Bilimsel Veriler, Arkeolojik Bulgular, Antik Tabletler ve Tüm Kutsal Kitaplar Işığında Objektif ve Gerçek Peygamberler Tarihi | Kürdistanlı Peygamberler – 1

Yayınlama: 06.05.2021
2
A+
A-

Tarih’in bir “bilim dalı” olarak kabul edilip edilemeyeceği, bilim dünyasında öteden beri ama özellikle son zamanlarda ciddi biçimde tartışılan, tartışılmakta olan bir konudur.

Çünkü “bilim”, nesnel bilgilere, somut verilere dayanan, herkesin ortak bir ittifak halinde kabul ettiği olgular ve doğrular demektir. Toplumdan topluma değişen, coğrafyadan coğrafyaya farklılık gösteren kabullenişler, bilimsel hakikatler olarak kabul göremez. Örneğin Fizik ve Matematik kuralları dünyanın her yerinde aynıdır, Biyoloji bilgilerimiz toplumdan topluma farklılık arzetmez, Tıp ve Kimya bilgileri coğrafyadan coğrafyaya değişmez, ülkeden ülkeye, hele hele değişik ülkelerdeki farklı devlet yönetimlerine ve rejimlere göre biçim almaz. “Bilim” demek, bir bilginin dünyanın bir yerinde nasıl kabul görmüşse diğer yerlerinde de aynı şekilde kabul görmüş olması demektir. Kanada’da nasıl kabul görmüşse Mısır’da da Hindistan’da da aynı şekilde kabul görmüş demektir. Hristiyan toplumlar nasıl biliyorsa Müslüman toplumlar da Budist toplumlar da öyle biliyor demektir. Bilgi, coğrafyadan coğrafyaya, ülkeden ülkeye, ırktan ırka, dînden dîne, toplumdan topluma değişmez. Bilgi her yerde ve her toplumda aynıdır, aynı şekilde kabul edilmiştir.

Bilim budur.

Tarih bu vasfa sahip olmadığı için, gerçekten de bir “bilim dalı” olarak kabul edilip edilmeyeceği bilim dünyasında tartışılmaktadır. Çünkü her toplum, her dîn ve her devlet kendi tarihini yazıyor ve hepsi de “kendine göre” yazıyor. Ve bunların tamamı da birbirine zıt, çünkü zaten birbirlerine karşı yazılıyor. Sizin “kahraman” dediğiniz şahsiyetlere başka ülkelerde, hatta uzak değil komşunuz olan ülkelerde “hain” deniliyor; sizin “hain” dediklerinize de onlar “kahraman” diyor. Başka bir ülkede okullarda “büyük bir zafer” olarak okutulan bir hadise, sizin ülkenizdeki okullarda “büyük felâket” olarak okutuluyor. Başka ülkelerde “barbarlık” olarak nitelenen tarihsel yaşanmışlıklar, sizin tarafınızdan “kahramanlık” olarak görülüyor. Sizin “işgal” dediğinize başkası “fetih” diyor, sizin “fetih” dediğinize de onlar “işgal” diyor.

Tarihi hep “kazananlar” yazıyor, gücü ve iktidarı eline geçirenler tarihi istediği gibi ve işine geldiği gibi okutup öğretiyor. Böyle olduğu için, “bilim dalı” olarak kabul etmek mümkün müdür, iyice düşünmek lazım, düşünülüyor.

Tarih ile ilgili bu söylediklerimiz – ki bu söylediklerimize dünyanın her ülkesinden, her ırkından, her dîninden, her toplumundan insanlar hak vereceği için “bilimsel”dir ve gerçektir – sadece “Nesnel Tarih” için değil, “Dînler Tarihi” için de geçerli.

Bu, bir yere kadar anlaşılabilir ve mazur görülebilir. Çünkü hiç kimse kendisini kötülemez, hiçbir toplum kendi geçmişini karalamaz, hiçbir millet geçmişine, ana/atalarına leke sürmek istemez. O yüzden, anlaşılır bir durumdur.

Subjektif tarih yazımı, her ne kadar etikdışı ve gayr-ı ahlakî ise de, yine de “insan davranışları” açısından baktığımızda, anlaşılır bir durumdur. Mazur görülebilir. Ancak hiçbir biçimde mazur görülemeyecek, asla masum karşılanamayacak çok çirkin ve ahlaksız bir tutum ve davranış var ki, o da inkâra ve yok saymaya dayalı tarih yazımıdır. Tarih yazımı yapılırken, bir ulusun / milletin tümden yok sayılarak, kasıtlı biçimde görmezden gelinerek, isminin dahi anılmayarak yapılmasıdır.

Bir coğrafyadan, o coğrafyadaki geçmiş bir uygarlıktan veya peygamberden bahsederken, mezkur coğrafyada onbinyıllardır yaşayan, bahsi edilen tarihlerde de onların yaşadığı bir milletten hiç bahsetmeden, o milletin adını dahi anmadan yapılmasından daha çirkin ve daha ahlaksız bir tutum olabilir mi?

İşte inkâr ve yok saymaya dayalı, tamamen siyasî – ideolojik temeller üzerine şekillenmiş günümüz dünyasının Kürtler’e karşı takındığı tavır bu. Dünyanın Kürtler’e karşı bu inkârcı ve yok saymacı tutumunu, hem nesnel tarih yazımında, hem de dînler tarihi yazımında müşahede etmek mümkün.

Kürtler, yeryüzünde yaşamış ve yaşayan herhangi bir ulus değil, bu gezegen üzerindeki yaşamın “kurucu unsuru” olan ulustur. Tarihin herhangi bir evresinde ortaya çıkmış bir millet değil, tarihi başlatan millettir.

Kürtler, uygarlık tarihini de dînler tarihini de başlatan ulustur. Mezopotamya topraklarında ilk uygarlıkları kuran, dünyada Tek Tanrı inancını başlatan, semavî dînlerin öncüsü olan üretken ve yaratıcı bir millettir. Konuştukları Kürtçe ise, bugün pekçok Doğulu ve Batılı dilbilimcinin kabul ettiği üzere, yeryüzünün en kadim dilidir. Yeryüzünde konuşulan tüm dillere analık eden dildir.

     Aslında dünyanın Kürtler’i inkâr etmesinin, Kürtler’in yok sayılarak tarih yazımının yapılmasının sebebi de tam olarak budur. Kürtler’le ilgili bu tarihsel hakikat, bugün Kürtler’e karşı uygulanan inkâr ve yok sayma tutumunun da temel sebebidir. Çünkü Kürtler’in varlığı kabul edilirse, tarihteki yeri teslim edilirse, her şeyin yenibaştan yazılması gerekecektir.

Yeryüzünün en kadim milletlerinden biri olan Kürtler, tarih boyunca pekçok medeniyetler kurmuş, aralarında peygamberler çıkmış, kültür ve edebiyatta, sanatta, insanlığa kalıcı miraslar bırakmıştır.

Kürt milleti, dünyadaki tüm milletler içinde ilk kez yerleşik hayata geçen, tarım ve hayvancılığı ilk kez yapan, yabanî hayvanları ilk kez evcilleştiren, dünyada ilk şehirleri, ilk yerleşim birimlerini kuran, tarihin ilk devletlerini kuran, ilk kanunlarını ve yasalarını düzenleyen, bugün insankızının/oğlunun konuştuğu tüm Doğu ve Batı dillerine analık eden dili konuşan, ancak ne hazindir ki, özellikle son 300 – 400 yıllık dönemde talihi ters dönen, çevresindeki barbar, işgalci, ırkçı, dînci, mezhepçi, ideolojik, şovenist, hukuktanımaz devletlerin saldırıları ve dünyanın hakimi olan Batılı emperyalist güçlerin de buna teşviki, bu durumu istemeleri sonucu bu muazzam kudretini zayi etmiş, varlığı dahi inkâr edilmiş, dili yasaklanmış, kimliği gaspedilmiş, insanlık tarihine ve dünya medeniyetlerine öncülük eden kadim vatanının ismi bile haritadan silinmiş mazlum, mağdur ve mustaz’âf bir millettir.

Hz. Âdem (as) ve Hz. Nûh (as) ile hayatın iki defa yeniden başladığı, Hz. İbrahim (as) ve Hz. Zerdüşt (as) ile tektanrılı dînlere beşiklik eden, bereketli Mezopotamya havzasında bulunan üretken Kürdistan vatanında meskun olan azîz Kürt milleti, tıpkı aynı aileden olduğu diğer tüm Aryan halkları gibi, tarihleri boyunca hiçbir zaman putperest bir toplum olmamışlar, gerek Zerdüştî oldukları dönemde ve gerekse Müslüman oldukları dönemde, her zaman için Tek Tanrı inancına mensup olmuşlardır.

Konuştukları Kürtçe, Hz. Nuh (as)’un, Hz. İbrahim (as)’in, Hz. Sara (as) annemizin, Hz. Asiye (as) annemizin, Hz. Yunus (as)’un, Hz. Esther (as) annemizin, Hz. Zerdüşt (as)’ün, Hz. Zulkarneyn (as)’in konuştuğu dildir.

O Kürtçe ki, semavî dînlerin ilk kutsal kitabı olan Avesta’nın dilidir. O Kürtçe ki, bir diğer kutsal kitap olan Mushafa Reş’in dilidir.

Dedik ki, bir coğrafyadan, o coğrafyadaki bir uygarlıktan veya peygamberden bahsederken, mezkur coğrafyada onbinyıllardır yaşayan, bahsi edilen tarihlerde de onların yaşadığı bir milletten hiç bahsetmeden, o milletin adını dahi anmadan yapılmasından daha çirkin ve daha ahlaksız bir tutum olamaz ve dünyanın Kürtler’i inkâr etmesinin, Kürtler’in yok sayılarak tarih yazımının yapılmasının sebebi de tam olarak budur. Kürtler’le ilgili bu tarihsel hakikat, bugün Kürtler’e karşı uygulanan inkâr ve yok sayma tutumunun da temel sebebidir.

İşin en acıklı tarafı ise, yüzyıllardır inkâr ve yok sayma tutumuna maruz bırakılan bir millet olarak Kürtler’in de kendi bu görkemli tarihlerinden habersiz yaşamaları, kendi “yokluklarını” artık kabullenmiş olmaları. Ve böyle olduğu için, Kürtler’in muazzam tarihini en çok da Kürtler’e anlatabilmek zor. Zirâ kendisine saygısı kalmadığı için, kendisini yüceltecek olan her şeye başkalarından önce kendisi tepki gösteriyor.

Bu dünyadaki en zor iş, kölelere köle olmadıklarını anlatabilmek ve onları köle olmadıklarına inandırabilmektir. Kendisine olan saygısını yitirmiş bir millete o özsaygılarını yeniden kazandırabilmektir. Gerek resmî ideolojilerin, muktedir güçlerin, gerekse onların tesirindeki çevrelerin inkârcı ve yok sayıcı telkinleriyle, doğduğu andan itibaren bu zehirin kendisine şırınga edilmesiyle ırkından, kanından, toprağından utanacak duruma getirilmiş, ait olduğu toplumdan ve mensubu olduğu milletten utanır hale getirilmiş insanlara gerçekleri anlatmak, ilmî, tarihî ve coğrafî hakikatler ile tanıştırmak, o insanları olması gerektiği noktaya, ırkından, kanından, toprağından utanmayacak, bilakis ait olduğu toplumla ve mensubu olduğu milletle gurur duyacak noktaya yeniden taşımak, dolayısıyla o insanları tekrardan hem kendi milletlerinin hem de insanlık ailesinin normal fertleri haline getirebilmektir.

Kürtler’in içinde bulunduğu durum ne yazık ki tam olarak budur.

Geçmişini bilmeyen milletlerin geleceği de yoktur. Hele hele geçmişini inkâr eden, geçmişine düşman olan milletler daima başkalarının kölesi olmaya mâhkumdurlar. Millî bilinç için ilk başta lazım olan cevher, o milleti oluşturan ferdlerin kendi tarihlerinden haberdar olmaları, millî bir tarih şuuru kazanmalarıdır.

Kürtler’in ayağa kalkmaları ve kurtuluşu da tam olarak buradadır.

Bir milletin / ulusun ısrarlı biçimde yok sayılarak, varlığı görmezden gelinerek, insanlık tarihine katkıları inkâr edilerek disipline edilen bir bilimsellik ve tarih yazımı, o milletin / ulusun belleğinde ve aklî melekelerinde derin tahribatlara yol açar. Sistematik biçimde yürütülen bu inkârcı politika ve tekfir-i hakikat, yüzyıllara dayalı uzun bir süreç zarfında, Britanyalı ünlü tarihçi Arnold Joseph Toynbee (1889 – 1975)’nin demesiyle “sub speacy temporis” (zaman içinde), o milletin / ulusun mensuplarının özsaygılarını yitirmelerine, kendilerini artık gerçekten de hiçbir işe yaramaz bir topluluk olarak görmelerine yol açar. Çünkü baktığı hiçbir yerde ismi yoktur, okuduğu hiçbir kitapta ismi geçmez. Hiçbir yerde ismini görmeyince, artık zamanla kendisinin bir “hiç” olduğuna inanmaya başlar.

Bundan böyle başkalarının gelip de ona bir hiç olduğunu telkin etmesine gerek yoktur, çünkü o zaten kendisinin bir hiç olduğuna inanmaktadır artık. İranlı ünlü sosyolog Ali Şeriatî (1933 – 77)’nin “alinasyon” (eşekleşme) olarak nitelediği bu duruma yakalanmış bir toplumu o durumdan kurtarmak da çok zordur, hatta nerdeyse imkânsıza yakındır. Örneğin ona gidip de, geçmişteki herhangi bir büyük imparatorluğun veya daha uzak antik çağlardaki bir uygarlığın aslında onun tarafından, onun ana/ataları tarafından kurulduğunu söylerseniz, başkalarından önce o itiraz eder size. Kutsal kitaplarda bahsi edilen bir peygamberin onun ırkından, kavminden olduğunu söylerseniz, diğer dîndaşlarından önce o güler size, alay eder. Yaşadığı ülkedeki devletin resmî dili olan dildeki bazı kelimelerin onun evde ailesiyle konuştuğu kendi dilinden alındığını, o kelimenin onun anadilinden o dile geçtiğini söylerseniz, kendi dilini yasaklamış zorbalardan önce o saldırır size, önce o hakaret eder, çeşitli ithamlar yöneltir size.

Zirâ ona göre, kendi topraklarında, hem de onbinyıllardır yaşadığı topraklarda kurulmuş bir uygarlık bile, dünyadaki her millet tarafından kurulmuş olabilir, ihtimal dahilindedir, ama bir tek kendi milleti tarafından kurulmuş olamaz. Kendisinin de doğduğu ve yaşadığı aynı şehirde, hatta aynı mahallede doğmuş ve yaşamış bir peygamber, etnik olarak dünya üzerindeki her kavimden olabilir, ihtimal dahilindedir, ama bir tek kendi kavminden olamaz. Yaşadığı ülkede, vatandaşı olduğu devletin resmî dili olan dil, dünya üzerinde konuşulan her dilden kelime almış olabilir, ihtimal dahilindedir, ama bir tek kendi konuştuğu dilden kelime almış olamaz. Bu bir “köle psikolojisi”dir, “alinasyon” yani “eşekleşme” olayıdır. Çünkü hiçbir yerde ismini görmeyince, artık zamanla kendisinin bir “hiç” olduğuna inanmaya başlamıştır.

Kürtler’in içine düşürüldüğü bu durumdan, yüzyıllar boyunca Afrikalı topluluklar ve özellikle Afro – Amerikalılar da muzdaripti. Yüzyıllar boyunca beyaz adamın kölesi olarak yaşayan siyah adam, artık köleliğin kendi fıtratı olduğuna, bunun kendisine ait doğal bir ontoloji olduğuna inanmaya başlamıştı. Ona göre bu bir kaderdi, bu kadere karşı çıkmak doğanın dengesine karşı çıkmaktı. Bu zehiri bünyelerinden çıkarıp atmaları çok uzun sürdü ve bunu başarana dek, tam dört tane yüzyıl kaybettiler.

Amerika’nın “keşfinden” (!) sonra, kıt’âya Afrika’dan köleler götürüldü. Ancak Afrika’dan götürülen köleler, sıradan insanlar değildi. Yani Avrupalılar, Afrika’da her önüne geleni gemiye bindirip Amerika’ya götürmüyordu. Götürülen köleler tahsilli, bilinçli, kariyer sahibi, çoğu üniversite mezunu, mühendis, doktor ve bu tür vasıflara sahip olanlardı. Çünkü Amerika’da yeni bir medeniyet kuracaklardı ve bu medeniyet, sıradan insanlarla kurulamazdı.

Önce Portekizliler’in, ardından İspanyollar’ın Afrika kıt’âsını sömürmeye başlamasından sonra, 1494’te Papa VI. Alessandro ya da gerçek ismiyle Roderic Llançol i de Borja (1431 – 1503), yeni keşfedilen toprakları ve insanlarını, Portekiz ile İspanya arasında paylaştırdığını “Tordesillas Antlaşması” ile açıkladı. Buna göre Afrika kıyıları, Hindistan ve Brezilya ile birlikte Portekiz’e bağlandı. Sömürgecilik yöntemlerini daha da geliştiren İspanya, Afrika’nın güçlü kuvvetli erkeklerini yakalayıp köle olarak satan şirketlerden aldığı köleleri, Amerika’daki koloni ve sömürgelerinde çalıştırmaya götürdü.

     Köle ticaretinin sürdürüldüğü 400 yıl boyunca Afrika, 75 ilâ 90 milyon arasında genç erkeğini yitirdi. Bu dönemde Amerika’ya 15 milyon köle götürülmüştü. Aradaki fark, köleleştirilen Afrikalılar’ın yolda (okyanus üzerinde) ya da Afrika’daki bekleme depolarında ölmesinden kaynaklanmaktadır. Yani köle olarak götürülen 75 – 90 milyon kadar Afrikalı’nın 60 – 75 milyonu ölmüş / öldürülmüş, Yeni Dünya’ya yalnızca 15 milyonu sağ salim gidebilmiştir.

1502’de İspanya ve Portekiz, 1517’de HollandaFransa ve İngiltere, insanlık tarihinin en yüzkızartıcı suçlarından olan “zencî ticareti”ni resmen tanıdılar. Yerli halk, köle tüccarlarının eline düşmemek için Afrika’nın iç bölgelerine kaçıyorlardı. “Zencî ticareti” uğruna yüz milyon kadar insan ölüme sürüklendi ve bu “zencî ticareti”, Afrika’nın gelişmesini BİRKAÇ YÜZYIL geciktirdi.

Geçtiğimiz yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nde siyahî halkların özgürlüğü ve medenî hakları için mücadele eden siyahî hareketlerden birinin lideri olan Müslüman aktivist Malcolm X (1925 – 65), siyahî halkları diriltmek ve onları yeniden ayağa kaldırabilmek için ilk önce onlara özgüven aşılamaya çalışmıştır ve bunu yaparken de işe onlara tarih bilinci kazandırmaya çalışmakla başlamıştır.

Neden bununla başlamıştır? Çünkü kendisine saygısı kalmamış, kendisinin bir hiç olduğuna inanmış ve bu durumu da yazgısı olarak gören bir topluma yeniden özgüven kazandırabilmenin en sağlıklı yolu, onlara tarih bilinci aşılamaktan geçer. Muazzam bir tarihi olan ve fakat bundan habersiz yaşayan mustaz’âf bir toplum, şayet o kudretli tarihini öğrenirse, bundan haberdar edilirse, “Ben eskiden öyleydimse neden şimdi böyleyim?” diye sormaya ve şimdiki durumunu sorgulamaya başlar. Bu sorgulamayı yaptığında, ayağa kalkmaya başlamış demektir. Ve o görkemli tarihini öğrendiğinde, artık bundan sonra 24 saat bile başkalarına kölelik yapmaya, başkalarının boyunduruğu altında yaşamaya razı olmayacaktır.

Geçtiğimiz yüzyılda, benim nazarımda her gün gezegenimizi aydınlatan Güneş’in üzerine doğduğu en güzel insan olan Malcolm X, Amerika’daki siyahî insanlara, yüzyıllarca köle olarak kullanılmış ve halen dahi ikinci sınıf yurttaş muamelesine tabi tutulan insanlarına ilk önce tarih bilinci kazandırmaya çalışıyor, bununla kendi halkına özgüven aşılıyordu. Malcolm X, onlara geçmişte ve antik dönemde Afrika’da kurulmuş muazzam uygarlıklardan bahsediyor, onlara Mısır Uygarlığı’nı, Mali Uygarlığı’nı, Nijerya’daki Nok Uygarlığı’nı, Sudan’daki Meroe Uygarlığı’nı ve Aksum Uygarlığı’nı, Çad’daki Sao Uygarlığı’nı, Dahomey (Benin)’deki İfe Uygarlığı’nı, Angola’daki Ngola Uygarlığı’nı, Uganda’daki Buganda Uygarlığı’nı anlatıyordu. Malcolm X, Amerika’daki Afro – Amerikalılar’a, kendi siyahî halkına, “Afrika’da Cilalıtaş Devri M. Ö. 5000 yıllarında başlarken, Avrupa’da bu devir M. Ö. 3000 yıllarında başlar. Yani Afrikalılar yerleşik hayata geçip medeniyetler kurarken, Avrupalılar’ın aynı şeyi yapmasına daha 2000 yıl vardı” diyordu. Malcolm X, kendi halkına, siyahlara, “Ey siyah kardeşlerim! Avrupa’da beyaz insanlar edep yerlerini ağaç yapraklarıyla örterken, sizler Gana’da, Senegal’de, Mali’de ipek elbiseler giyiyordunuz” diyordu. Malcolm X, oradaki siyah insanlara, “Ey siyah insanlar! Avrupalılar dünyayı öküzün boynuzları arasında sanarken, Afrika’daki üniversitelerde dünyanın yuvarlak olduğu öğretiliyordu ve bu üniversitelere dünyanın her yerinden öğrenciler geliyordu” diyordu.

Anlattıklarına Amerika’daki “zencilerin”, köle olduklarına ve bunun bir yazgı olduğuna inandırılmış siyahların inanması çok zordu, “Malcolm kardeş”e inanmaları uzun zaman sürdü, fakat “Malcolm kardeş”in anlattıkları tarihsel gerçeğin tâ kendisiydi.

Malcolm X, kendi halkına tarih bilinci aşılamaya çalışırken, yalnızca nesnel tarihi değil, dînler tarihini de sıklıkla işliyordu. Kiliselerde ve sinagoglarda asılı duran ve insanlara gösterilen Hz. Meryem (as)Hz. İsa (as) ve Hz. Musa (as) figürlerinin gerçeği yansıtmadığını, o peygamberlerin beyaz tenli, sarı saçlı ve mavi gözlü resmedilmesinin yalan ve gülünç olduğunu söylüyor, Hz. Musa’nın Mısır’da ve Hz. Meryem ile Hz. İsa’nın İsrail’de yaşadığını hatırlatarak, “Mısır nerede? Avrupa’da mı yoksa Afrika’da mı? İbrani toplumu hangi renk? Beyaz mı esmer mi?” diye soruyor, insanları dînler tarihini sorgulamaya yönlendiriyordu. Malcolm X, kutsal kitaplar Tevratİncil ve Kur’ân’dan apaçık deliller getirerek, Amerika’daki Afro – Amerikalılar’a, kendi siyahî halkına, “Ey siyah kardeşlerim! Kilisenin yalanlarına inanmayınız. Hz. Meryem de, Hz. İsa da, Hz. Musa da tıpkı sizler gibi siyah idiler. Öyleyse onların sanki Danimarkalı imişler gibi, İsveçli imişler gibi beyaz ve mavi gözlü resmedildiği kiliselere gitmeyin! Kendi kilisenizi kurun ve oraya siyah tenli gerçek Hz. Meryem ve gerçek Hz. İsa resimlerini asın” diyordu. Malcolm X, oradaki siyah insanlara, “Afrika’da doğmuş, Afrika’da yaşamış ve Afrikalı olan bir peygamber, sizce beyaz mı olur yoksa siyah mı? Söyler misiniz; Musa’nın ve İsa’nın beyaz tenli olduklarına nasıl inanabildiniz? Meryem Ana’nın sarışın ve mavi gözlü olduğuna nasıl inanabildiniz? Nasıl bu kadar aptal olabildiniz?” diye soruyor, bütün paradigmaları yerle bir ediyordu.

Malcolm X’in bu çıkışları ve bu çalışmaları, dîne ait veya dînle ilgili herşeye düşman olan, şartlandırılmış olarak ve kendisinde artık nerdeyse bir “içgüdü” haline gelmiş şekilde “Dînden bize ne?”“Peygamberlerin hayatlarının bize ne faydası var?” gibi absürd ve sosyolojik hiçbir karşılığı olmayan davranışlar sergileyen laik ve seküler kesimler için bir anlam ifade etmeyebilir, ancak Malcolm X’in bu çıkışlarının ve bu çalışmalarının Amerika’da nasıl büyük bir devrime yol açtığı bilinmektedir. Hz. Meryem’in, Hz. İsa’nın ve Hz. Musa’nın tıpkı kendileri gibi siyah olduklarına inanmaya başlamalarının, Amerika’daki siyahlara nasıl büyük bir cesaret ve kudret kazandırdığını o süreci bilenler iyi bilir.

Malcolm X’in bu çıkışları ve bu çalışmaları beni müthiş derecede etkilemiş, tesiri altında bırakmıştır. Kendime hep örnek aldım. Aynı durumda olan ve aynı şeye gereksinim duyan kendi halkım için neyi yapmam ve nasıl yapmam gerektiği konusunda bana yol göstermiştir. Kendime hep Malcolm’u örnek aldığım için, otuz yıla varan yazarlık hayatım boyunca ağırlıklı olarak bu alana el attım, bu konuları işledim ve kamuoyunda da nerdeyse bu özelliğimle tanındım. Kürtler’e yapılabilecek en büyük hizmetin bu olacağına imân ettim. Çünkü iki halk da aynı duruma düşürülmüştü ve ikisinin de özgüven kazanması için ihtiyaç duyduğu şey buydu, tarih bilinciydi.

Fakat bu o kadar kolay değildi. Hatta denilebilir ki, dünyanın en zor işi. Zirâ yukarıda da vurguladığımız gibi, kölelere köle olmadıklarını anlatabilmek ve onları köle olmadıklarına inandırabilmek, kendisine olan saygısını yitirmiş bir millete o özsaygılarını yeniden kazandırabilmek, hakikaten çok güç bir çabadır. Bir milletin / ulusun ısrarlı biçimde yok sayılarak, varlığı görmezden gelinerek, insanlık tarihine katkıları inkâr edilerek disipline edilen bir bilimsellik ve tarih yazımı, o milletin / ulusun belleğinde ve aklî melekelerinde derin tahribatlara yol açmıştır. Çünkü baktığı hiçbir yerde ismi yoktur, okuduğu hiçbir kitapta ismi geçmez. Hiçbir yerde ismini görmeyince, artık zamanla kendisinin bir “hiç” olduğuna inanmaya başlamıştır.

Bir “hiç” olduğuna inanmış ve “alinasyon” (eşekleşme) durumuna yakalanmış bir topluma öyle olmadığını anlatmak, ona yeniden özsaygısını kazandırmak, büyük bir sabır ve emek ister.

Ali Şeriatî’nin (Allah kendisine gani gani rahmet eylesin) “alinasyon” (eşekleşme) olarak nitelediği şey o kadar kötü bir durumdur ki, Malcolm X’in (Allah kendisine gani gani rahmet eylesin) dediği gibi, Afrika’da doğmuş, Afrika’da yaşamış ve Afrikalı olan Hz. Musa’nın beyaz olduğunu rahatlıkla düşünür, O’nu beyaz olarak tasavvur eder, fakat asla siyah olduğunu düşünmez, bunu ihtimal dahilinde bile görmez. Halbuki Afrika’da doğmuş, Afrika’da yaşamış ve Afrikalı olan bir insan, başka nasıl olabilir ki? Ama ona göre her şey olabilir, bir tek siyah olamaz. Hatta kendi teninden utandığı için, kendi ırkına saygısı kalmadığı için, Musa’ya siyah demeyi dîne ve peygambere hakaret bile sayabilir. O derece menfur bir durumdur, alinasyon.

İbrani toplumu arasında çıkmış Hz. İsa’nın ve annesi Hz. Meryem’in sanki İskandinavyalı imişler gibi sarı saçlı ve mavi gözlü olduğuna inanır, ona her yerde böyle gösterildiği için başka türlü tahayyül etmez, hatta onların koyu tenli olduğunu söylerseniz beyazlardan önce o karşı çıkar size, beyazlardan önce o size saldırır.

İslam geleneğinde ve fıkhında, Hz. Muhammed (sav)’in resmini çizmek hoş karşılanmamış, hatta yasaklanmıştır. Fakat şayet serbest bırakılmış olsaydı, Müslümanlar da kendi peygamberlerinin resmini çizebilmiş olsalardı, muhtemelen Müslümanlar da, Arabistan’ın Mekke’sinde doğmuş, Mekke’de yaşamış ve Mekkeli olan Hz. Muhammed’i “güzel (!) göstermek için” parlak yüzlü, beyaz tenli ve renkli gözlü çizerlerdi. Hatta şayet siz Hz. Muhammed’i koyu tenli, siyah ve kıvırcık saçlı çizseydiniz, sizin peygambere hakaret ettiğinizi ileri sürüp size karşı fizikî şiddet bile uygulayabilirlerdi. Halbuki Arabistan’ın Mekke’sinde doğmuş, Mekke’de yaşamış ve Mekkeli olan bir insan, başka nasıl olabilir ki?

“Zan ile hüküm vermek”, dînimizde pek hoş karşılanmamış, hatta âyet ile yerilmiştir. Bu söylediklerimden dolayı, bazı kardeşlerimiz benim zan ile hüküm verdiğimi ileri sürebilir, ama değil, öyle değil, zan ile hüküm vermiyorum. Hz. Muhammed’in yüzünü mümkün mertebe parlak ve beyaz göstermeye çalışan betimlemeler, bizzat hadis kaynaklarında ziyadesiyle mevcuttur.

Ortadoğu insanının beyaz ve sarışın müptelalığı işte. Garip olan da, Avrupa insanının da esmer müptelası olması. Doğulular sarışınlara hasta ve âşık, Batılılar da esmerlere hasta ve âşık. Demek ki insanlar farklı olana ilgi duyuyor, farklı olan cazibeli geliyor. Bir tek ben anormalim galiba; çünkü Ortadoğulu ve esmer olduğum halde, sarışınlara değil esmer kadınlara ilgi duyuyorum.

Dedik ki, bir “hiç” olduğuna inanmış ve alinasyon (eşekleşme) durumuna yakalanmış bir topluma öyle olmadığını anlatmak, ona yeniden özsaygısını kazandırmak, gerçekten çok zordur ve büyük bir sabır, emek ister. Aynı aklî ve ruhî hastalıktan ne yazık ki Kürtler ve tüm Türkiye toplumu da muzdarip. Alinasyon (eşekleşme) o kadar kötü bir durumdur ki, Kürdistan’da doğmuş, Kürdistan’da yaşamış ve Kürdistanlı olan, üstelik isimleri de Kürtçe olan Hz. Nûh (as)Hz. İbrahim (as) ve Hz. Sara (as)’nın her şey olabileceklerine inanır, ama bir tek Kürt olabileceklerine inanmaz. bunu ihtimal dahilinde bile görmez. Halbuki Kürdistan’da doğmuş, Kürdistan’da yaşamış ve Kürdistanlı olan, üstelik isimleri de Kürtçe olan Nûh, İbrahim ve Sara, başka ne olabilirler ki? Bizzat kutsal kitaplar Tevrat, İncil ve Kur’ân ile sabit olduğu üzere, Kürdistan’da doğmuş, Kürdistan’da yaşamış ve Kürdistanlı olan, üstelik isimleri de Kürtçe olan bu insanlar, Kürt’ten başka ne olabilirler? Ama işte ona göre, Kürdistan’da doğmuş, Kürdistan’da yaşamış ve Kürdistanlı olan, üstelik isimleri de Kürtçe olan bu peygamberler, İbrani olabilirler, Arap olabilirler, Fars, Hintli, Çinli, Japon olabilirler, hatta Eskimo bile olabilirler, ama bir tek Kürt olamazlar. Kendisinin de doğduğu ve yaşadığı aynı şehirde, hatta aynı mahallede doğmuş ve yaşamış bir peygamber, etnik olarak dünya üzerindeki her kavimden olabilir, ihtimal dahilindedir, ama bir tek kendi kavminden olamaz.

Oturduğu eve sadece 12 km mesafedeki ve yürüyerek bile yanına gidebileceği Göbeklitepe (Xrabe Reşk)’yi uzaylılar da insanlar da yapmış olabilir, insanlar yapmışsa Kenanlılar yapmış olabilir, Samiler yapmış olabilir, Gürcüler yapmış olabilir, Yunanlar yapmış olabilir, hatta kutuplarda yaşayan Eskimolar bile oraya gelip yapmış olabilir, dünyadaki her millet yapmış olabilir, ihtimal dahilindedir, ama bir tek Kürtler yapmış olamaz.

Bu bir alinasyon (eşekleşme) olayıdır. Aşağılık ve sefil bir durumdur. Bu halet-i rûhiyenin bir tek anlamı vardır: “İyi” olan, “yüce” olan, “kudretli” olan, “mukaddes” (kutsal) olan bir şeyi Kürtler’e yakıştıramama durumudur.

Çünkü Kürt, “aşağılık” bir vasıftır. İsmi dahi anılmamalıdır. Kürd’e uygarlık yakışmaz, peygamberlik yakışmaz, Kürd’e ancak maraba olmak yakışır, ancak figüranlık verilebilir hatta o bile Kürd’e lütûftur, bir konuyu veya hadiseyi anlatırken figüran rolünde bile olsa Kürt kelimesini zikrederseniz Kürt bundan mutluluk duymalıdır, çünkü bu bile Kürd’e ihsan edilmiş bir lütûftur. Kürd’ün ismi hiçbir yerde anılmamalı, geçmemelidir. Uygarlık Tarihi, Dînler Tarihi, İslam Tarihi, Ortadoğu Tarihi, Mezopotamya Tarihi, Anadolu Tarihi, Bilim, Arkeoloji, Etimoloji, Kültür, Sanat, Edebiyat, Spor, hiçbir yerde “Kürt”“Kürtçe”“Kürdistan” kelimeleri zikredilmemelidir. “Kürt”“Kürtçe”“Kürdistan” kelimeleri sadece ve sadece “Kürt sorunu” ile ilgili makale ve kitaplarda geçebilir. Yani eğer Kürtler’le ilgili bir makale veya kitap yazmışsanız, o zaman “Kürt”“Kürtçe”“Kürdistan” kelimelerini kullanabilirsiniz, normaldir, çünkü konu zaten onlardır. Fakat eğer konu özel olarak Kürtler değilse, bir makalede veya kitapta asla “Kürt”“Kürtçe”“Kürdistan” kelimeleri geçemez. Uygarlık Tarihi, Dînler Tarihi, İslam Tarihi, Ortadoğu Tarihi, Mezopotamya Tarihi, Anadolu Tarihi, Bilim, Arkeoloji, Etimoloji, Kültür, Sanat, Edebiyat, Spor alanlarında kaleme aldığınız herhangi bir makalede veya kitapta “Kürt”“Kürtçe”“Kürdistan” kelimeleri geçerse, o zaman siz “Kürt ırkçılığı” yapıyorsunuz demektir, hatta “terörist”siniz demektir. Dolayısıyla Kürd’ün ismini, yalnızca “Kürt sorunu” hakkında konuştuğunuzda telaffuz edebilirsiniz, yalnızca Kürtler hakkında konuştuğunuzda Kürt diyebilirsiniz.

İşin trajikomik tarafı da nedir, biliyor musunuz? Bilim, uygarlık tarihinin Mezopotamya (Kürdistan) topraklarında başladığını söylediği halde ve bütün dünya da bu şekilde kabul ettiği halde, hayatın Hz. Âdem – Hz. Havva ve Nûh Tufanı olmak üzere iki defa yeniden başladığı ve her iki defasında da aynı coğrafyada, Kürdistan’da başladığı, Hz. Nûh’un, Hz. İbrahim’in, Hz. Sara’nın Kürdistanlı oldukları ve semavî dînler ile Tek Tanrı inancının Kürdistan’da doğduğu bizzat kutsal kitaplar Tevrat, İncil ve Kur’ân’da açık açık ve yer ismi de belirtilerek anlatıldığı halde, yine de Kürtler’e ve Kürdistan’a karşı bu inkârcı ve yok sayıcı tutumun sergilenmesi. Bilim de dîn de bunu söylediği halde, hem nesnel tarih hem dînler tarihi yazımında bunun saklanarak, gizlenerek, üstü örtülerek anlatılması.

İskoçyalı yazar ve doktor Arthur Ignatius Conan Doyle (1859 – 1930) tarafından kaleme alınan dünyaca meşhur “Sherlock Holmes” adlı polisiye romanda, çok ilginç ve çarpıcı bir cümle geçmektedir. Öyle bir söz ki, şu anda sizlerle konuştuğumuz durumu tam olarak ifade etmektedir. Sanırım romandaki o cümle, en çok da bizim burada hasbihal ettiğimiz davranış biçimini tarif etmektedir ve sanki bu durum için söylenmiştir.

O cümle şudur: “Bir şeyi insanlardan saklamanın en iyi yolu, onu herkesin görebileceği bir yere koymaktır.”

İşte tarih yazımında Kürtler gerçeği saklanırken ve Kürdistan’ın ismi zikredilmezken yapılan şey tam olarak budur. İnsanlık tarihinde ilk yerleşim hayatına geçilmesi, tarımın başlatılması, hayvanların evcileştirilmesi, ilk şehirlerin ve ilk uygarlıkların kurulması, yazının icadı, bütün bunların Kürdistan topraklarında Kürdistan halkı tarafından başlatıldığını bizzat bilim söylemektedir ve bütün dünya da bu şekilde inanmaktadır. Fakat buna rağmen kitaplarda, okullarda, akademilerde, bütün bu süreç anlatılırken “Kürt”, “Kürdistan” isimleri hiç zikredilmeden, özellikle ve kasıtlı biçimde yok sayılarak, görmezden gelinerek anlatılır. Hayatın Hz. Âdem ve Hz. Havva ile Kürdistan’da başladığını, Nûh Tufanı’nın Kürdistan’da gerçekleştiğini, Hz. İbrahim ve Hz. Sara’nın Kürdistan’da doğup büyüdüklerini ve Kürdistanlı olduklarını bizzat kutsal kitaplar Tevrat, İncil ve Kur’ân söylemektedir, her üçü de. Fakat buna rağmen sinagoglarda, kiliselerde, camilerde bütün bu kıssalar ve şahsiyetler anlatılırken “Kürt”, “Kürdistan” isimleri hiç zikredilmeden, özellikle ve kasıtlı biçimde yok sayılarak, görmezden gelinerek anlatılır.

Oysa gizlemeye çalıştıkları şey, bizzat bilimin söylediği ve her üç kutsal kitapta da anlatılan hakikattir.

Şimdi size bir söz söyleyeceğim: Uygarlık tarihi de dînler tarihi de Kürdistan’da başlamıştır ve Kürdistan halkı tarafından başlatılmıştır.

Şimdi, bu sözü gidip olduğu gibi Türkiye’de insanların önünde söyleyin, Kürt – Türk farketmez, bunu Türkiye’de dile getirin. Muhtemelen insanların büyük çoğunluğu sizinle alay edecekler, sizin kavmiyetçilik yaptığınızı söyleyecekler, size hakaret ve küfürler savuracaklar, ellerinden gelirse fizikî şiddet uygulayacaklardır. Hem de Türkler’den önce Kürtler yapacaktır bunu. Dedik ya, “alinasyon” (eşekleşme).

Oysa ki, “Uygarlık tarihi de dînler tarihi de Kürdistan’da başlamıştır ve Kürdistan halkı tarafından başlatılmıştır”, bu cümlede geçen bilgi gerçektir ve hem bizzat bilimin söylediği ve hem de kutsal kitaplar Tevrat, İncil ve Kur’ân’da anlatılan hakikattir. Yani bu bizim ortaya attığımız bir iddiâ değildir. Bilim söylüyor, Tevrat söylüyor, İncil söylüyor, Kur’ân söylüyor.

Düşünün ki, bilimin söylediği ve tüm dünyanın öyle kabul ettiği, kutsal kitaplar Tevrat, İncil ve Kur’ân’da apaçık ve yer ismi belirtilerek anlatılan bir gerçeği siz çıkıp insanlara söylediğinizde, insanlar size inanmıyorlar, inanmadıkları gibi sizinle alay ediyorlar, size karşı saldırganlaşıyorlar, çirkinleşiyorlar. İmân ettikleri kendi kutsal kitapları bile söylediği halde.

Demek ki “Sherlock Holmes” romanında geçen o cümle, hakikaten de son derece doğru ve muhteşem bir sözmüş: “Bir şeyi insanlardan saklamanın en iyi yolu, onu herkesin görebileceği bir yere koymaktır.”

Kürtler’e yönelik bu düşmanlığın ve inkârcı yaklaşımın bir de “ümmetçi” (İslamî) ve “enternasyonalcı” (Sosyalist) versiyonu var. O daha çirkin, daha ahlaksızca. Genelde “Biz her türlü milliyetçiliğe karşıyız”“Irkın etnik kökenin ne önemi var, önemli olan insanlık” gibi “tiridine tiridine bandım” söylemlerle kendini ifade etmeye çalışan Solcu ve İslamcı çevrelerin takındığı sinsi ve münafıkça bir tutumdur bu. Seni alenî olarak inkâr etmez, direk olarak “Kürt”, “Kürdistan” vurgularını hedef almaz, bunun yerine kavmî kimliğin, coğrafyanın önemsizliğini öne sürerek senin dile getirdiğin gerçeğin üstünü o “evrensellik” perdesiyle örtmeye çalışır. Kürd’ün görünürlüğünü Kürtlük’ü direk hedef alarak değil, “evrensellik”“önemli olan insanlık” perdesiyle kapatmaya çalışır. Solcu, İslamcı olarak bildiğiniz bu çevreler, Ülkücü, Kemalist, Türk milliyetçisi olarak bildiğiniz çevrelerden çok daha tehlikeli, çok daha sinsi Kürt düşmanıdırlar. Buna inanın, kardeşlerim. Ülkücü, Kemalist veya Türk milliyetçisi, en azından dürüsttür, merttir, ama Solcu ve İslamcı, öyle değildir, aynı Kürt düşmanlığını münafıkça yapıyor, namertçe yapıyor, “evrensellik”“önemli olan insanlık” gibi maskelerin ardına saklanarak yapıyor.

Okuduğu bütün dînî kitaplarda, Hz. Musa’nın bir İbrani olduğu defaatle belirtilir. Sesi çıkmaz! Okuduğu bütün dînî kitaplarda, Hz. Muhammed’in bir Arap olduğu defaatle belirtilir. Sesi çıkmaz! Ama Hz. İbrahim’in hayatını anlatırken O’nun Kürt olduğunu söylediğinizde hemen ok gibi fırlayıp, “Ya kardeşim ırkının, etnik kökeninin ne önemi var? Önemli olan getirdiği mesaj”

Köylü kurnazlığı yapan bir ırkçısın sen. Net!…

Bugün dünyada, Hz. Musa’nın hayatının anlatıldığı, Hz. Muhammed’in hayatının anlatıldığı binlerce kitap vardır. Binbeşyüz yıl önce yazılmış, bin yıl önce yazılmış, beşyüz yıl önce yazılmış, günümüzde yazılmış. Onlarca yüzlerce değil, binlerce kitap. Bana, bu binlerce kitap arasından, Hz. Musa’nın hayatının anlatıldığı ve fakat içinde O’nun bir İbrani olduğunun belirtilmediği bir tane kitap dahi gösterebilir misiniz? Bana, bu binlerce kitap arasından, Hz. Muhammed’in hayatının anlatıldığı ve fakat içinde O’nun bir Arap olduğunun belirtilmediği bir tane kitap dahi gösterebilir misiniz? Araplık’ı geçtim, hepsinde Hz. Muhammed’in Araplar’ın hangi kabilesinden olduğu dahi belirtiliyor. İçinde O’nun Araplar’ın Kureyş kabilesinden olduğunun belirtilmediği bir tane dahi siyer kitabı gösterebilir misiniz? Siyer kitaplarını geçtim, Kur’ân-ı Kerîm’de dahi belirtiliyor ve Kur’ân’da “Kureyş” isminde bir sûre bile var, namaz sûresidir.

O bunların hepsini biliyor, hepsinden haberdar ama hiçbirine itiraz etmiyor, hiçbirine karşı tavır almıyor. Çünkü hiçbirinden rahatsız olmuyor. Ama Hz. İbrahim’in Kürt olduğunu söylediğinizde, böyle birşeyi sizden işittiğinde veya okuduğunda hemen rahatsız oluyor, hemen size karşı saldırıya geçiyor: “Peygamberlerin etnik kökeninin ne önemi var? Önemli olan getirdiği mesaj”

Öyle mi? Peygamberlerin etnik kökeninin bir önemi yok mu, önemli olan getirdiği mesaj mı? Madem öyle, o halde bu “mücahitçe” hatırlatmalarını Hz. Musa’nın bir İbrani olduğunu okuduğunda, Hz. Muhammed’in bir Arap olduğunu okuduğunda niye çıkıp yapmıyorsun?

Kutsal kitaplar Tevrat, İncil ve Kur’ân’ın her üçü de, Hz. Musa’dan bahsederken O’nun bir İbrani olduğunu özellikle belirtir. Kur’ân’da Hz. Muhammed’in Arap olduğu hatta Araplar’ın Kureyş aşiretinden olduğu dahi vurgulanmıştır. Bu kutsal kitapları gönderen Allah’a karşı da – hâşâ – böyle dikleniyor musun? Seni yaratan Tanrı’ya karşı da “Ya peygamberlerin ırkının, etnik kökeninin ne önemi var? Önemli olan getirdiği mesaj” gibi beylik laflarla – hâşâ – mukabele ediyor musun?

Peygamberlerin etnik kökeninin bir önemi yokmuş! Dînden haberi yok, peygamberlerin hayatlarından ve verdikleri mücadeleden haberi yok, dînler tarihinden haberi yok, çıkıp konuşuyor…

Peygamberlerin etnik kökeninin bir önemi yoksa, yeni doğmuş bir bebek olan Hz. Musa (as)’nın beşik kıssasından alınacak ne gibi bir ibret olabilir, söyler misin? Bu kıssanın ne gibi bir anlamı olur o zaman?

Peygamberlerin etnik kökeninin bir önemi yoksa, Hz. Yunus (as) neden ve neyden kaçarken denize düşüp üç gün balığın karnında yaşadı? Sebep neydi?

Peygamberlerin etnik kökeninin bir önemi yoksa, Kur’ân-ı Kerîm’de sürekli övülen ve yüceltilen Zebur (Tehillim) nedir o zaman? Zebur’daki şiirler, acaba “ulusal şiirler” midir, yoksa sizin “Ciao Bella” marşlarınız gibi “enternasyonalist şiirler” midir?

Peygamberlerin etnik kökeninin bir önemi yoksa, Allah Kur’ân’da niye sürekli “Ey İsrailoğulları” diye hitap edip onlara “birçok nimetler verdiğini” zikretmektedir? Allah Kur’ân’da İsrailoğulları’na birçok nimetler verdiğini söylerken, buradaki “nimet”, acaba “millet” ile ilgili bir nimet midir yoksa “ümmet” ile ilgili mi? Allah Kur’ân’da İsrailoğulları’na birçok nimetler verdiğini söylerken, onların “ulusal birliğini” sağladığını mı beyan etmektedir, yoksa onların diğer uluslarla arasında “halkların kardeşliğini” sağladığını mı? İsrailliler “güçlü bir ulus” yapıldığı için mi Allah onlara nimet verdiğini beyan etmektedir, yoksa onlar Pakistanlılar’la, Endonezyalılar’la, Kübalılar’la “kardeş” yapıldığı için mi?

Peygamberlerin etnik kökeninin bir önemi yoksa, Babil Sürgünü nedir o zaman? Hz. Esther (as) ve Hz. Nadya (as) neyin mücadelesini vermişlerdir?

Peygamberlerin etnik kökeninin bir önemi yoksa, Hz. İsa (as)’nın başına gelenler nedir o zaman? Hz. İsa başka bir etnik kökenden olsaydı, fakat aynı şeyleri yapsaydı, aynı faaliyetlerde bulunup aynı sözleri söyleseydi, kimseler kendisini ciddiye alıp da 33 yaşında O’nu çarmıha gerer miydi?

Peygamberlerin etnik kökeninin bir önemi yoksa, Hz. Muhammed (sav)’in soyunu Hz. İsmail (as)’e dayandırmak, ne içindir? “Önemli olan getirdiği mesaj” ise, soyunun nereye dayandığından bize ne? Neyin çabası ve gayretidir bu? Öyle olmasa meselâ, Hz. Muhammed’in soyu Hz. İsmail’e dayanmamış olsa, bunun ne gibi zararları ve dezavantajları olurdu?

Peygamberlerin etnik kökeninin bir önemi yoksa, okuduğun ve imân ettiğin Kur’ân-ı Kerîm’de niye “Kureyş” isminde bir sûre var? Söyler misin, niye var?

Ama onun derdi bu değil ki. Onun derdi Kürt ile, Kürtlük ile. Asıl rahatsızlığı bu onun. Herhangi bir yerde, okuduğu herhangi bir kitapta İbrani, Arap, Süryani, Arami, Fars, Hintli, Urdu, Yunan, Makedon, Ermeni, Gürcü, Türk, Rus, Çinli, Japon isimlerini duysa asla böyle çıkışlar yapmak aklına gelmez, aklına “evrensellik”“önemli olan insanlık”“önemli olan ümmet” gelmez, fakat herhangi bir yerde, okuduğu herhangi bir kitapta Kürt ismini duysa hemen aklına “evrensellik” gelir, hemen “önemli olan insanlık”“önemli olan ümmet” çıkışları yapar. Onun için diyorum; bunlar (Solcular ve İslamcılar), Ülkücüler’den, Kemalistler’den ve Türk milliyetçilerinden çok daha tehlikeli ve sinsi Kürt düşmanlarıdırlar. Boşuna demiyorum bunu.

Bunlar günde 5 vakit namaz kılıyorlar, namazlarında “Kureyş” sûresini okuyorlar ve ben Hz. Nûh’un, Hz. İbrahim ve Hz. Sara’nın Kürt olduğunu söylediğimde bana böyle sert çıkışıyorlar. Bana, “Ya kardeşim peygamberlerin ırkının, etnik kökeninin ne önemi var? Önemli olan getirdiği mesaj” diyen bu insanlar, günde 5 defa namazlarında Hz. Muhammed’in Arap etnisitesinin Kureyş aşiretinden olduğunu tekrarlıyorlar. Güler misin ağlar mısın?

Hayatını anlattığınız bir peygamber şayet İbrani, Habeşi veya Arap’sa, biyografisini kaleme alırken O’nun etnik kökenini belirtebilirsiniz, sorun yok, hatta belirtirseniz daha iyi ve aydınlatıcı olur. Fakat hayatını anlattığınız bir peygamber şayet Kürt’se, biyografisini kaleme alırken O’nun etnik kökenini sakın belirtmeyin, bundan özellikle kaçının. Çünkü “önemli olan getirdiği mesaj”.

Hz. Musa’nın hayatı kaleme alınırken, O’nun bir İbrani olduğu belirtilebilir, normaldir, hatta belirtilmelidir. Hz. Muhammed’in hayatı kaleme alınırken, O’nun bir Arap olduğu belirtilebilir, normaldir, hatta Arap olduğunu belirtmek de yetmez, O’nun Araplar’ın Kureyş kabilesinden olduğu da muhakkak belirtilmelidir. Ve fakat Hz. İbrahim’in hayatı kaleme alınırken, O’nun kavmî kimliğini belirtmek doğru olmaz, hangi etnik kökenden olduğunu söylemek çok ayıp bir davranıştır, iyiniyetli bir çıkış değildir, ilkel milliyetçiliktir, fitne fesad çıkarmış olursun. Neden? E çünkü İbrahim Kürt’tür de ondan.

Mesele budur…

Malcolm X’in çok güzel bir sözünü burada hatırlatmanın tam zamanı: “Eğer bir hak, başkalarına helal ama size haramsa, bilin ki o dîn Allah’ın dîni değil, düşmanlarınızın dînidir.”

Sevgili okurlar;

Elinizdeki bu kitapta, Kürdistan’da doğmuş, Kürdistan’da yaşamış ve Kürdistanlı olan bütün peygamberlerin (Allah’ın selamı hepsinin üzerine olsun) hayatlarını geniş biçimde ve en ince ayrıntılarına kadar okuyacaksınız.

Ancak bunu yaparken, kitabın başında işaret ettiğimiz inkârcı ve yok sayıcı tarih yazımı gibi yapmayacağız. Çünkü inkârcı ve yok sayıcı tarih yazımı, çirkin ve ahlâksız bir metoddur. Bizler o çirkin yola meyletmeyecek, hayatlarını kaleme aldığımız peygamberlerin yaşadıkları coğrafyayı sansürlemeden, etnik kökenlerini ve kavmî kimliklerini gizlemeden olduğu gibi, nesnel ve dürüst bir şekilde anlatacağız. “İlmî ahlâk” dediğimiz şey de esasında budur. Dürüstlük ve hakkaniyet, bunu gerektirir.

Kitapta anlatacağımız peygamberlerin tamamı Kürdistanlı olmakla birlikte, bazıları Kürt değildirler, ama önemli bir kısmı Kürt’tür. İlk başta anlatacaklarımız ise yaratılan ilk insanlar olduklarından, onlara herhangi bir kavmî kimlik veya etnik köken isnat etmek mantıksızlıktır. Fakat hayatlarını ve verdikleri mücadeleyi anlatacağımız ilk şahsiyetten son şahsiyete kadar, hepsinin de ortak özelliği, Kürdistanlı olmalarıdır, Kürdistan coğrafyasında doğmuş ve yaşamış olmalarıdır.

Elinizdeki bu kitabı büyük bir ilgi ve heyecanla okuyacağınızdan şüphemiz yoktur.

Daha önce kaleme aldığımız ve Ocak 2021’de yayınlanan 3 ciltlik ve 1019 sayfalık “Kadın Peygamberler” adlı çalışmamızda olduğu gibi, “Kürdistanlı Peygamberler” adlı bu benzer çalışmamızda da başından sonuna kadar “ilmî duruşa” ve “bilimsel ahlâka” bağlı kalacak, aktardığımız her “bilgi” ve “olgu”yu dînî ve ilmî kaynaklarıyla birlikte ortaya dökerek okurlarımızın istifadesine sunacak ve kendi subjektif yorumlarımızı mümkün mertebe katmamaya çalışacağız. Amacımız, kutsal kitaplar, semavî dînlere ait dînî metinler ve tarihsel kaynaklar ışığında bir konuyu ilmî seviyede etüd etmektir. Zirâ kutsal kitaplarda geçmiş ümmetler ve peygamberler hakkında pekçok önemli aktarımlar bulunmakta, dînî / naklî metinler ve tarihî kaynaklarda pekçok önemli ve çarpıcı bilgiler yer almaktadır.

     Kitapta okuyacağınız her bilginin, her cümlenin altında dipnotu, kaynağı, delilleri olacaktır. Kaynaksız, delilsiz ve mesnetsiz tek bir cümle dahi okutmayacağız sizlere.

     Bu kitapta, bu peygamberlerin Kürdistanlı olduklarını ve Kürt olduklarını dînî ve ilmî delilleriyle ortaya koyacak, dînler tarihinin Kürdistan’da ve Kürtler tarafından başlatıldığını, dünyada Tek Tanrı inancının ve peygamberlik geleneğinin Kürtler tarafından başlatılan bir itikadî gelenek olduğunu hem dînî hem bilimsel kanıtlarıyla sunacak, dînler tarihinin ve peygamberlik geleneğinin Kürtler tarafından başlatıldığını bütün dünyaya kabul ettireceğiz, b’iznillah.

Daha önceki “Kadın Peygamberler” adlı çalışmamızda, kadın düşmanlığı üzerine şekillenmiş, kadını insan yerine bile koymayan ataerkil (erkekegemen) dîn anlayışını yerle bir etmiş, adetâ kemikleşmiş “Kadından peygamber olmaz”“Kadın peygamber yoktur”“Peygamberlerin hepsi erkektir” gibi binlerce yıllık tabuları yıkmıştık, Allah’ın yardımıyla. Şimdiki “Kürdistanlı Peygamberler” adlı bu çalışmamızda da, Kürtler’i yok sayan ve görmezden gelen, Kürdistan’ı sansürleyen inkârcı ve yok sayıcı dînler tarihi yazımını yerle bir edecek, Kürtler gerçeğini, Kürtçe gerçeğini ve Kürdistan gerçeğini dînî deliller ve bilimsel kaynaklar ışığında bu inkârcı ve yok sayıcı emperyalist dünyanın suratına, bu siyasî – ideolojik dünya düzeninin suratına çarpacağız, gene Allah’ın yardımıyla.

Elinizdeki bu kitabın asıl önemli bir özelliği de şu:

Peygamberler konusu, peygamberlerin yaşamları ve mücadeleleri, genelde Yahudîler tarafından Musevîlik inancı ve kaynakları (TevratTalmudMidraşlar vs) ışığında, Hristiyanlar tarafından Hristiyanlık inancı ve kaynakları (Kanonik İncillerApokrif İncillerKilise kayıtları vs.) ışığında, Müslümanlar tarafından da İslam inancı ve kaynakları (Kur’ân-ı KerîmHadis kaynaklarıİslam âlimlerinin ve müfessirlerinin eserleri vs.) ışığında kaleme alınmıştır ve kendi toplumlarına bu şekilde sunulmuştur, bu haliyle anlatılmıştır. Böylece her dînî topluluk da bunları kendilerine anlatıldığı şekliyle öğrenir, böyle bilir. En “objektif” olanlar, sadece birini değil her üç dîni de referans alarak ortaya konan, Musevîlik, Hristiyanlık ve İslamiyet’in her üçünün de kaynakları ışığında kaleme alınmış eserlerdir. Sayıları az da olsa, böyle objektif çalışmalar ortaya konmuştur ve vardır. Bizim bu çalışmamız ise “objektiflik” konusunda çıtayı çok daha yukarılara hatta en yukarıya çıkartacak, yalnızca üç semavî dînin (Musevîlik, Hristiyanlık, İslamiyet) kutsal kitapları ve dînî metinleri ile sınırlı kalmayıp, bunlarla birlikte Zerdüştîlik (ve kutsal kitabı Avesta), Bahaîlik (ve kutsal kitabı İkan), ManiheizmÉzidîlikEtiyopya Tevhidî KilisesiHinduizmBudizm (ve Tibet Ölüler Kitabı), Şintoizm, bütün bu dînlere ait metinleri de kaynak olarak alacak, hatta bütün dînlerin kutsal metinlerini esas almakla da yetinmeyecek, bilimi (Arkeolojinesnel Tarih) ve bilimsel eserleri de esas alacak, arkeolojik bulgular, bilimsel veriler, tarihçilerin ve bilim insanlarının araştırmaları ve bu alanda ortaya koydukları çalışmaları da kaynak olarak alacak, artı, antik uygarlıklara ait yazıtlar, Sümer YazıtlarıMısır Hiyeroglif YazıtlarıÖlüdeniz Parşömenleri ve SümerBabilMedMitanniHitit ve Eski Mısır yazıtlarına kadar araştırıp inceleyerek elinizdeki bu eser ortaya konacaktır.

Peygamberler konusu, peygamberlerin yaşamları ve mücadeleleri, ister Musevî ve Hristiyan âlimleri ve tarihçileri tarafından yazılanlar olsun, ister Müslüman âlimleri ve tarihçileri tarafından, mutlaka dînî bir amaç güdülerek, hitap ettikleri topluma dînlerini öğretmek ve toplumun da bu peygamberleri örnek alması, dîni doğru bir biçimde yaşamaları amacıyla yazılmış / anlatılmıştır. Bizim bu çalışmamızda ise dînî herhangi bir amaç güdülmeyecek, tamamen nesnel ve bilimsel bir yapıt ortaya koyma arzusu ve hedefi güdülerek gerçekleştirilmiş bir çalışma olacaktır. Bir tane dîni savunmaya çalışıp diğer bütün dînlerin yanlış ve bâtıl olduklarını kanıtlama çabasına, bu çalışmanın en başından en sonuna kadar hiç meyletmeyeceğiz. Hiçbir dîni savunmayacağımız gibi, hiçbir dîne karşı saldırgan bir söylem de geliştirmeyeceğiz. Zirâ derdimiz o değil, bu çalışmayı yaparken. İsteyen istediği şeye inanır, istediği dîni seçer. Bu bizi hiç mi hiç ilgilendirmez. Tüm dînlere karşı saygılı davranacağız, ama en başta kendimize karşı da saygımız olduğu için, nesnel davranacağız ve özellikle peygamberlerin yaşamlarındaki bazı hususlar ile ilgili dîndarların hoşuna gitmeyecek ve müthiş derecede incinecekleri gerçekleri de açıkça yazacağız. Çünkü dînlere saygımız olduğu gibi, bilime ve gerçeğe karşı da saygımız vardır.

Bu kitabın adını isterseniz “Gerçek Peygamberler Tarihi” ya da “Peygamberlerin Gerçek Yaşamları” da koyabilirsiniz. Çünkü sizlere sinagoglarda, kiliselerde ve camilerde anlatılan hikâyeleri ve peri masallarını anlatmayacağız. Sizlere çok iyi tanıdığınız ama aslında pek bilmediğiniz peygamberlerin gerçek yaşamlarını anlatacağız. Sinagoglarda, kiliselerde ve camilerde sizlere anlatılmayan gerçek dînler tarihini ve gerçek peygamberler tarihini anlatacağız.

Bu kitabı yazmaktaki amacımız ise, başta kendi halkımız olmak üzere insanlığa hizmet sunmak, hem Allah’ın razı olacağı hem de insanların takdir edeceği bir çalışmaya imza atmaktır. Bu halis ve fıtrî amacımıza bir nebze de olsa nail olabilirsek, ne mutlu bize.

Hazırsanız, uzun ve bir o kadar da sürükleyici bir yolculuğa başlayabiliriz.

Gayret bizden, tevfik Cenab-ı Allah’tandır.

     – devam edecek –

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.