■ BAMBARA İNANCINA GÖRE İLK İNSANLAR
Mali’deyiz…
Mali, adını Kral Malinke olarak bilinen Sundiata Keita (1217 – 55)’nın kurduğu Büyük Mali İmparatorluğu (1235 – 1670)’ndan almıştır. (1126)
Mali İmparatorluğu, çok üstün bir uygarlıktı. Hatta Malililer, Avrupalılar’dan 180 yıl önce Amerika kıtasını keşfetmişlerdi. Kuzey Afrika ve Avrupa kaynakları, Mali’den okyanusa açılan bir filonun 1311 tarihinde Amerika kıt’âsını ziyaret ettiğini kaydetmektedir. (1127) Bu hadiseyi, o zamanda yaşayan tarihçi İbn-i Fadlullah el- Umerî (? – 1349) de kaleme almış ve aktarmıştır. El- Umerî’nin hazırladığı ansiklopedide, dönemin Mali Kralı II. Mansa Qu Ebûbekrî Keita (? – ?)’nın 1312 yılında büyük bir filoyu “okyanusun diğer tarafına ulaşması” amacıyla seferber ettiği yazılıdır. Yolda büyük bir fırtınaya tutulup batan gemilerden sadece biri kurtulup geri döner. Bunun üzerine aynı amaçla bu kez Sultan Mansa Ebûbekrî’nin de katıldığı çok daha büyük bir filo sefere çıkar. Mali Kralı Mansa Ebûbekrî, yeni bir kıt’ânın keşfedildiği heyecanı ve mutluluğu uğruna tahtından dahi ferağat edip bu sefere çıkmıştır. Ancak bu seferden kimse geriye dönemez. Çünkü Amerika kıt’âsına ulaşmışlardır. (1128) Bunun ardından Mali İmparatorluğu’na bağlı 400 gemi, Atlas Okyanusu üzerinde batıya doğru seyahat etmiş ve yeni bir toprak keşfederek Mali’ye geri dönmüştür. (1129)
1324 yılında yeni Mali Kralı I. Mansa Musa (1280 – 1337), Arap tarihçilere yaptığı aktarımda, atalarının Batı Afrika’dan Atlas Okyanusu’na doğru iki büyük sefer yaptığından bahseder. (1130) Mansa Musa, Mısır’da bulunduğu zaman selefi II. Mansa Ebûbekrî’nin Atlantik Okyanusu’na bir sefer düzenlediğini ifade etti. Mansa Qu Ebûbekrî Keita okyanusa 200 gemi göndermiş, uzun bir süre sonra bu gemilerden sadece bir tanesi geri dönmüştü. Geri dönen geminin tayfalarına göre diğer gemiler devâsâ bir girdaba kapılmış ve ölmüşlerdi. Anlatılan hikâyelerden etkilenen Ebûbekrî, 2000 gemilik devâsâ bir filo kurdu ve denize yelken açtı. (1131) Kendisi ve gemileri asla geri dönmediler ancak bazı duyum ve bulgulara göre 1312 yılında Brezilya’ya ulaştılar. (1132)
Batı Afrika’da bulunan Mali İmparatorluğu, dönemin süper güçlerinden biri sayılabilirdi. (1133) Ülke refah içerisindeydi ve liderleri I. Mansa Musa tüm zamanların en zengin insanı olarak biliniyor. (1134) Mansa Musa o kadar zengindi ki, 1324 yılında Mısır’a yaptığı bir ziyaret Mısır’ın altın piyasasını çökertmişti. (1135)
Yine iddiâlara göre 1492 yılında Cenovalı denizci ve korsan Cristoforo Colombo (1451 – 1506) Amerika’ya ulaştığında, orada Afrikalı tacirlerle ve Mali altınlarıyla karşılaşmıştı. Bunlar 32 parçadan oluşuyor ve 18’i altın, 6’sı gümüş, 8’i de bakır idi. (1136) Bir görüşe göre Meksika’da bulunan Olmek kafaları da bu Afrikalılar’ı tanımlamaktaydı. (1137)
Malili Müslüman Afrikalılar’ın Amerika’yı keşfettiği aynı dönemde yaşayan Mısırlı ünlü Arap eğitimci ve tarihçisi Şihabeddîn ebû Abbas Ahmed bin Abdullah el- Kalkaşandî (1355 – 1418), vefatından yedi yıl önce, 1411 yılında tamamladığı değerli eseri “Subh’ul- A’şâ fi Kitabet’il- İnşâ”da, Atlas Okyanusu’ndan Amerika’ya doğru seyahate çıkıp da genelde dönmeyen Müslümanlar’ın varlığından sözeder. (1138) ABD’li tarihçi, dilbilimci ve yazar Leo Wiener (1862 – 1939)’e göre, 1513’ten önce Darien’de Siyahîler yaşamaktaydı. (1139) Colombo’nun çağdaşı olan İtalyan tarihçi Pietro Martire d’Anghiera (1457 – 1526), İspanyollar’ın Amerika kıt’âsına gittiklerinde orada “Zencîler’i” gördüklerini ve bunların Kızılderililer’le savaş içerisinde olduklarını yazar. (1140) Ayrıca Colombo, Küba kıyılarında havlamayan köpekler görmüştür ki, bu havlamayan köpekler Afrika’ya özgüdür ve dünyada sadece Batı Afrika’da yaşamaktadırlar. (1141)
Mali’de yaşayan çok ilginç bir etnik topluluk, Bamana veya Banmana olarak da anılan Bambara kavmidir. Bambaralar, başta Mali’nin güneyi olmak üzere Burkina Faso, Gine ve Senegal’de yaşarlar. Bugün, nüfûsun % 80’i etnik kökene bakılmaksızın Bambara dilini konuşan Mali’deki en büyük Mandé etnik grubunu oluşturuyorlar. Toplam nüfûsları 4 milyon kadardır. Mali’de ülke nüfûsunun % 40’ını, Burkina Faso’da % 2’sini oluştururlar. (1142)
“Encyclopedia of Africa” (Afrika Ansiklopedisi)’da yazdığına göre, “Bambara” ismi “İnançsız” veya “Kafir” anlamına geliyor. Bu kavme bu isim, Müslüman kuvvetlerin “İslamlaştırma” çabalarına karşı şiddetli bir biçimde direndiği için verildi. Takrurî bir İslam fetihçisi olan Hacı Umer ibn-i Said el- Futiyu Tall (1794 – 1864) tarafından 1854 yılında başlatılan Müslümanlaştırma çabalarına olumsuz karşılık verdikleri için, Müslümanlar tarafından böyle isimlendirildiler. (1143)
Bambaralar geleneksel çiftçilerdir. Tarım, kırsal bir hayat süren Bambaralar için hâlâ en önemli iktisadî temeldir. Bambara’nın geleneksel inançları ve kültleri de tarımla yakından bağlantılıydı ve hâlâ da öyle. (1144)
Bugün çoğu Barmana İslam’a geçmiş olsa da, birçoğu halen geleneksel ritüelleri, özellikle de ataları onurlandırırken uyguluyor. Senkretik İslam’ın bu biçimi, pekçok durumda 19. yy’ın ortalarından sonlarına kadar meydana gelen dönüşümlerin sonucudur. (1145)
Bambaralar’ın kendilerine ait dîni var ve bu dîne günümüzde Bambara Dîni deniyor. Bambara Dîni’nde Tanrı anlayışı biraz kompleks ve karmaşıktır. Baş Tanrı’nın adı Bemba’dır ve Bemba, 4 farklı Tanrı’dan oluşan bütüncül bir birleşimi (hermafrodit)’dir. Bu Tanrılar; Pemba, Nyale, Faro ve Ndomadyiri’dir. Bemba, bu dördünün toplamıdır. (1146) Bunların ikisi kadın, ikisi erkektir. Bemba’nın erkek yönleri Pemba ve Ndomadyiri tarafından temsil edilirken, kadın yönleri Nyale ve Faro tarafından temsil edilir. (1147)
Bambara Dîni’nde “insanın yaratılışı” şu şekildedir:
Bemba, başlangıçta Cennet’te yaşayan ilk ikizler olan Musukoroni ve Pemba’yı yarattı. Bemba, yarattıklarından en çok hangisini tercih ettiğini onlara açıklamayınca Cennet’i terketmeyi seçtiler. Kendilerini yere indirirken, göğü ve yeri birbirine bağlayan ipi kestiler, bu da bağlantıyı onarılamaz bir şekilde kopardı. Daha sonra Musukoroni, ikizi Pemba da dahil olmak üzere evrende var olan her şeyle cinsel ilişkiye girdi ve bu da ilk insanların ve diğer hayvanların yaratılmasına yol açtı. (1148)
Bemba bunu öğrenince çok kızdı ve ilk ikizlere bir ders vermek için başka bir ikizler grubu yarattı: Kadının adı Faro, erkeğin adı Koni. Bunlar ilk insanlardır ve dünyadaki tüm insanların ana/atasıdır. Musukoroni Faro’yu kıskanıyordu, bu yüzden insanları kendisine karşı çevirerek ve zaten ilişkide olduğu kişileri yok ederek ortalığı kasıp kavurdu. Eylemlerinin cezası olarak Bemba, dünyayı temizlemek için bir tufan gönderdi. Musukoroni bu tufanda boğulup öldü. Faro ile Koni bundan sonra huzur içinde yaşadılar ve birçok çocuk yapıp insanların çoğalmasını başlattılar. (1149)
Bambara Dîni’nde tufan hadisesinin de olması çarpıcı bir ayrıntı olarak göze çarpıyor. Her ne kadar yaşadıkları topraklar büyük çoğunlukla çöl olsa da ve geminin oturacağı herhangi bir yüksek dağ bulunmasa da.
■ AFAT ROOG İNANCINA GÖRE İLK İNSANLAR
Senegal’deyiz…
Senegal, ismini bu ülkeden geçen ve boydan boya ülkeyi ikiye bölen Senegal Nehri’nden alır. (1150)
Senegal’de yaşayan çok ilginç bir halk var: Serer halkı. Toplam nüfûsları 2 milyon kadardır. Senegal nüfûsunun % 15’ini oluştururlar ve ülkedeki üçüncü büyük etnik gruptur. Ayrıca toplam nüfûsun % 3’ünü teşkil ettikleri Gamibya’da ve bir de Moritanya’da da yaşarlar. (1151)
Sererler mükemmel çiftçilerdir. Genelde pirinç, darı ve sorgum ekerler. Yerleşik bir kültüre sahipler ve çiftçilik, yaylacılık, balıkçılık, teknecilik ve hayvancılıkla tanınıyorlar. (1152)
Anaerkil (kadınegemen) bir millettir. (1153)
Dünyadaki en meşhur Serer, bizzat Senegal Bağımsızlık Hareketi’nin liderlerinden ve 1960 yılında kurulan bugünkü modern Senegal Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk devlet başkanı Léopold Sédar Senghor (1906 – 2001)’dur. Senghor da bir Serer idi. (1154)
1960 – 80 arası tam 20 yıl boyunca “Senegal Devlet Başkanı” olarak ülkesini yöneten edebiyatçı ve şair Léopold Sédar Senghor, Afrika’nın en devrimci ve özgürlükçü edebiyat akımlarından biri olan “Négritúde” (Siyah Güzeldir) adlı akımın kurucusu ve öncüsüdür. (1155)
Senegal ve Moritanya sınırındaki Senegal Nehri vadisinde ortaya çıkan Serer halkı, 11. – 12. yy’larda güneye, daha sonra 15.- 16. yy’larda köylerinin işgal edilmesi ve dînî baskılara maruz kalmasıyla tekrar göç etmişti. (1156) Kendi anlatımlarına göre, Sererler, İslam’ın baskılarından kaçmak için 10. – 13. yy’lar arasında kuzeyden Senegal’in merkezine göç ettiler. Serer halkı, tarihsel olarak, İslam’ın yayılmasına uzun süre direnen, 19. yy’da cihadlara karşı savaşan, ardından da Fransız sömürge yönetimine karşı savaşan anaerkil bir etnik grup olarak kaydedilmiştir. 20. yy’da çoğu İslam’a geçti, az bir kısmı da Hristiyan yapıldı ama çoğu (Müslüman veya Hristiyan olanlar bile) hâlâ geleneksel dînlerini takip ediyor. (1157)
Bazı krallıkların bağımsızlığını kazanmasıyla, tam 900 yıldır hüküm süren ve muhteşem bir tarih olan Gana İmparatorluğu (300 – 1200)’nun yağmalanmasından sonra, Murabıtlar’ın lideri Ebûbekr ibn-i Umer ibn-i İbrahim ibn-i Turğut el- Sanhacî el- Lamtunî (? – 1087) bölgeye cihad başlattı. O dönemden ikiyüz yıl kadar sonra yaşamış olan ünlü Faslı tarihçi İbn-i Ebû Zerr ya da tam adıyla Ebû Hasan Ali ibn-i Ebû Zerr el- Fasî (? – 1320)’nin naklettiğine göre, Amar Gôdô Maat (? – ?) adında bir Serer okçusu 1087 yılında Ebûbekr ibn-i Umer’i bir okla vurup öldürdü. (1158)
Sererler’in, anlattığımız üzere, kendilerine ait bir dîni vardır ve bu dîne Afat Roog veya kısaca Roog denir. “Afat” kelimesi Sererce’de “Yol” demekken, “Roog” kelimesi de “Tanrı” anlamına gelir. Yani dînin adı olan “Afat Roog”, kendi dillerinde “Tanrı Yolu” demek. (1159) Roog, aynı zamanda bu dînde Tanrı’nın adıdır. Bu isim Cangin dillerinde “Roog”, “Koox” (veya “Kooh”), “Kopé Tiatie Cac” ve “Kokh Kox” olarak da telaffuz edilir. (1160)
Geleneksel Serer dînî uygulamaları, eski ilahîleri ve şiirleri, Tanrı inancı ve rûhlara saygı (pangool), astronomi, inisiyasyon ayinleri, tıp (ilaç tedavisi), kozmoloji ve Serer tarihini kapsar. (1161)
Serer halkı, Roog adı verilen ve “Merhametli Tanrı” olarak adlandırılan Yüce Tanrı’ya inanır. (1162) Roog, kutsal baobab ağacı, deniz, kutsal Sine Nehri kıyısındaki ağaçların dibinde, insanların kendi evlerinde veya topluluk türbelerinde, inisiye edilmiş ve düşüncelerini tek bir birleşik birimde organize etme bilgisine ve gücüne sahip olan Serer yüksek rahipler ve rahibeler (saltigue) tarafından belki daha az ölçüde ulaşılabilir, ancak Roog, asıl olarak her zaman çocukların gözetiminde ve her zaman onların yanındadır. (1163)
Tanrı Roog’un adı “Cennet” veya “Gökyüzü” anlamına gelmektedir. (1164) Roog bazen “Roog Sene” (Rog Seen, Rog Sene, Rooh Seen vb.) olarak anılır, bu da “Sonsuzluk Tanrısı” veya “Merhametli Tanrı” anlamına gelir. (1165) Dûâların dışında kullanılan diğer ünvanlar arasında “Roog Dangandeer Seen” (Her Yerde Hazır ve Nazır Olan Tanrı), “Roog o Caaci’in Seen” (Atamız Roog), “Roog o Maak” (Büyük Tanrı), “Roog a Faha” (Harika Tanrı), “Roog a Yaal’in Seen” (Tanrı Bizim Rabbimiz) ve “Roog o Ndimaan Seen” (Meyve ve Hayat Veren Tanrı) zikredilebilir. (1166)
Roog hayatın kaynağıdır ve her şey Roog’a geri döner. Roog “çıkış ve sonuç”, “başlangıç ve son”dur. (1167)
Serer geleneksel dîninin uygulayıcıları doğrudan Roog’a dûâ etmezler, bunun yerine “pangool” olarak bilinen ataların rûhları aracılığıyla dûâ etmeyi seçerler. (1168) Neticede Roog’un ibadet yeri yoktur. Roog’un resmini çizmek veya görüntülerini yapmak “küfür” olarak kabul edilir. (1169)
Tanrı (Roog) her şeyi görür, bilir ve duyar, ancak yaşayan dünyanın günlük işlerine karışmaz. Bunun yerine daha küçük Tanrılar ve Tanrıçalar, fiziksel dünyada Roog’un yardımcıları olarak hareket ederler. Bireyler ya Serer dînî öğretilerine göre iyi ve rûhsal olarak doyumlu bir yaşam sürme ya da fiziksel dünyada kutsal olmayan bir yaşam tarzı yaşayarak bu tür doktrinlerden vazgeçme özgürlüğüne sahiptir. Öğretilere aykırı bir hayat yaşayanlar, âhirette haklı olarak cezalandırılacaklardır. (1170)
Rûhun ölümsüzlüğü ve reenkarnasyon (öldükten sonra başka bir bedenle yeniden dünyaya gelme), Serer dîninde güçlü bir şekilde tutulan inançtır. Sererler reenkarnasyona inanır. (1171)
Serer “yaratılış hikâyesi”, Senegal, Gambiya ve Moritanya’daki Serer halkının geleneksel yaratılış inancıdır. Afat Roog dînine imân eden her Serer, bu anlatıların mukaddes ve Tanrı’dan olduğuna inanır. Serer dîni (Afat Roog) ve Ndut geleneklerinin bazı yönleri burada yer alan anlatılara dahil edilmiştir. (1172) Hikâyenin özellikleri iki ana Serer kaynağında da bulunur: “A nax” ve “A leep”. İlki kısa bir anlatım iken, ikincisi daha gelişmiş bir içeriğe sahiptir. (1173)
Afat Roog inancına göre “evrenin ve dünyanın yaratılışı” şu şekilde olmuştur:
Serer halkının “yaratılış hikâyesi”, Roog tarafından Dünya gezegeninde yaratılan ilk ağaçlarla karmaşık bir şekilde bağlantılıdır. Dünyanın oluşumu bir bataklıkla başladı. Dünya, ilk üç dünyanın yaratılmasından çok sonrasına kadar oluşmadı. Yeraltı dünyasının suları, yüksek dünya (yani Güneş, Ay ve yıldızlar) ve dünyayı içeren hava. Roog, evrenin ve içindeki her şeyin yaratıcısı ve şekillendiricisidir. Yaratılış, efsanevî bir kozmik yumurtaya ve kaos ilkelerine dayanmaktadır. Hikâyenin biraz farklı versiyonları var. Ancak farklılıklardan çok benzerlikler vardır ve farklılıklar Serer yaratılış kısssasının daha iyi anlaşılmasında birbirini tamamlar. (1174)
Bu “üç dünya” (gökteki dünya, havadaki dünya ve yeraltı dünyası), Yüce Tanrı Roog tarafından düşünce, konuşma ve eylem yoluyla yaratılan ilk ilkel dünyalardı. Dünya gezegeni, bu dünyaların yaratılmasından çok sonraya kadar henüz yaratılmamıştı. Tartışmalı noktalar, Serer toplumunda aşağıdaki ana kutsal ağaçlardan hangisinin sadece ilk değil, aynı zamanda Dünya gezegenindeki ilkel bataklıkta da büyüdüğü:
1 – Saas (veya Sas) → Botanikteki bilimsel adı Acacia albida olan ağaç (1175)
2 – Nquƭ (veya Ngud ya da NGuƭ) → Botanikteki bilimsel adı Guiera senegalensis olan ağaç (1176)
3 – Somb → Botanikteki bilimsel adı Prosopis africana olan ağaç (1177)
4 – Nqaul (veya Ngaul ya da NGawal) → Botanikteki bilimsel adı Mitragyna inermis olan ağaç (1178)
5 – Mbos → Botanikteki bilimsel adı Gardenya ternifolia olan ağaç (1179)
Bu ağaçların önemi, Dünya’nın oluşumu için çok önemlidir. Fakat ilk ağaç olmak, mutlaka Dünya’daki ilk canlı olmak anlamına gelmez. Yaratılış kıssasında çakal, sırtlan, yılan ve devekuşu gibi hayvanlar, yaratılış anlatısında belirgin bir şekilde yer alır. Bazı anlatılarda ağaçlar ve hayvanlar meşrûiyetlerini haklı çıkarmak için birleşirler. Bu efsanevî hayvanlar, Serer halkının hayvanlara ve genel olarak doğaya ilişkin duyarlılık sahibi dünyevî görüşlerinde kutsal ve totemler olarak görülebilir. Serer yaratılış kıssasındaki ağaçların önemi, ne Yüce Tanrı’nın ikametgâhı anlamına gelir ne de Şeytan’ın ikamet ettiği yer anlamına. Onlar kutsanmış ataların rûhlarının (pangool) barınma yerleridir. Serer dîninde ağaç kültü semboliktir. (1180) Dişil (kadınsı) dünya, evrenin ve ilk insanların yaratılış sürecinde de çok önemli bir rol oynadı. (1181) Bu, Serer’in güzellik felsefesi ve Serer dînsel sembolizminde bulunan Serer sayıları ile bağlantılıdır. (1182) 3 numara dişil dünyayı, 4 numara eril dünyayı ve 7 numara (3 + 4) Sererler’in günlük yaşamlarında ve kendilerini içinde buldukları ortamda ulaşmaya çalıştıkları denge ve mükemmelliği temsil eder. (1183)
Serer’in denge ve mükemmellik kavramı, daha yüksek rûhsal düzenin yaratılışını gösterir ve kaos motifine karşılık gelir. Yaratılış, erkek ve dişi ilkelerin birliğiydi. Yüce aşkın ilke varlığı olan Roog, androjen bir baba ve annenin somutlaşmışı haline geldi. Bununla birlikte, ilahî olanın modern insan ataları, ilk olarak bir dişi olmak üzere, “noo tiig tew” (dişi rahminden) olan yüce varlığın dişi bileşeninden gelmektedir. Bu inanç, Serer kadim kültüründe mutlak gerçeği temsil eder. (1184)
Yine kaosa dayanan büyük bir yaratılış hikâyesi, başlangıçta bir dizi patlama (= Big Bang) olduğunu söyler. Ancak ağaçların ve hayvanların ilk yaratılanlar olduğu şeklindeki kabul gören görüşle hemen hemen aynı fikirdedir. Patlama ilk olarak bitkiler âleminde ortaya çıktı ve bu anlatıma göre dünyadaki tüm bitki türlerinin tohumlarının gövdesinden çıkıp Dünya gezegenini yaşamla kapladığı ilk somb ağacı patladı. (1185)
Evrenin varlığından önce, Tanrı Roog kendi başına vardı. Sessizlik ve karanlıktan başka birşey yoktu. (1186)
Serer dîni Afat Roog, evrenin yaratılışını 11 aşamalı bir konu şeklinde anlatmaktadır:
1) Anlatının temelini oluşturan yapı ve Yüce Yaratıcı’nın gücü
2) Serer kutsal sayılarına dayalı oluşturma süreci
3) Evrenin doğuşu
4) Üç temel öğe: Su, hava ve toprak
5) İlkel okyanus ve Dünya gezegeninin oluşumu
6) Dünyanın kendi ekseni etrafındaki dönme hareketi, ağaçların ve bitki yaşamının yaratılması
7) Hayvanların yaratılması
8) İnsanların, çocuklarının ve torunlarının dünyayı doldurmaya devam ettiği ilk kadın ve erkek çiftin yaratılması
9) Dünya gezegeninin başına gelen kriz, insanla hayvanın ayrılması ve köpeğin neden insanın dostu olduğu
10) Roog’un müdahalesi, yaratılışın çeşitli aşamalarında ve ilk düzensizlikten sonra ilahî müdahale süreci
11) Üç dünya (gökteki dünya, havadaki dünya ve yeraltı dünyası) ve bunların sentezinden günlük karasal dünyanın oluşumu (1187)
Bilim dünyasında “Big Bang” (Büyük Patlama) teorisi ilk kez 1920’li yıllarda Rus kozmolog ve matematikçi Aleksándr Aleksándroviç Frídmann (1888 – 1925) ve Belçikalı fizikçi ve papaz Georges Henri Joseph Édouard Lemaître (1894 – 1966) tarafından ortaya atılmış ve ondan sonra çeşitli kanıtlarla desteklendiğinden bilim insanları arasında, özellikle fizikçiler arasında geniş ölçüde kabul görmüşken (1188), Serer dîni Afat Roog’un binyıllardır Big Bang (Büyük Patlama)’den bahsetmesi ve evrenin doğuşunu bir büyük patlama ile başlatması, ayrıca dünyanın düz olduğunun sanıldığı dönemlere ait bu dînin anlatımında dünyanın yuvarlak olduğunun hatta kendi ekseni etrafında döndüğünün anlatılması hakikaten hayret ve hayranlık uyandırıcıdır ve insanın aklını başından almaktadır.
Evrenin kaynağı, Tanrı Roog’un kadınsı ve annelik doğasına atfedilir. Serer sembolizminde 3 sayısı dişil dünyaya atfedilir. Bu sayı, yaratma sürecinin bileşenidir. Üç temel unsur, kozmosun üç parçası ve üç dünya vardı. Roog ve kozmosun bu üçlü ritmi, Serer inancının buyurduğu gibi kadınlarda da bulunur. Sererce orijinal dilinde bu, şu şekilde ifade edilir: “Roog a binda adna noo tiig tew.” (Roog, kadınsı doğasının dünyasını yarattı) (1189)
Sererce’de “Tiig tew” ifadesi ise anneliğin kadınsı bedenine atfedilir ve Dünya Ana’nın genel deyişine eşdeğerdir. “No tiig tew” ifadesi, “dişi rahminden” anlamına gelir. (1190)
Serer dîni ve sözlü gelenek, Tanrı Roog’un ilk yaratışının bazı oldukça gerçekçi yönlerini verir. Buna göre, mahlûkların gebeliğinde üç safha vardır:
a) Düşünerek → Yaşayan ilahî yumurtanın içinde, Roog yaratılacak formları ve varlıkları geliştirdi. Gelecek şeylerin temellerini ve işaretlerini attı.
b) Kelimeyle → Roog gebelik dönemini başlattı ve planının sorunsuz bir şekilde gerçekleştirilmesi için her şeyi kelime olarak sağladı.
c) Eylem yoluyla → Anne doğası sayesinde, Roog embriyoyu ve plasentayı doğumda olduğu gibi açtı ve yansıttı. (1191)
Roog (Tanrı) yaratırken her türden her varlığı bugünkü haliyle meydana getirmedi. Basitçe arketipleri yarattı, her türün prototipini değil. 7 arketipi yarattı: 3 temel element (hava, toprak ve su) ve ilk 4 tohum (ilk ağaç, ilk hayvan ve ilk insan çifti – önce kadını sonra erkeği –).(1192)
Evrenin doğuşu, iki ana Serer kaynağında da bulunur: “A nax” ve “A leep”. İlki kısa bir anlatım iken, ikincisi daha gelişmiş bir içeriğe sahiptir. (1193) “A nax”a göre, Tanrı Roog tarafından söylenen ilk ilahî sözler şunlardı: “Su, hava, dünya.” (1194)
Bir sıçrama, ilkel zamanın sahnesini aşağıdaki terimlerle detaylandırır:
Serer anlatısına göre, bu ilk adacık statik değil, Dünya’nın ekseni etrafında dönen bir girdap tarafından canlandırılmıştır. Sererler, Dünya’nın eksenini ve girdabını geometrik bir diyagramda sembolize edebildiler. Serer kozmolojisinde, diyagram, dönme hareketini temsil eden iki çapraz çizgiyi ve dünyanın eksenini temsil eden kesişme noktalarını gösterir. Çizgilerden biri doğudan batıya, diğeri kuzeyden güneye uzanan ekseni gösteriyor. Tanrı Roog uzayda dönerken, hızlı hareketleri ilk yarattığı ilkel dünyayla genişledi. Tanrı’nın hareketi kozmosun eksenini de etkiledi. Yaydığı yaşamsal enerjiler spiral bir hareketle dönerek gökcisimlerini yarattı. (1199)
İlk hayvanların yaratılışıyla ilgili iki ana değişken versiyon vardır. Her iki versiyonda da, çakalın dünyadaki ilk hayvan olduğuna inanılıyor. (1200) Yorumda farklılıklar olsa da, bunlar çakalın Serer mitolojisindeki öneminin daha geniş anlaşılmasında belirli noktalarda birleşiyor. Bir anlatıda ondan ismiyle bahsedilmez, sadece ona atıfta bulunulur. Çünkü daha önce Tanrı’nın yasalarına itaat etmediği için gözden düşürülmüştür. (1201)
Orijinal hayvanların yaratılışı, “Ormanın köpeği” (çakal) anlamına gelen “Boxo-koƥ” kıssasından gelir. (1202)
“Ngam Jam, O Yas Jam” (Huzur İçinde Yağmur, Huzurlu Yaşam) anlatısı, Dünya gezegeninde ilk kez yağmurun (yaşamın özü) ortaya çıktığını anlatır. Bu kıssa, olayı kaotik bir şekilde anlatmaktadır. (1203) Bu anlatıya göre, ilk olay Tanrı Roog tarafından göklerin açılmasıydı. Gökler açıldığında, gökyüzü ağır ve gölgeli bulutlarla tehdit edildi. Düz bir çizgide meydana gelen kasırga, yolundaki her şeyi süpürdü, bulutlarda gök gürültüsü getirdi. Parlak şimşek karanlığı aydınlattı ve ilk önce rüzgârın estiği göklerin suları düzenli, canlandırıcı ve besleyici yağışlara dönüşmeden önce her yöne sıçradı. (1204)
“Ngam Jam, O Yas Jam” (Huzur İçinde Yağmur, Huzurlu Yaşam) anlatısının adı Serer toplumunda adetâ atasözü olmuştur. Serer çiftçilerinin ilk yağmurda ağızlarından çıkan ilk kelimelerdir. Sererler’in birbirlerine mutlu yıllar dileme şekli de budur. Bu bir ifade olduğu kadar, dînî bir dûâdır da. Mevsimin ilk yağmuru, aşkın güç ile insanlık arasında bir anlaşmadır. Bu, uzun süredir anlaşmaya saygı duyan bu vesayet gücü tarafından aktarılmaya devam eden bir yaşam işaretidir. Gelenek, ilk yağmurun rutubetli toprağında ilk üç adımın, Tabiât Ana ile bağ kurmak için çıplak ayakla atılmasını emreder. Ailenin babasına veya annesine, bütün ailenin içmesi için ilk yağmurun suyundan bir su kabağı verilir. Bu su kutsaldır ve yağışlı mevsimde meydana gelebilecek tüm talihsizliklerden onları koruyacak kutsal su olarak kabul edilir. Saas ağacının altına, ağaca değen suyu toplamak için kaplar yerleştirilir. Bu su, bir koruma işareti olarak banyo yapmak için de kullanılır. (1205)
Sererler’in dîni olan Afat Roog inancına göre “insanın yaratılışı” şu şekilde olmuştur:
Tanrı (Roog), ilk insanları düşünce yoluyla yarattı. İnsanı bir dişi ve bir erkek olarak yaratmayı planladı. Roog, ilahî plasenta içinde eşleştirilmiş erkek ve kadının hamileliğini işaret eden bir gebelik aşamasından geçti. Anne doğası gereği Roog, doğumda olduğu gibi ilk kadın insanı ve ilk erkek insanı yarattı. (1206)
Tanrı tarafından yaratılan ilk insan, Yaab adında bir kadındır. İkinci insan da Yob (veya Yop) adında bir erkektir. (1207)
Serer inancına göre Tanrı önce kadını, sonra erkeği yaratıyor. Zaten bu dînde Tanrı’nın kendisi de dişi ve öğretileri tamamen anaerkil.
Yaab ve Yob, anlatıya göre Dünya’yı dolaşan ilk insanlardı. Bugün Senegal’de Yaboyabo (Yaabo-Yabo) adında bir köy var. Atlas Okyanusu kıyısındaki Thies ilinin Séssène ilçesine bağlı bir köy. Başkent Dakar’a takriben 100 km mesafede. Köyde 2000’e yakın kişi yaşar. Kutsal bir köydür. Adını ilk insanlar olan bu çiftten alıyor. (1208)
Yaboyabo köyünde bulunan geminin eski bir kalıntı olduğuna inanılıyor. Tanrı tarafından yaratılan ilk insanlar olan Yaab ve Yob’un, yeryüzüne inmek için Gök Cenneti’nden ayrıldıklarında bu gemiye bindikleri söylenir. Bu kalıntının, Serer dînindeki kutsal köy Yaboyabo’nun vesayeti altında olduğuna inanılıyor. Dînî açıdan büyük önem taşıyan kutsal Serer emanetlerinden biridir. Gemi kalıntısı, iyi saygı duyulduğu için bozulmadan günümüze kadar gelmiş ve varlığını sürdürmektedir. (1209)
Sererler’in dîni Afat Roog’daki ilk insanlar kıssasına devam edelim:
Yaab ve Yob birleşip çoğaldılar. Çocukları oldu; çocuklarının da çocukları.
Başlangıçta dünyadaki tüm hayvanlar, insanlarla ve ağaçlarla uyum içinde yaşıyordu. Bununla birlikte, Dünya’nın bu barışçıl yerleşimi, aslanlardan birinin bir kızı hamile bırakmasıyla, yarı insan yarı canavar olan bir maymunu doğurmasıyla aniden sona erdi. Bu uzak geçmişin erkek toplumu öfkeliydi ve suçluyu belirlemek için tüm hayvanları mahkemeye çağırdı. Bu adamlardan alacağı cezadan korkan aslan, bir köpek onu suçlu olarak gösterene kadar kendisini eylemden sorumlu olarak tanımlamayı reddetti. İnsan nüfûsu ile insan olmayan hayvanlar ve ağaçlar arasında bir savaş çıktı. İnsanlar galip geldi ve insanın arkadaşı olan köpek dışında hayvanları çalılıklara sürdüler. (1210)
Ancak “A leep”teki bu anlatının gösterdiği gibi, kriz burada bitmedi: Sonra bütün varlıklar arasında bir çatışma çıktı. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar birbirlerini öldürüyorlardı. Tanrı (Roog) müdahale etti ve hepsini cezalandırdı. Başlangıçta dev olan erkeklerin boyunu küçülttü. Ağaçları kör ve dilsiz yaptı, ama onları sağır etmedi. Bu yüzden ağaçlar artık görmezler, hareket etmezler, konuşmazlar ama duyarlar. Roog hayvanları çıldırttı. En küçük hayvanlar Roog’a direndi. Ama insanın rûhu en zeki olanıydı. Rûhu vasıtasıyla bütün bu varlıklara hükmetti. (1211)
İnsanların, hayvanların ve bitkilerin birbirine karşı savaştığı Dünya gezegenindeki bu ilk krizden sonra, Tanrı (Roog) müdahale etti ve hepsini cezalandırdı. Tanrı dünyayı yeni temeller üzerinde örgütledi. Bu yeniden yapılanma ikinci bir yaratılış değildi, ancak Evren ve özellikle Dünya üzerinde derin etkileri olacaktı. Tanrı Roog güçlerini gösterdi ve göstermeye devam edecek. “Roog tek Rab’dir” (= İslam’daki “Lâ ilahe illallah” lafzı – İ. S.) ve “Hepimiz Roog’dan geldik ve tekrar O’na döneceğiz” (= İslam’daki “İnna lillah we inna ileyhi râciun” âyeti – İ. S.) gibi Serer dînî ifadeleri, milletlerin ve insanlığın kaderinde olduğu gibi, hayatın olaylarına ilahî müdahalenin vicdan kararının örnekleridir. (1212)
Ağaçlar hareketsiz bırakıldıkları için bu cezalandırmadan en çok etkilenenler olsa da, haksızlık ve adaletsizlik olmasın diye ağaçlara hayat iksiri, iyileştirme yeteneği, belirli rûhsal varlıklara evsahipliği yapma ve insanları hatta rûhları duyma yeteneği gibi özel statüler verildi. Serer toplumunda saygı nesnesidirler. Ağaçlara büyük saygı gösterir ve ağaçlandırmaya büyük önem verirler. Serer ülkesinde “ormansızlaşma” neredeyse hiç duyulmamıştır. (1213)
Hayvanlar da Tanrı Roog’un kararından ciddi şekilde etkilendiler. Vahşi ve çılgın hale getirilmiş olsalar da, insanlarla ilişkileri sonsuza dek değişecek olsa da, içgüdülerini hâlâ koruyorlar. Bazıları insanların evcil hayvanı oldu, bazıları ise insan yerleşiminden uzakta özgürlüklerini korudu. Bu ayrılığa rağmen, Serer inncında hayvanlara büyük saygı duyulur ve Serer akidesinin bir parçasını oluştururlar. (1214)
Bu cezalandırmadan en az etkilenen insanlardı. Kaybettikleri tek şey orijinal boyutları ve yaşam süreleriydi. İlk insanlar dev olmalarının yanısıra, şimdikinden daha büyük gözlere ve daha büyük kemiklere sahip idiler. Tanrı Roog insan rûhuna dokunmadı. Bunun yerine, zihinlerini geliştirmelerine ve kendi eserlerini Dünya’da sergilemelerine izin verdi. (1215)
Evet… Sererler’in dîni olan Afat Roog inancında yaratılış, evren, dünya, bitkilerin, hayvanların ve insanların yaratılışı, ilk münasebetleri ve yeryüzündeki yaşamın başlaması bu şekilde.
Sadece etkileyici anlatımıyla insanı büyülemiyor, aynı zamanda doğaya ve ekolojiye son derece saygılı ve duyarlı, artı kadını hep yücelten, kadını daima erkekten üstün tutan düşünyapısıyla da bence büyük bir takdiri hakkediyor. Fakat asıl önemli nokta, yüzlerce hatta binlerce yıl öncesine ait bu anlatımlarının günümüz modern bilimsel bulgu ve kabullerle uyumlu olması.
Binlerce yıl öncesine ait bu Serer dînî anlatımlarının, günümüz modern bilimine, Astronomi, Jeoloji, Botanik, Zooloji ve nesnel Tarih’le uyumlu olması, insanı hakikaten hayret ve taaccüb içinde bıraktırıyor:
– Evren’in büyük bir patlama ile oluştuğunu söylüyor. Bilimin “Big Bang” (Büyük Patlama) teorisi ise henüz 100 yaşında.
– Dünya’nın yuvarlak olduğunu ve hatta kendi ekseni etrafında döndüğünü söylüyor. Bundan 1000 yıl sonra bile Avrupa’da bunu söyleyenler giyotinle idam ediliyordu.
– Yaşamın fıtrat olarak anaerkil (kadınegemen) olduğunu savunuyor. Antik uygarlıklar da böyle inanıyorlardı ki böyledir de. Bu ise, bizim “semavî dînler” mensuplarının (Yahudîler, Hristiyanlar ve Müslümanlar) bir türlü anlamadıkları, anlamak istemedikleri hakikattir.
– Ağaçların insanlarla konuşamadığını ama herşeyi duyduklarını söylüyor. Bilim ağaçlarla ilgili bu gerçeği henüz yeni keşfetti.
– İnsanların eskiden dev boyutta olduklarını söylüyor. Bu da yeni yeni çözülmeye başlanan Sümer yazıtlarında bahsi geçen ve insanların yeni tanıştığı Annunakiler’i işaret ediyor.
– İslam dînindeki “La ilahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) ve “İnna lillah we inna ileyhi râciun” (Hepimiz Allah’tan geldik ve tekrar O’na döneceğiz) lafızlarını O’ndan çok önce Afat Roog dîni söylemiş.
İlk beş maddede zikrettiğimiz hususları, ellerinde bilimsel imkânlar olmadan söylemişler. Ellerinde ABD ve Avrupa’daki teleskoplar, mikroskoplar, laboratuarlar yok. Buna rağmen bunları seslendirmişler. Son maddede zikrettiğimiz hususu ise, önlerinde vahiy olmadan söylemişler. Ellerinde Ortadoğu’daki kutsal kitaplar yok, peygamberler yok. Buna rağmen bunları söylemişler.
Ve şunu da dikkatlerden kaçırmayalım lütfen: Bu insanlar dînlerin beşiği olan Kürdistan, İsrail ve Arabistan’da değil, uygarlıkların beşiği olan Mezopotamya, İran ve Mısır’da değil, Batı Afrika’nın en uç noktasında, Sahra bölgesinde yaşıyorlar ve bunları binlerce yıl önce orada söylemişler.
Toplumlar zaman içinde dînlerini değiştirirler ama o eski dînî inançlarından kalıntılar devam eder ve asla eski inançlarını tam olarak terketmezler. Bu, ister kabul edin ister etmeyin böyledir ve sosyolojik bir realitedir. Örneğin bugün Müslüman olan Kürtler ve Türkler, eski dînî inançlarından pekçok adet ve geleneği halen sürdürüyorlar. Müslüman Kürtler’in sosyal ve kültürel yaşamında Zerdüştîlik veya Ezdaîlik’in (ateşe kutsallık atfedilmesi, evlerdeki tavus kuşu motifli halılar vs.), Müslüman Türkler’in sosyal ve kültürel yaşamında da Tengricilik’in izlerini (nazar boncuğu, gidenin arkasından su dökmek, mezarlara çaput bağlamak vs.) hâlâ görmek mümkün. Aynı şey, büyük çoğunluğu Müslüman ve küçük bir kısmı da Hristiyan olmuş Senegal toplumu için de geçerlidir.
Senegal Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk devlet başkanı Léopold Sédar Senghor, cumhurbaşkanı iken bir gün yaptığı bir konuşmada bu realiteyi çok çarpıcı bir anekdotla dile getirmişti. Şöyle demişti, rahmetli Senghor:
“Bugün iki ilginç olaya şahit oldum:
Gündüz vakti, Müslüman bir devlet görevlisi ile sohbet ederken, bana, haftasonu kurban keseceğini, ama öküz mü boğa mı yoksa başka bir hayvan mı keseceğine karar veremediğini, mesai bittikten sonra kutsal ormana gidip bunu ormana danışacağını söyledi.
Akşam saatlerinde ise Hristiyan bir kadın doktorla tanıştım. Bazı ağır hastalara hangi ilaçların daha iyi geleceğini gidip ‘pangol’ (kutsalın yılanları)’a danışıyordu.
Bunlar bize neyi gösteriyor?
Çok açık bir şekilde gösteriyor ki, Senegalliler dînlerini değiştirmiş olsalar da, Müslüman olsun Hristiyan olsun hatta ateist olsun, hepsi de eski dînî inançlarına hâlâ bağlılar ve o kadim kültürü hiçbir zaman tam olarak terketmediler.
Bunu bilebilecek ve rahatlıkla söyleyebilecek bir konumdayım.” (1216)
Bence de ji.
Amerika kıtasındayız…
– devam edecek –