Aşk’a Dair…
Bazen siz değerli dostlarımdan şu eleştiriyi alıyorum. “Cüneyt! Sadece politika, felsefe ve tarihi olayları yazıyorsun, neden aşka, sevgiye dair hiç yazmıyorsun?” diye.
Elbette ki bu eleştirilerinizde haklılık payı vardır ve sempatiyle karşılıyorum.
Lâkin maddi açıdan olduğu gibi aşka, sevgiye dair de sermayeyi kediye yüklemiş, maddi ve aşk hayatını acemice yaşamış, yaşamayı becerememiş, her defasında duvara toslamış, toslarken yüreği kan-revan, yara-bere içinde kalmış, sevmeyi, özlemeyi iyi bilmiş, kavuşmayı becerememiş biri olarak makalelerimde ahkâm keserek uzmanlık taslamanın ukalalık olduğunu düşündüm hep.
Âşık olduğum, üstesinden gelemediğim, yüreğime hüküm süremediğim durumlarda, hatta yaşadığım dört duvar arasında döktüğüm ama kendimden bile sakladığım gözyaşlarımı döktüğüm anda da sığındığım tek bir limanım var:
Okuma!
Dünyanın en iyi bilim, ilim, edebiyat ve sanat adamlarını okuyarak ruhumda koparan fırtınaları, yüreğimde akan coşkun nehirleri, gözlerimden akan pınarları bu sessiz ve sakin limana akıtıyorum.
Gecenin zifiri karanlığında onların aşk gibi kanatan, yoksulluk gibi yaralayan, yalnızlık gibi ürperten durumlarla ilgili engin fikirlerini okuyarak hayat ve insanoğlunun sinsilik, hainlik ve kalleşlik gibi domuzluklarıyla baş edebilmenin çarelerini okuyarak güçlü olmaya çalışıyorum.
Okudukça güçleniyorum, güçlendikçe irademe sahip çıkıyorum, irademe sahip çıktıkça acılarımı bile gülme sebebi haline getirerek sonlu/sınırlı ömrüme bir anlam vermeye çalışıyorum.
Aynı zamanda bir toplumbilimci olan Nasreddin Hocayı okuyarak, Hocanın yaşadığı yoksulluğu nasıl da ciddiye almadığını hatta alay ettiğini gördüğümde gülüyor, kendi hayatımın yansıması gözlerimi kamaştırıyor.
Nasreddin Hoca ve oğlu köy ortasında bir cenazeyi takip ederken cenaze sahiplerinden bir bayan ağıt yakarak:
“Oy ben sana kıyamam. Senin gideceğim yerde ne kilim, ne yiyecek ne soba var. Ben seni oraya nasıl göndereceğim…” vs. deyince, Hocanın oğlu babasına dönerek:
“Baba! Ölüyü bizim eve mi götürüyorlar?” der.
İşte ben de, varlığa çok özenmediğim gibi yoksulluğu da çok da dert etmiyor, olanla yetinmenin mutluluğunu yaşamaya çalışıyorum.
Filozof Thomas Hobbes’le sohbet ederek, ruhların varlığı, ruhun Allah ve bedenle ilişkisini, hangisinin hangisine egemen olduğunu, rüya, ruh ve rüviyetin ilişkisini, vahyin nasıl, kimlere ve hangi şartlarda geldiğini öğrenerek dünya hayatının aslında sadece bir rüyadan ibaret olduğunu düşünerek aşk ve sevda duygumu yenmeye çalışıyorum.
Alman filozof Arthur Schopenhauer’u okuyarak, sevdiğin/âşık olduğun insanın sevgisini kazanmak için mücadele edilemeyeceğini, birinden sevgi/aşk dilenmenin dilencilik, onur kırıcı olduğunu ve asıl bir insanın seni sevdiğine/âşık olduğuna inandıktan sonra onun için mücadele etmeye değer olduğunu fikrini benimsiyorum. Aşkından kör-kütük olsam bile beni sevmeyenin sevgisini kazanmak için asla onun için mücadele etmiyorum.
Yine bilim insanlarının evren yani tüm kâinatın varoluşuyla, tüm canlıların yaradılış şekillerini okuyup öğrenerek, aşk, sevgi, öfke, kıskançlık, hasetlik, hırs, tutku vs. gibi duyguların varlığı tüm canlı türlerinin üremesi için vazgeçilmez bir olgu olduğunu, bitkiler, ağaçlar ve hayvanlar arasında bile aşkın/bağlılığın, sevginin olduğunu öğrenerek kâinatın sırrını anlamaya çalışıyorum.
Aşk duygusu, tensel arzu ve tutku olmasaydı sadece insanoğlu türü için değil hiçbir türün üremesi, çoğalması, nesiller yetiştirmesi mümkün olmayacak, on beş milyar yıllık evren ve üç milyonluk dünya insanlık tarihinde bu kadar canlı meydana gelmeyecekti.
Kaba ve nezaket kurallarından yoksun olan, çat-kapıyı çalarak zorunlu misafirliğe gelen aşk, yaşa, başa, statüye bakmadığı gibi gelen misafirin kim olduğuna bakmaksızın olumlu özellikleri göklere çıkarır, olumsuz özellikleri de öve öve bitirmeyerek bulutların üzerinde dünya turunu yaparız. Aptallık ve akıl arasında, bıçak sırtında olan aşk, kınından çıkarılan bir kılıç gibidir. Çıkardığın zaman ya seni yaralar ya da gelen misafirini.
Çoğu zaman da seni yaralıyor.
Çok zor ve amansız bir misafirdir aşk.
Onun için zorlu, kaba ve edepsiz olan aşka, bazen Nasreddin Hoca’nın yaptığını yapmak gerekir. Hoca, evdeyken kapı çalınır, açar kapıyı, karşında izbandot gibi bir adam bulur.
Sorar: “Sen de kimsin?” Adam “Tanrı misafiriyim” der.
Evin karşısındaki camiyi gösteren Hoca; “Bak evladım! Tanrı’nın evi orasıdır. Kendi misafirlerini orada ağırlar” der. Siz de ya misafiri Tanrı’nın evine yollarsınız ya da evinize alarak evinizi eyvan eder, yaşayacağınız kaderin/hayatın riskini göze alır, mutluluğun ve mutsuzluğun da bedelini göze alırsınız. Tıpkı kader gibidir aşk.
Artık bu durumda tercih ve gelecek sizindir…
Hürriyet ve özgürlüğünüzü eline bırakacağınız aşkın, hürriyet ve özgürlüğü eline bırakılacak kadar güvenli ve değerli de olmalı. Aksi halde duvara toslar, feleğiniz şaşar. Ama her şeye rağmen uçsuz-bucaksız bir okyanusa dalar gibi çift bir karagöze dalmak, o gözleri görürken, yüreğinin Ramazan davulcusu gibi çalıp yerinden fırlayacak gibi o duyguyu hissetmek, geceleri onun hayaliyle roman yazmak, gözleriyle yastığa baş-koymak kadar da güzel bir duygu da yoktur.