayıları 60 milyonu aşkın bir büyük millet olan Kürtler, kendi aralarında Kurmanclar, Zazalar, Soranlar, Lorîler vb. alt gruplara ayrılırlar. Kurmancca, Zazaca, Soranîce, Lorîce; bunlar Kürtçe’nin lehçeleridirler. İşte Kürtler’in içindeki en kalabalık grubu oluşturan Kurmanclar’ın bu “Kurmanc” ismi, pekçok etimolog ve dilbilimciye göre bu Macî Kürtleri’ne atıfla doğmuş bir adlandırmadır ve “Macîoğulları” anlamına gelen “Kurên Macî” ifadesinden doğmuştur. “Kurên Macî” nitelemesi zamanla “Kurmacî” ve bugünkü “Kurmanc” şekline dönüşmüştür. (257)
Peki kim midir bu Kurmanclar, Zazalar, Soranlar, Lorlar?
Biziz ulan, biziz!…
– devam edecek –