Bilimsel Veriler, Arkeolojik Bulgular, Antik Tabletler ve Tüm Kutsal Kitaplar Işığında Objektif ve Gerçek Peygamberler Tarihi | Kürdistanlı Peygamberler – 15

Yayınlama: 26.06.2021
3
A+
A-

  ■ KIZILDERİLİ DİNÊ NAVAYO İNANCINA GÖRE İLK İNSANLAR

Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’ndeyiz…

Bugün ABD adlı devletin bulunduğu topraklarda, bir zamanlar onlarca Kızılderili kavmi huzur ve barış içinde yaşıyorlardı. Kendilerine ait yaşam tarzları, kendilerine ait kültürleri, kendilerine ait dilleri ve kendilerine ait dînleri vardı.

Avrupalı beyazlar, gemilerle ayak bastıkları Yeni Dünya topraklarında, tarihin en büyük soykırım ve vahşetini gerçekleştirdiler. Taraflı tarafsız herkes, Kızılderili katliâmının, insanlık tarihinin en büyük soykırımı olduğu noktasında hemfikirdir. Ki, öyledir.

Kızılderililer’i soykırıma uğrattılar, topraklarını işgal ettiler. Milyonlarca Kızılderili erkeği köleleştirdiler, milyonlarca Kızılderili kadına tecavüz ettiler, milyonlarca Kızılderili bebeği diri diri ateşlerde yaktılar, şişlere geçirdiler. Kızılderili halklara karşı uygulanan soykırım ve vahşeti anlatabilecek kelime yok. Üzerinde yaşadığımız gezegen, ondan daha büyük bir kötülük, ondan daha korkunç bir vahşet görmedi.

Kimilerine göre “rüyâ ülke” olan bugünkü ABD, milyonlarca Kızılderili’nin kanı üzerine kuruldu. O yüksek binalar, milyonlarca Kızılderili’nin kemikleri üzerinde yükseldi. O mütekebbir hayat, milyonlarca Kızılderili’nin acıları ve gözyaşları üzerine inşâ edildi. Kızılderili halklara karşı yaşatılan bu utançtan daha utanç verici olan ise, aradan geçen 550 yıla rağmen, beyaz adamın bunun hesabını hâlâ vermemiş olması ve bu utançla yüzleştirilmemiş olması, yapılanların yapanların yanında kâr kalmış olması.

Kızılderili Soykırımı, dünya tarihi boyunca yaşanmış en büyük soykırımdır, tarihin en büyük insanlık suçudur. Dünya gezegeni ondan daha korkunç bir kötülüğe tanık olmamıştır.

Kızılderili Soykırımı’nı ve o süreçte yaşananları burada anlatmaya sayfalarımız yetmez. Ancak bu konuda sevgili okurlara bir kitap tavsiyesinde bulunmak istiyorum: Illinois Üniversitesi Kütüphane Şefi Dee Brown ya da tam adıyla Dorris Alexander Brown (1908 – 2002)’un 1970 yılında kaleme aldığı ve Türkçe’ye de kazandırılarak “Kalbimi Vatanıma Gömün” adıyla basılan “Bury My Heart At Wounded Knee” (Kalbimi Wounded Knee’ye Gömünadlı belgesel eser, Kızılderililer ile ilgili belki de ilk derli toplu çalışmadır ve 1492’den sonra Yeni Dünya’da yaşananları objektif bir bakış açısıyla anlatır. Kitap, hem derli toplu olmasıyla muhteşem bir başvuru kaynağı hüviyetindedir, hem geniş hacimli olmasından ötürü oldukça doyurucudur, hem de mükemmel ve akıcı bir üslûbla kaleme alınmış olduğundan konuya ilgi duyanlar için son derece sürükleyicidir. Bunun ötesinde, hiçbir kitapta olmayan bir özelliği vardır, bu kitabın: Kitap, onu sadece bir kez bile olsa okuyan her okuyucuyu “konunun otoritesi ve uzmanı” yapar. (1442)

Bulunduğum her ortamda, tanıştığım birçok insana tavsiye ettiğim bu kitabı, şayet okumamışsanız, siz sevgili okuyucularımıza da öneririm. Mutlaka okuyunuz. Ben kitabın hem Türkçe’sini (birkaç defa) hem Almanca’sını okudum. Henüz 20’li yaşlarımın başında Türkiye’de Türkçe’sini okudum, Almanya’ya geldikten sonra da burada Almanca’sını okudum. Bir değil birkaç defa okuduğum ve her okuduğumda elime kâğıt – kalem alıp notlar tuttuğum bu kitabın Almanca çevirisinin adı “Begrabt Mein Herz an der Biegung des Flußes” (Kalbimi Nehirlerin Büküldüğü Yere Gömün)(1443)

Beyaz adamın o topraklara gelişinden önce Kızılderililer, kendilerine özgü bir kültür sahibiydiler; giysileri, dilleri ve dînsel inançları kabileden kabileye değişiklik gösteriyordu. Kimi topluluklar ağaç kabuklarıyla örtülmüş kulübelerde, kimileri de hayvan derileri ya da çamurla kaplı çadırlarda yaşıyorlardı. Yönetim biçimleri de değişikti. Kimi kabilelerde “sachem” adı verilen bir başkan vardı. Kimi kabileleri ise “yaşlılar kurulu” yönetiyordu. Hatta anaerkil (maderşahî) düzenin benimsendiği kimi kabileler dahi mevcuttu. (1444)

Kızılderililer’in toplumsal yaşamını ve ahlakî değerlerini anlatmaya kalkıştığımızda iyi, güzel ve insanî olan herşeyi sırayla zikretmemiz gerekir. Kızılderililer, güzel ve temiz bir ahlâkın tartışılmaz sembolüdürler. Terbiyeli, nazik ve hoşgörülüdürler.

Vatan sevgileri doruktadır. Dağların, yaylaların, ovaların sevdalılarıdırlar. Toprağın bereketine, yağmurun âhenkli yağışına, çiçeklerin kokusuna, nehirlerin şırıl şırıl akıntısına âşıktırlar. Doğdukları topraklarda ölmek, en büyük arzularıdır. Yiğittirler, merttirler, emindirler; kadınlara karşı kadınlar kadar nazik, çocuklara karşı çocuklar kadar çocuksu, zorbalara karşı da aynı derecede şiddetlidirler, izzetlidirler. Korku nedir bilmezler, atılgan ve cesurdurlar.

Onlar kendi aralarında öyle bir sosyal örgü örmüşlerdi ki, bencillik (egoizm) nedir bilmezlerdi; biribirlerine zûlmettikleri hiçbir zaman görülmemiştir; hiçbir araştırmacı, tarihçi, onların biribirlerinin hakkını gaspettiklerini, biribirlerinin malını yağmaladıklarını kaydetmemiştir. Ancak aynı şekilde, topraklarını işgal eden, mallarını yağmalayan, hayvanlarını öldüren, namuslarına saldıran zorba ve müstekbir beyaz adama karşı da şiddetin, izzetin, direncin ve karşı koyuşun en amansızını gösterdiler. Barutlu ve ateşli silahlarla saldıran beyaz adama karşı, oklarla ve bıçaklarla korkmadan karşı koydular.

Kızılderililer’de egoizm hiç yer etmemiştir. Bir Kızılderili, başka bir Kızılderili’nin menfaatini, kendi menfaatinden üstün tutardı. Hatta öyle ki – çok ilginçtir –, bazı Kızılderili dillerinde birinci, ikinci ve üçüncü tekil şahısların iyelik ekleri yoktur. Yani “ben-im, sen-in, o-nun” diyemiyorlar. Bunun yerine öyle bir iyelik eki var ki, şahıs zamirleriyle birlikte söylendiğinde, “bu şey, her ne kadar bende olsa da, sen de istediğin gibi kullanabilirsin” anlamını veriyor. (1445)

Bazılarının dînî inançlarında, “insanın kökeni” ve “ilk insanların yaratılışı” ile ilgili anlatı da var. Konumuz açısından biz yalnızca bunu, bu anlatının olduğu inançları ve kabileleri inceleyeceğiz. Güneyden kuzeye doğru gidiyoruz:

Bunlardan biri, ABD’nin gübeybatısında, Meksika sınırındaki New Mexico (Yeni Meksika)Arizona ve Utah eyaletlerinde yaşayan Navayo (Dinê) kavmidir. 2021 sayımına göre toplam nüfûsları 399 bin 494 olan (1446) Navayolar, halen dahi ABD’deki en büyük yerli halktır.

Onlar kendilerine Navayo değil Dinê derler. Yaşadıkları topraklara yani vatanlarına da Dinêtah derler. Bu isim, “Dinê”, Navayo (Dinê) dilinde “İnsan Halkı” anlamına veya kelimenin tam mânâsıyla – dînî mitolojilerine dayanarak – “Yeraltından Çıkan İnsanlar” anlamına gelir. Bu sebeple kendilerini “Nihookââʼ Dinêʼê” (Doğal İnsanlar; Dünya İnsanları) olarak adlandırırlar. Navayo (Dînê) olmayan kabileler ise onları “Anaa’ii” (Yabancı) şeklinde isimlendirirlerdi. Konuşukları dil olan Navayo Dili’nin kendi dillerindeki adı Dinê Bizaad olup Na – Dinê Dil Ailesi’ne ait bir dildir. “Navayo” (Navajo; Navaho) adı onlara 18. yy’da İspanyol işgalcilerin taktığı bir isimdir ve kelime olarak “Bir vadiye bitişik tarlalardan” anlamına gelir. (1447)

Navayolar (Dinêler), anaerkil (kadınegemen) bir toplumdur. Büyük çiftlik hayvanlarına, konutlara, ekim alanlarına ve hayvan otlatma alanlarına sahip olanlar büyük ölçüde kadınların ailesidir. Anaerkil (kadınegemen) olduğu gibi maderşahî (matrilokal) bir toplumdur da. Evlendikten sonra erkek kendi ailesini terkedip karısının evine gelin olarak gider ve kadının ailesiyle beraber yaşar. Anne – babadan kalan mirası, sadece kız çocukları alır, erkeklerin mirastan pay alma hakları yoktur. Yetişkin erkekler, kabile siyasetinde annelerinin klanını temsil ederler, babalarınınkini değil! Annenin en büyük erkek kardeşi (çocukların en büyük dayısı), çocukların hayatında çok güçlü bir role sahiptir. (1448) (Bizim “semavî dînler” mensuplarının niçin bu halkı soykırıma uğrattığı sanırım anlaşılmıştır.)

Navayo (Dinê) kültüründe hiçbir cinsiyet diğeri olmadan yaşayamaz. Erkek ve kadın, üremek için hem erkeğe hem de kadına ihtiyaç duyulduğu için “çağdaş eşitler” olarak görülüyor. Doğurganlığa o kadar çok değer verilir ki, bu yüzden kadın daima üstün tutulur. Düğün törenlerinde beyaz mısır yedikleri için, mısır bitkisi doğurganlığın simgesidir. Evlilik öncesi veya evlilik ilişkisinde birinin diğerinin geçimini sağlamaması ahlâka aykırı ve/veya hırsızlık olarak kabul edilir. (1449)

Bireyler ve aileler arasındaki ilişkileri tanımlayan bir klan sistemi vardır. Evlilik sadece ekzogami (dışarıdan biriyle evlenme) usûlüdür, endogami (akrabalarla evlilik) hoş karşılanmaz. İnsanlar sadece kendi klanlarının dışında evlenebilirler veya flört edebilirler. Aile içinden biriyle bunu yapmak çok ayıp ve ahlaksızcadır. Burada “aile içi”ne tâ dört kuşak büyükanne ve büyükbaba klanları dahildir. Bir klanın üyeleri birbirinden yüzlerce mil uzakta yaşayabilir, ancak yine de bir klan bağına sahiptir. (1450)

Navayo (Dinê) halkının kendilerine ait dîni var. Bu dîn politeist (çoktanrılı) ve animistik (evrensel rûhçu) bir dîndir. Navayo (Dinê)’nun dünya görüşü, esas olarak her şeyin koruma etrafında döndüğü manevî bir ideal durum olan “hózhó” (güzellik veya uyum)’ya dayanır. (1451)

Bu inanç bütünlüğüne “Hózhóóyí” denir. Navayo (Dinê), iki sınıf insanın varlığına inanır: Dünya insanları ve kutsal insanlar.

Navayolar (Dinêler), birbirini takip eden “dört âlem”in varlığına inanıyordu:

     – Birinci Dünya / Kara Dünya (NiʼHodilhil)

     – İkinci Dünya / Mavi Dünya (NiʼHodootlʼizh)

     – Üçüncü Dünya / Sarı Dünya (NiʼHaltsooî)

     – Dördüncü Dünya / Beyaz Dünya (NiʼHodisxos) (1452)

“Dört âlem” inancına sahip Navayo (Dinê) halkı, “Dördüncü Dünya” veya “Parıldayan Dünya” olarak anılan bu dünyaya gelmeden önce üç dünyadan geçtiklerine inanırlar. Dünya insanları olarak Dinéler, Toprak Ana ile insan arasındaki dengeyi korumak için ellerinden gelen her şeyi yapmalıdırlar. (1453)

“Diyin Dinê” olarak anılan kutsal insanlar, dünya insanlarına, dört kutsal dağı asla terk etmemeleri gereken vatanın (Dinêtah) sınırları olarak görmeleri talimatını vermişti: Colorado’daki Blanca Zirvesi (Sisnaajini – Şafak veya Beyaz Kabuk Dağı), New Mexico’daki Taylor Dağı (Tsoodził – Mavi Boncuk veya Turkuaz Dağı), Arizona’daki San Francisco Zirveleri (DookʼOʼOosłíd – Abalone Kabuk Dağı) ve Colorado’daki Hesperus Dağı (Dibê Nitsaa – Büyük Dağ Koyunu)(1454)

Günün saatleri ve renkler, bu dört kutsal dağı temsil etmek için kullanılır. Navayo (Dinê) dîninde 4 sayısı kutsaldır. Örneğin; Dinê’nin dört orijinal klanı, günün dört rengi ve saati, dört diyin dînê (kutsal insanlar veya Tanrılar) ve çoğunlukla bir ritüel için söylenen dört şarkı vardı. (1455)

Dinê Dîni’ndeki (bu arada halkın ve dînin isminin bizdeki “dîn” kelimesine olan şaşrtıcı benzerliği de acayip) “yaratılış” hikâyesi, kutsal kitaplarından biri olan ve yaratılış ile insanların ortaya çıkışını anlatan “Dinê Bahane” (İnsanların Hikâyesi)’dir. “Dinê Bahane”nin temel taslağı, farklı üç alt dünyadaki dört “diyin dinê”ye (kutsal insanlara) hayat vermek ve bir amaç getirmek için karanlığın içinden yükselen ışık sisleri olarak “nilchʼi diyin” (kutsal rüzgâr)’in yaratılmasıyla başlar. Bu olay, Dünya yaratılmadan ve insanın fiziksel yönü ortaya çıkmadan önce gerçekleşti, ancak insanın rûhsal yönü ortaya çıktı. Kutsal insanlar daha sonra farklı dünyalarda yolculuk etmeye başladılar, bir sonrakine geçmeden önce her birinde önemli dersler aldılar. Dördüncü ve son dünya, Navayo (Dînê) halkının şu anda içinde yaşadığı dünyadır. (1456)

Birinci Dünya / Kara Dünya (NiʼHodilhil); küçüktü ve dört denizin ortasında yüzen bir adanın merkezindeydi. Adada bir çam ağacı büyüdü. Birinci dünyanın sakinleri dört diyin dinê, iki çakal, dört denizin dört hükümdarı, sis varlıkları ve çeşitli böcek ve yarasa insanları, hava – rûh halkıydı. Doğaüstü varlıklar burada ortaya çıkmış ve birbirlerinin ateşini gördükten sonra ilk kez karşılaşmışlardır. Karanlık karıncalar orada yaşıyordu. Kırmızı karıncalar orada yaşıyordu. Yusufçuklar orada yaşıyordu. Sarı böcekler orada yaşıyordu. Sert böcekler orada yaşıyordu. Taş taşıyıcı böcekler orada yaşıyordu. Kara böcekler orada yaşıyordu. Çakal gübresi böcekleri orada yaşıyordu. Yarasalar orada yaşıyordu. Beyaz yüzlü böcekler orada yaşıyordu. Çekirgeler orada yaşıyordu. Beyaz çekirgeler orada yaşıyordu. Birinci Dünya’daki çeşitli varlıklar birbirleriyle savaşmaya başladılar ve doğudaki bir açıklıktan uçarak ayrıldılar. (1457)

Yüzen adanın etrafında dört deniz vardı. Her deniz bir varlık tarafından yönetiliyordu. Doğudaki denizde Tééhoołtsódii, güneydeki denizde Táłtłʼááh álééh, batıdaki denizde Chʼał, kuzeydeki denizde İiʼniʼ Jiłgaii yaşıyordu. Her denizin üstünde bir bulut belirdi. Kara bulut, beyaz bulut, mavi bulut ve sarı bulut vardı. Kara bulut, yaşamın kadın rûhunu içeriyordu. Beyaz bulut, şafağın erkek rûhunu içeriyordu. Mavi bulut ve sarı bulut batıda biraraya geldi ve bulutlardan bir rüzgâr esti. Rüzgârın nefesinden ilk kadın, Áłtsé Asdzáá, O’nunla birlikte tüm kulağı kaplayan çekirdeklerle mükemmel şekilde sarı mısır oluştu. (1458)

Kara bulut ve beyaz bulut Doğu’da biraraya geldi ve bulutlardan bir rüzgâr esti. Rüzgârın nefesinden ilk erkek, Áltsé Hastiin, O’nunla birlikte şekli mükemmel beyaz mısır ve tüm kulağı kaplayan çekirdekler oluştu. Aklın ve net görmenin simgesi olan kristal O’nunla birlikteydi. (1459)

İlk kadın turkuazıyla ateş yaktı. İlk erkek kristaliyle ateş yaktı. O’nun ışığı zihnin ilk uyanışıydı. Uzaktan birbirlerinin ışığını gördüler. Mavi bulut ve sarı bulut gökyüzünde yükseldiğinde, ilk kadın Áłtsé Asdzáá, ilk erkek Áltsé Hastiin’in ateşinin ışığını gördü ve O’nu bulmak için dışarı çıktı. Üç kez başarısız oldu. Dördüncü kez Áltsé Hastiin’in evini buldu. Áłtsé Asdzáá, “Bu şeyin ne olabileceğini merak ettim” dedi. Áltsé Hastiin, “Seni yürürken gördüm ve neden gelmediğini merak ettim” dedi, “Neden ateşinle gelmiyorsun, birlikte yaşayacağız.” Áłtsé Asdzáá bunu kabul etti. (1460)

Hava – rûh halkı birbirini kıskandılar ve savaşmaya başladılar. Dört denizin hükümdarları, mavi balıkçıl, kurbağa, beyaz gökgürültüsü ve büyük su yaratığı buna daha fazla dayanamadılar ve adanın varlıklarına hepsinin bu dünyayı terk etmeleri gerektiğini söylediler. Bazıları tırmandı ve bazıları gökyüzündeki bir açıklığa gelene kadar uçtu. Sürünerek oradan geçtiler. Çeşitli mavi – gri tüylü memelilerin ve mavi kırlangıçlar da dahil olmak üzere çeşitli kuşların yaşadığı İkinci Dünya / Mavi Dünya (NiʼHodootlʼizh)’ya yolculuk ettiler. (1461)

İkinci Dünya’ya geldikten sonra, böcek halkı, bölgede kimseyi bulabileceklerini görmek için düz çekirge olan izciler gönderdi. Önce Doğu’ya gönderilen izciler, iki gün sonra geri döndüler ve henüz kimseyi ve hiçbir şeyi bulamamışlardı. Gözcüler daha sonra keşif için Güney’e gönderildi ve bir kez daha kimseyi veya hiçbir şey bulamadılar. Gözcüler iki geziye daha gönderildi ve dördüncü gezilerinden döndükten sonra hava – rûh halkının kampında kırlangıç ​​halkı tarafından ziyaret edildiler. (1462)

Orada yaşayan birçok canlı buldular: Mavi kuşlar, mavi şahinler, mavi alakargalar, mavi balıkçıllar ve tüm mavi tüylü varlıklar. Güçlü kırlangıçlar da orada yaşıyordu. Geniş, mavi bir ovaya dağılmış mavi evlerde yaşıyorlardı. Evler koni şeklindeydi ve tepeye doğru sivriliyorlardı. (1463) Kırlangıç ​​halkı hava – rûh halkına, “Burada aramıza hoş geldiniz” dediler. Kırlangıç ​​halkı ve hava – rûh halkı daha sonra birbirlerine tek bir kabilenin üyeleriymiş gibi davrandılar ve 23 gün boyunca hep birlikte uyum içinde yaşadılar. Ama 24. günün gecesi hava- rûh halkından biri, kırlangıç ​​şefi Táşçojii’nin karısına yaklaştı ve O’nunla yatmak istedi. (1464)

Ertesi sabah, önceki gece olanları öğrendikten sonra, kırlangıç ​​şefi Táşçojii yeni gelenlere şöyle dedi: “Sizi burada aramızda karşıladık. Size akraba gibi davrandık. Yine de nezaketimize böyle mi karşılık veriyorsunuz? Şimdi gitmelisiniz!” (1465)

İkinci Dünya’dayken hava – rûh halkı hâlâ yaşam biçimlerini değiştirmemişti ve henüz denge ve uyum içinde yaşamıyordu. (1466) Hava – rûh halkı, bir sonraki dünyaya bir yol aramak için yukarı doğru gezindi. Rüzgâr onlara güneyden seslendi. Onu takip ettiler ve gökyüzünde yukarıya doğru eğimli bir yarık buldular. Gökyüzü, daha önce gittikleri dünya gibi sert bir kabuğa sahipti. İlk insanlar buldukları malzemelerden bir değnek yarattı ve onun üzerine binerek uçtular. Birer birer diğer tarafa geçtiler. (1467)

Üçüncü Dünya / Sarı Dünya (NiʼHaltsooî)’da 2 büyük nehir (kuzeyden akan Büyük Kadın Nehri ve doğudan akan Büyük Erkek Nehri) ve 6 dağ vardı. Kutsal insanlar (Tanrılar) dağlarda yaşardı. Onlar ölümsüzdüler ve gökkuşağının yolunu ve güneş ışınlarını takip ederek seyahat edebilirlerdi. Sonbaharda dört kutsal Tanrı, ilk kadın Áłtsé Asdzáá ve ilk erkek Áltsé Hastiin’i aradılar ve onları ziyaret ettiler, ama konuşmadılar. Dört gün üst üste ziyaret ettiler. Dördüncü gün Kara Tanrı Haaşçʼééşjiní“Kendinizi temizlemelisiniz ve 12 gün içinde geri döneceğiz” dedi. Áłtsé Asdzáá ve Áltsé Hastiin özenle yıkandılar ve kendilerini mısır unuyla kuruladılar. Dinlediler ve beklediler. 12 gün sonra dört kutsal Tanrı geri döndü. Kara Tanrı Haaşçʼééşjiní ve Su Tanrısı Tó Neinilí kutsal bir güderi taşıyordu. Konuşma Tanrısı Haaşçʼééltiʼí uçları tamamen çekirdeklerle kaplı iki mükemmel mısır başağı taşıyordu. Bir mısır başağı beyazdı, ilk erkeğe aitti; diğer mısır başağı sarıydı, ilk kadına aitti. Tanrılar yere batıya bakan bir güveç koydular ve üzerine iki mısır başağını uçları doğuya bakacak şekilde yerleştirdiler. Beyaz kulağın altına beyaz kartal tüyü koydular. Mısırın sarı başağının altına sarı kartalın tüyünü koydular. İnsanlara rüzgâr girebilsin diye uzakta durmalarını söylediler. Beyaz rüzgâr Nílçʼi Ligai güderilerin arasında esti, Tanrılar’ın her biri dört kez etraflarında yürüdü ve tüylerin hareket ettiği görüldü. Bu şekilde ilk kadın Áłtsé Asdzáá ve ilk erkek Áltsé Hastiin normal insana dönüştürüldü. “Şimdi, ey ilk insanlar” dedi Tanrılar, “Burada karı – koca olarak yaşayın.” (1468)

Dört gün sonra Áłtsé Asdzáá ikiz doğurdu. İkizler ne kız ne erkektiler. Dört gün sonra, bu kez biri kız biri erkek ikinci bir ikiz doğurdu. 20 gün sonra, yarısı kız yarısı erkek olmak üzere toplam 5 çift ikiz doğmuştu. Neredeyse bir anda tamamen büyüdüler. Kutsal Tanrılar ikizleri Doğu Dağı’ndaki evlerine götürdüler, onlara elbise giymeyi ve dûâ etmeyi öğrettiler, sonra onları ebeveynlerine geri verdiler. Sekiz kış geçti ve bu süre zarfında ikizler serap halkı ile eşler buldular. Birçok insan ortaya çıktı. (1469)

Bir gün ilk erkek Áltsé Hastiin, eve öldürdüğü güzel bir geyiği getirdi. İlk kadın Áłtsé Asdzáá, “Bu geyik için vajinama teşekkür ediyorum” dedi. Áltsé Hastiin O’nun ne demek istediğini anlamadı, öğrenmek için, “Ne demek istiyorsun yani?” diye sordu. Áłtsé Asdzáá, “Çünkü benimle seks yapmak istediğin için bana yemek getiriyorsun” dedi, “Ama biz kadınlar, erkeksiz de mutlu yaşayabiliriz. Ekmeği yapan, tarlayı süren biziz. Erkeklere ihtiyacımız yok.” Áltsé Hastiin sinirlendi ve bütün adamları biraraya topladı. “Kadınlar bizsiz yaşayabileceklerini sanıyorlar” dedi onlara, “Bunun doğru olup olmadığını görelim.” (1470)

Dört yıl boyunca kadınlar ve erkekler ayrı yaşadı. Bu süre zarfında, kadınların hasat ettiği yiyecekler, aletleri olmadığı için azaldı, erkekler ise giderek daha fazla yiyecek yetiştirdi. Ama her grup diğerini özlemişti. Baykuşlar kendi aralarında toplandılar, “Bu yanlış” dediler, “Bu ayrılıktan hayır gelmez. Kadınları ve erkekleri yeniden biraraya getirmeliyiz.” Baykuşlar gidip erkeklerle konuştu, onlar da gidip ilk erkek Áltsé Hastiin’le konuştular. İlk erkek Áltsé Hastiin, nehrin karşısında ilk kadın Áłtsé Asdzáá’ya seslendi ve “Hâlâ yalnız yaşayabileceğini düşünüyor musun?” diye sordu. “Artık yapabileceğime inanmıyorum” diye yanıtladı ilk kadın, “Söylediğin şeylerin beni kızdırmasına izin verdiğim için üzgünüm.” Sonra erkekler, kadınları karşıya geçirmek için nehrin kadınlar tarafına bir sal gönderdi. Erkekler ve kadınlar yıkanıp vücûtlarını mısır unuyla kuruladılar ve akşama kadar ayrı kaldılar. Sonra hayatlarına birlikte devam edeceklerdi. (1471)

Ertesi sabah, hayvanlar köyün yanından doğudan koşmaya başladı. Geyikler, hindiler, antiloplar ve sincaplar koştu. Üç gün boyunca hayvanlar bir şeyden kaçarak geçti. Dördüncü günün sabahı, halk neler olduğunu öğrenmek için doğuya uçan çekirgeler gönderdi. Çekirgeler geri döndüler ve doğudan büyük bir su duvarının geldiğini ve kuzeyden ve güneyden bir su gelgitinin geldiğini söylediler. İnsanlar Sisnaajini Dağı’nın zirvesine koştular. Áltsé Hastiin diğer kutsal dağların her birine koştu, her birinden toprak aldı ve kutsal halkı çağırdı, Sisnaajini’ye döndü. Bütün insanlar kamışa üflemeye başladılar ve semânın gölgesine ulaşana kadar büyümeye ve yükselmeye başladılar. Ağaçkakan, kamışın içinde bir geçit oydu ve halk, Dördüncü Dünya’ya çıkana kadar yukarı tırmanmaya başladılar. (1472)

İnsanlar Dördüncü Dünya / Beyaz Dünya (NiʼHodisxos)’ya vardıklarında, sularla kaplıydı ve burada yaşayan canavarlar (naayéé) vardı. Çıktıktan sonra, suyun altlarında Üçüncü Dünya’da yükselmeye devam ettiğini gördüler. (1473)

İlk kadın Áłtsé Asdzáá ve ilk erkek Áltsé Hastiin, içinde yaşamak için bir hogan inşâ ettiler. Bugünkü gibi bir hogan değildi. Áltsé Hastiin toprağa sığ bir çukur kazdı ve içine direkler yerleştirdi. Yapı toprak ve çim ile kaplıydı. Áłtsé Asdzáá beyaz bir mısırı öğüttü ve direkleri toz haline getirdi, doğudan batıya konutun içine mısır unu serpti. İlk insanlar, “Evimiz kutsal ve güzel olsun, günler güzel ve bol olsun” dedi. Bu ilk hogan yetiştirme töreniydi. (1474)

Dinê (Navayo) inancına göre yaratılan ilk kadın Áłtsé Asdzáá, yaratılan ilk erkek Áltsé Hastiin’dir. Önce kadın yaratılmıştır, sonra da erkek. İlk insanlar, rüzgârın nefesinden yaratılmıştır.

     ■ KIZILDERİLİ ÇEROKÊ (TSALAGİ) İNANCINA GÖRE İLK İNSANLAR

Diğer bir Kızılderili halk da, bugünkü ABD’nin güneydoğusunda, bugünkü AlabamaGeorgiaGüney KarolinaKuzey KarolinaTennessee ve Oklahoma eyaletlerinde, Atlas Okyanusu kıyısında ve Güneydoğu Ormanlık Bölgesi’ndeki nehir vadileri boyunca yaşayan Çerokê (Aniyvwiya; Tsalagi) kavmidir. (1475) Konuştukları Çerokê dili, İroquoian dil grubunun bir parçasıdır. Ancak bugün Çerokê halkının sadece % 10’u kendi anadilini konuşabilmekte. (1476) 1820 yılında ABD hükûmeti tarafından ÇikçasawÇoktaw (Çahta)Muskogee (Kreek) ve Seminole ile birlikte “5 uygar yerli kabileden biri” olarak kabul edildiler. Tarımla uğraşıyorlardı ve kendi yazı sistemlerini geliştirmişlerdi. (1477)  Şu anki toplam nüfûsları 300 bini biraz geçkindir ve az önce anlattığımız Navayo (Dinê) ile birlikte ABD’de federal olarak tanınan 567 yerli kabilenin en büyüğüdürler. (1478) Ancak nüfûsa kayıtlı olmayanlarla birlikte gerçek Çerokê (Aniyvwiya; Tsalagi) nüfûsunun 819 bini aştığı söylenmekte. (1479)

Beyaz işgalden önce bu coğrafyada yaşayan en güçlü kavimdi. (1480) Bugün üç Çerokê kabilesi federal hükûmet tarafından tanınmaktadır: Kuzey Carolina’daki Doğu Çerokê Kızılderilileri Grubu (Eastern Band of Cherokee Indians), Oklahoma’daki Çerokê Kızılderilileri’nin Birleşik Keetoowah Grubu (United Keetoowah Band of Cherokee Indians) ve yine Oklahoma’daki Çerokê Ulusu (Cherokee Nation). (1481)

Zaten Oklahoma eyaletinin adı da bir Kızılderili dili olan Çoktaw (Çahta) dilindeki “Oklahumma” kelimesinden gelmedir ve “Kızılderili” demektir. “Oklahoma”, Çoktaw (Çahta) dilindeki “okla” (kırmızı, kızıl) ve “humma” (insan) sözcüklerinden doğmuştur. (1482)

Çerokêler hiçbir zaman kendilerine Çerokê demediler. Onlar kendilerine Aniyvwiya (ᎠᏂᏴᏫᏯ) veya Tsalagi (ᏣᎳᎩ) diyorlardı. Konuştukları dili de Tsalagi Gawonihisdi (ᏣᎳᎩ ᎦᏬᏂᎯᏍᏗ) olarak adlandırıyorlardı. Örneğin onların dilinde “Tsi-tsa-la-gi” ifadesi, “Ben bir Çerokê’yim” demek. “Aniyvwiya” ismi ise “İlk Gerçek İnsanlar” anlamına geliyor (yun-wi: insan; ya: gerçek; ani: ilk). (1483)

Çerokê (Aniyvwiya; Tsalagi) kültüründe erkekler ve kadınlar tarihsel olarak önemli olmakla birlikte, zaman zaman farklı roller oynamışlardır. Tarihsel olarak, bu roller, toplumsal cinsiyetin toplumsal ve törensel rolleri belirlediği, dengeli bir toplumsal cinsiyet ikilisi fikrini destekleme eğiliminde olmuştur. Kadınlar öncelikle ev ve toprağa sahip olan hane reisleri, aile topraklarının çiftçileri ve klanların anneleri olmuştur. Birçok Kızılderili kültüründe olduğu gibi, Çerokê kadınları “hayat veren” (Kürtçe’de de kadın için kullanılan “jin – jiyan” gibi) olarak onurlandırılır. (1484) Doğum ve bitkilerin yetiştirilmesi yoluyla yaşam verenler, besleyiciler ve klan anneleri olarak kadınlar, hep toplumun liderleri oldular. Bazıları hem tarihsel olarak hem de çağdaş kültürde askerlik hizmetinde savaşçı olarak hizmet etmiştir. Çerokê kadınları geleneklerin koruyucusu olarak kabul edilir ve kültürel korumadan sorumludur. (1485)

Çerokê (Aniyvwiya; Tsalagi) halkının geleneksel dîni animist ve çoktanrılıydı. Çerokê inancına göre, maneviyat günlük yaşamın dokusuna işlemişti. Bedensel (maddî) dünya rûhsal (manevî) dünyadan ayrı değildi. Bir ve aynıydılar. Bu iki âlem birbirinden ayrılmaz. (1486)

Çerokêler evrende varoluşsal bir düzen olduğuna inanıyorlardı. Evren üç farklı ancak birbiriyle bağlantılı seviyeden oluşmuştur: Öngörülebilirlikle tanımlanan “Üst Dünya”, geçmişin alanıydı ve ateşle temsil ediliyordu. Değişimlerle tanımlanan “Alt Dünya”, geleceğin kontrolündedir ve onun çağrışımı sudur. Bizim yaşadığımız “Orta Dünya”, insanların Üst ve Alt Dünyalar arasında aracılık ettiği şimdiki zamanın alanıdır. (1487)

Diğer dînlerin (semavî dînler dahil) aksine, Çerokê inanç sisteminde insanlar yeryüzüne, bitkilere veya hayvanlara hükmetmez ve üzerinde hakimiyet kurmaz. Bunun yerine, insanlar tüm yaratılışla birlikte var olma ve bağlılık içinde yaşarlar. İnsanlar, aralarındaki dengeyi korumak için tüm dünyalar arasında arabuluculuk yaparlar. Bunu yapmanın yolu, etraflarındaki rûhsal güç içinde hareket etmeyi ve çalışmayı öğrenmektir. Bitkiler ve hayvanların rûhsal gücü vardır. Yeryüzündeki nehirler, dağlar, mağaralar ve diğer oluşumlar da rûhanî güce sahiptir. Bu inanç, onlara dünyanın başlangıcını, orada yaşayan rûhanî güçleri ve ona karşı sorumluluklarını hatırlatan anımsatıcı araçlar olarak hizmet etti. (1488)

Çerokêler için dengeyi korumak, varoluşları için çok önemliydi. (1489) Onların inançları ve dünya görüşleri, birbirine zıt olan ama birbirini dengeleyen bir grup sistemi içeren bir evren şeklindeydi. Bu inanç sisteminde kadınlar erkekleri dengeledi; tıpkı yazın kışı, bitkilerin hayvanları ve çiftçiliğin avcılığı dengelediği gibi. (1490)

Sahip oldukları bu inanç, onların tertemiz ahlaklarından, bozulmamış fıtratlarından ve doğaya karşı saygılı karakterlerinden kaynaklanmaktadır. Doğaya, hayvanlara, bitkilere, ormanlara, nehirlere, göllere karşı son derece saygılı ve hürmetkâr idiler.

Hatta öyle ki, Çerokêler, yakalandığımız her hastalığın, hayvanlara karşı kötü muamelemizden kaynaklandığına inanıyordu. Onlara göre tüm insan hastalıkları, öldürdüğümüz hayvanların bizden intikam almak için bize empoze ettiği musibettir. Hayvanlara karşı yaptığımız her çeşit zûlüm için, hayvanların bize gönderdiği bir hastalık türü vardır. Zûlmün çeşidine göre, kişinin iştahını kaybetmesine, hastalanmasına ve ölmesine neden olurlar. Avcı, bunun olmasını önlemek için öldürdüğü hayvanlardan özür diler, dûâ eder veya ihtiyaçlarını ve önemini hayvana açıklar. Bu yüzden Kızılderililer, beslenmek amacıyla bir hayvanı öldürürken, öldürmeden önce o hayvandan özür dilerlerdi. (1491) Bitkilerin, hayvanların insanlara getirdiği her hastalık için ilaç sağladığına inanılır ve bu nedenle bazı bitkiler Çerokê tıbbının temelleri haline gelmiştir. (1492)

Çerokê (Aniyvwiya; Tsalagi) inancında “insanın yaratılışı” konusuna gelince:

İlk insanlar biri erkek biri kadın iki kardeşti. Erkeğin adı Kanáti, kadının adı Selu’dur. İlk erkeğin ismi olan “Kanáti”, kelime olarak “Şanslı avcı” anlamına, ilk kadının ismi olan “Selu” da kelime olarak “Mısır bitkisi” anlamına geliyor. Bir keresinde erkek kardeş, kız kardeşine bir balıkla vurdu ve çoğalmasını söyledi. Bunu takiben her 7 günde bir çocuk doğurdu ve kısa süre sonra çok fazla insan oldu. Bu nedenle kadınlar her yıl sadece bir çocuk yapmak zorunda kaldı. (1493)

Kanáti ile Selu tartıştılar ve Selu evini terketti. Güneş’in yardım ettiği Kanáti, Selu’yu yaban mersini ve böğürtlenle geri dönmeye ikna etmeye çalıştı ama başarılı olamadı. Sonunda O’nu çileklerle dönmeye ikna etti. (1494)

İnsanlar hayvanları avlamaya başladı ve hızla çoğaldılar. Nüfûs o kadar hızlı büyüdü ki, kadınların yılda sadece bir çocuğu olabileceği bir kural oluşturuldu. Kanáti, Selu’nun hazırlaması için avlayacak ve bir hayvan getirecekti. Kanáti, avlanmaya gittiğinde sürekli olarak hayvanları eve getirdi ve bir gün çocuklar babalarını gizlice takip etmeye karar verdiler. Kanáti’nin bir mağarayı gizleyen bir kayayı hareket ettirdiğini ve mağaradan bir hayvanın çıkıp Kanáti tarafından öldürüldüğünü keşfettiler. Çocuklar gizlice mağaranın girişini açtılar. Ancak çocuklar mağara açıldığında birçok farklı hayvanın kaçtığını anlamadılar. Kanáti hayvanları gördü ve ne olması gerektiğini anladı. Mağaraya gitti ve çocukları yemek için kaçan hayvanlardan bazılarını yakalamaya çalışabilmek için eve gönderdi. Bu, insanların neden şimdi yiyecek avlaması gerektiğini açıklıyor. (1495)

Çocuklar depodan yiyecek almaya giden anneleri Selu’ya döndü. Çocuklara o gittiğinde geride beklemeleri talimatını verdi, ama onlar itaatsizlik ettiler ve O’nu takip ettiler. Selu’nun sırrı, sepetleri mısırla doldurmak için midesini ovması ve sepetleri fasulyeyle doldurmak için yanlarını ovmasıydı. Selu sırrının ortaya çıktığını biliyordu ve çocuklara son bir yemek yaptı. O ve Kanáti daha sonra çocuklara sırları keşfedildiği için ikisinin öleceğini açıkladılar. Kanáti ve Selu’nun ölmesiyle birlikte, çocukların alıştığı kolay hayat da ölecekti. Bununla birlikte, çocuklar Selu’nun vücudunu bir daire içinde yedi kez ve daha sonra daire içindeki toprağın üzerinde yedi kez sürükleselerdi, çocuklar bütün gece izlemek için uyanık kalırlarsa, sabah bir mısır mahsulü belirirdi. Çocuklar talimatları tam olarak yerine getirmediler, bu yüzden mısır sadece dünyanın belirli yerlerinde yetişebiliyor. Bugün mısır hâlâ yetiştiriliyor ama bir gecede gelmiyor. (1496)

İlk zamanlarda bitkiler, hayvanlar ve insanlar arkadaş olarak birlikte yaşadılar, ancak insanların dramatik nüfûs artışı dünyayı doldurdu ve hayvanların dolaşacak yeri kalmadı. İnsanlar ayrıca hayvanları et için öldürür ya da yoluna çıktıkları için onları avlardı. Bu korkunç davranışların cezası olarak hayvanlar, insanlara bulaşacak hastalıklar yarattılar. Diğer canlılar gibi bitkiler de buluşmaya karar verdiler ve hayvanların eylemlerinin çok sert olduğunu, insanlara yardım etmeleri gerektiğine karar verdiler. Her hastalığa çare olacakları sonucuna vardılar. Bu, her tür bitki yaşamının neden birçok çeşit hastalığın tedavisine yardımcı olduğunu açıklar. Hayvanların cezalarına karşı koymak için ilaç yaratıldı. (1497)

Gerek daha önce anlattığımız Afrika dînlerinde olsun, gerek şimdi anlattığımız Kızılderili dînlerinde olsun, mısır bitkisinin ne kadar önemli olduğunu görmekteyiz. Bizim “semavî dînler” için hurma neyse, benim için dut neyse, bunlar için de mısır o.

     ■ KIZILDERİLİ LAKOTA (TETON) İNANCINA GÖRE İLK İNSANLAR

Diğer bir Kızılderili halk da, bugünkü ABD’nin kuzeyindeki Kanada sınırında, bugünkü NebraskaWyomingGüney DakotaKuzey Dakota ve Montana eyaletlerinde yaşayan Lakota (Teton; Tetonwan) kavmidir. “Lakota” ismi “Arkadaş; Müttefik” anlamına gelir. Lakotalar, Siyu dil ailesine mensub üç kavimden biridir. LakotaDakota ve Nakota kavimlerinin üçü birden Siyu milletini oluştururlar. Bu üç kavim, çok yakın akrabadırlar. Lakota, Dakota ve Nakota dillerini biribirinden ayırt eden en belirgin özellik, “d”“l” ve “n” harfleridir ki bundan dolayı kavimlerin isimlerinin başharfleri, bu harflerden oluşur. Şöyle ki: Lakota dilinde içinde “l” sesi olan bütün sözcüklerde, “l” sesi yerine Dakota dilinde “d” ve Nakota dilinde de “n” sesi kullanılır. Örneğin “kuş” sözcüğünün karşılığı Lakota dilinde “zintkala”, Dakota dilinde “zintkada” ve Nakota dilinde “zintkana” şeklindedir. Bunun gibi, “görüyorum” sözcüğünün karşılığı Lakota dilinde “wanblake”, Dakota dilinde “wanbdake” ve Nakota dilinde “wanbnake” biçimindedir. Aynı şekilde “benim bir derdim var” cümlesinin karşılığı Lakota dilinde “wokakiye wan bluha”, Dakota dilinde “wokakiye wan bduha”, Nakota dilinde “wokakiye wan bnuha” olarak telaffuz edilir. Yine “bilmiyorum” sözcüğünün karşılığı Lakota dilinde “slolwaye sni”, Dakota dilinde “sdodwaye sni” ve Nakota dilinde “snonwaye sni” şeklindedir. (1498)

Lakota halkı da kendi arasında 8 ayrı topluluğa ayrılır. Bunlar BruléHunkpapaMinneconjouOglalaSans ArcSihasapaTwo Kettles ve Saone’dir. Bu topluluklar içinde en köklü olanlar Oglala, Brulé ve Saone’dir. Lakotalar’ın yaşadığı coğrafyanın batısına Oglalalar, doğusuna Bruléler ve kuzeyine de Saoneler yerleşmişlerdir. Bu toplulukların her biri de yine kendi arasında değişik kollara ayrılırlar. 19. yy’ın ortalarında Lakotalar belirli bir coğrafî bölgeye yerleştiler ve orayı son yurtları olarak kabul ettiler. Bu yurdun sınırları kuzeybatıda Küçük Missouri Nehri, kuzeydoğuda Missouri Nehri ve güneyde ise Platte Nehri oldu. Bu sınır bugünkü ABD’nin Güney Dakota, Kuzey Dakota ve Nebraska eyaletlerine tekabül ediyordu. Güney Dakota’daki Black Hills’i kendi vatanlarının merkezi ve kalbi olarak seçen Lakotalar, “yüce rûhların” burada ikamet ettiğine inandılar ve burayı kutsal kabul ettiler. (1499)

Günümüzdeki toplam nüfûsları 170 binin üzerinde (1500) olan Lakotalar’ın bugün yalnızca 2 bini hâlâ Lakhótiyapi (Lakota dili) konuşabilmektedir (1501).

Lakotalar 17. yy’da kuzeyden saldıran Fransızlar’ın ateşli silahlarıyla ve güneyden saldıran İngilizler’in silahlı atlılarıyla ilk karşılaştıklarında henüz küçük ve oldukça zayıf bir topluluktu. Onların kadınlarını ve çocuklarını, bizonlarını ve buffalolarını ilk öldürenler, evlerini ve eşyalarını ilk yağmalayanlar, derelerini ve ağaçlarını ilk tahrib edenler işte bu beyazlardı. İnsanları ve hayvanları öldürmek, suları ve yeşillikleri zehirlemek ve zenginlikleri çalıp Avrupa’ya kaçırtmaktan başka hiçbir “insanî” amacı olmayan beyaz adama karşı o denli küçük ve zayıf bir topluluk olmalarına rağmen cesaretle karşı koyan ve savaşan Lakota erkekleri savaştıkça güçlendiler ve bu savaşların bir sonucu olarak güçlü bir Lakota kavmi oluştu. Öyle bir güç ki, 1765 yılında Black Hills’i ele geçirecek, o dağa Lakota bayrağını dikecek ve burayı “kutsal” olarak adlandıracaktı. Ancak nereye kadar dayanabilecekti bu direnişçiler? Her gün onlarcası kıyıya yanaşan gemilerden inen beyazlar kıt’ânın her tarafına ateşli silahları ve barutlarıyla yayılmış ve yüzyıllar süren, tarihin en korkunç soykırımını hiçbir insanî hudut tanımadan uygulamaya koymuştu. (1502)

Lakaotalar, “çatal dilli” dedikleri beyaz adamla ilk yazılı antlaşmayı 19. yy’ın başında yaptılar. Lakota halkının 1805 yılında ABD yönetimiyle yaptığı bu ilk sözleşme, bu kavmin kendi topraklarındaki “hâkimiyetini” sözde “garanti altına” alıyordu. Ama öyle olmadı. Kızılderililer beyaz adamın “çatal diline” ve “soluk yüzüne” inanmakla bir kez daha hata etmişlerdi. Lakotalar’ın ünlü reisi Oturan Boğa ya da gerçek adıyla Thathanka İyotake (1831 – 90) şöyle diyordu: “Beyaz adam bize birçok sözler verdi. Gökteki yıldızlar kadar. Ama sadece birini yerine getirdiler. ‘Sizi topraklarınızdan kovacağız’ dediler ve kovdular.” (1503)

Oturan Boğa’nın öldürüldüğü gün, yüzyıllar süren Lakota direnişinin son bulduğu gün oluyordu, aynı zamanda. (1504)

Lakotalar bugün tıpkı Avustralya’daki yerliler olan Aborjinler gibi, kendileri için oluşturulan “koruma bölgeleri”nde yaşarlar. Lakota ülkesinde toplam 5 koruma bölgesi vardır. (1505)

Lakotalar 5 eyaleti ABD’den kopararak 20 Aralık 2007 tarihinde bağımsızlık ilan etmiş, ancak bu bağımsızlığı dünyada benden başka tanıyan olmamıştır. (1506)

Lakota dînî inancında ve mitolojisinde, özellikle Kara Tepeler bölgesi önemli bir rol oynar. Tepenin etrafında kuşlar (iki ayaklılar; bazıları insanları da temsil eder) ve hayvanlar (dört ayaklılar) arasında bir yarış olduğu söylenir. Kuşlar kazandı ve böylece insanların hayvanlara hükmettiği ve yemek için bizonu ve diğer av hayvanlarını öldürmelerine izin verilen doğal bir düzen ortaya çıktı. Kara Tepeler’deki Rüzgâr Mağarası’nın ilk insanların ortaya çıktığı ve yeryüzündeki insan yaşamının başladığı yer olduğuna inanılır. 4 (dört) rakamı, diğer Kızılderili inançlarında olduğu gibi Lakota inancında da kutsal sayıdır. Bu sembolün dairesel şekli de merkezî öneme sahiptir, çünkü bu insanların fikirlerine göre herşey döngüler halinde gerçekleşir. (1507)

Lakota (Teton; Tetonwan) inancına göre dünyadaki ilk kadın ve erkek, rûhlar dünyasından bu dünyaya sürgün edilmişler, yeryüzünde hayat – tabiî Lakota topraklarında – bu şekilde başlamıştır. İlk kadının ismi Ka, ilk erkeğin ismi de Wa’dır. (1508)

Şimdiye kadar isimleri en çok hoşuma giden ana/atamız, bunlar oldu. Sadece iki harfli.

Okyanusya (Avustralya) kıtasındayız…

– devam edecek –

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.