Bilimsel Veriler, Arkeolojik Bulgular, Antik Tabletler ve Tüm Kutsal Kitaplar Işığında Objektif ve Gerçek Peygamberler Tarihi
■ ZERDÜŞTÎLİK İNANCINA GÖRE İLK İNSANLAR
Tanrı tarafından yaratılan ilk insanlar olarak Hz. Âdem (as) ile Hz. Havva (as) isimlerinin verildiği dînlerde (Sabiîlik, Ezdaîlik, Musevîlik, Hristiyanlık, Manicilik, İslam ve Bahaîlik), bu 7 dînin 7’sinde de hadisenin nasıl aktarıldığını, insanın yaratılışı hikâyesinin nasıl anlatıldığını sizlerle paylaştık. (Musevîlik, Hristiyanlık ve İslam’daki anlatımı geniş bir biçimde işleyeceğimiz için, detaya girmeyip sadece ana hatlarıyla hatırlattık. Çünkü bu kitapta semavî dînlerin anlatımını esas alacağımız için, genel değerlendirmeyi geçtikten sonra ayrıntılı anlatacağız.)
Şimdi de, aynı yaratılış inancına sahip ve fakat yaratılan ilk insanlar olarak Âdem ve Havva değil de başka iki insan isimlerinin verildiği diğer dînlere bakalım.
Ortadoğu mahrecli dînlerden Orta Asya ve Uzakdoğu dînlerine, Afrika’daki dînlerden Avrupa’daki dînlere, Kızılderili dînlerinden Aztek ve İnka dînlerine, Aborjin ve Maori dînlerinden Polinezya dînlerine, “insanın yaratılışı” konusunda ve “insan hayatı nasıl başladı?” sorunsalıyla ilgili olarak neler söyleniyor, neler anlatılıyor, onlara bakalım şimdi.
Güzel bir “dünya turu” yapacağız siz sevgili okurlarımızla. Dîn dîn, kutsal kitap kutsal kitap gezerek. Gizemli ve etkileyici.
Asya kıtasından başlıyoruz…
Kürdistan’da ortaya çıkan, peygamberi Kürt (329), kutsal kitabı Kürtçe (330) olan Zerdüştîlik dîninin peygamberi olan Hz. Zerdüşt (as), aslında birçok insanın sandığı gibi tek kişi değil, farklı zaman aralıklarıyla yaşamış üç ayrı kişidirler. Ve üçü de bir sıfat olarak “Zerdüşt” şeklinde isimlendirilmişlerdir. I. Zerdüşt, yaklaşık olarak M. Ö. 3000’li yıllarda yaşamış ve asıl adı Mehâbâd olan peygamberdir (bugün Kürdistan’ın bir şehri O’nun adını taşımaktadır). II. Zerdüşt, takriben M. Ö. 2040’larda yaşayan ve gerçek adı Haşeng olan peygamberdir. III. Zerdüşt ise M. Ö. 660’larda yaşayan ve kendi gerçek adı da Zerdüşt olan peygamberdir. Bizim bugün Zerdüşt Peygamber olarak bildiğimiz ve tanıdığımız kişi, bu üçüncü kişidir. (331)
Dünyanın en ünlü tarihçilerinden kabul edilen Antik Yunan tarihçi Heredot (M. Ö. 484 – M. Ö. 425), M. Ö. 5. yy’da kaleme aldığı “İstoríai” (Tarih) adlı meşhur kitabında açık ve net biçimde belirtmiştir ki, Zerdüşt Peygamber, Kürtler’in Macî (Magi) sülalesine mensup bir Kürt’tür ve Kürdistan’ın Urmiye şehri yakınlarındaki Rey’de bir Kürt ailenin çocuğu olarak doğmuştur. (332) Kürt senkretik dînî topluluklar üzerine yapılan araştırmalar, eski zamanlarda Mazdaizm dîninin Kürdistan’daki Kürtler arasında diğer tüm dînlere göre en yaygın olanı olduğuna dair verimli kanıtlar sağlıyor. Zerdüştîlik’i bilen herkesin bildiği gibi, bu dînin kutsal kitabı Avesta’dır ve Avesta, Tanrı (Ahura Mazda) tarafından Kürtçe indirilmiştir. (333)
Avesta, üç bölümden meydana gelir: “Vendidad”, “Vispêrad” ve “Yasna”. Birinci bölüm olan “Vendidad” kısmında dînin derlenmiş ilkeleri ile kozmogonik ve epik hikâyeler, ikinci bölüm olan “Vispêrad” kısmında kurban sunusu için yapılan dûâ ve âyinler, üçüncü bölüm olan “Yasna” kısmında ise Kürtçe’nin eski lehçesiyle yazılmış ve “Gatha” denen beş ilahî ve bu türdeki âyinler yer alıyor.
Zerdüştîlik inancında herşeyi hiçlikten yaratan Tanrı (Ahura Mazda), dünyayı düşünce yoluyla yaratmıştır. (334) Ahura Mazda birinci ve sonuncu, yani başlangıç ve sondur. (335)
Zerdüştîlik’te yaratılış, dört devirden oluşan 12.000 yıllık bir zamanı kaplar: Bu devirlerden birincisi manevî yaratılış dönemidir. Bu ilk dönemde Ahura Mazda melekleri, iyi rûhları ve canlıların ezelî rûhî suretlerini (fravaşi) yarattı. İkinci devrede varlıkları bedensel olarak yarattı. Bu dönemde Ahura Mazda, iyi düşünceyi (vohuman) ve aynı zamanda diğer beş meleği de yarattı. Ahura Mazda dünya yaratıklarından ilk önce gökyüzünü ve dünyanın ışığını yarattı, ikinci olarak suyu, üçüncü olarak yeri, dördüncü olarak bitkileri, beşinci olarak hayvanları, altıncı olarak da insanlığı yarattı. (336)
İnsanların rûhları ve şuurları yaratılırken, Tanrı onlarla konuştu ve onlara zalim Angra Mainyu (Ehrimen, = Şeytan) ile çarpışmak için bedenli bir şekil almayı ve sonunda tamamıyla ölümsüz ve ebediyen mükemmel olmayı isteyip istemediklerini sordu. Bunun üzerine onlar bedenli bir şekilde yaratılmaya razı oldular. Ehrimen (Angra Mainyu, = Şeytan), Ahura Mazda (Tanrı)’ya mukabil olarak zıt altı kuvvet yarattı. (337)
Zerdüştîlik inancında, Ahura Mazda (Tanrı, Allah, Yehova, Ezda, Xweda) tarafından yaratılan ilk insan, Jiyamırud (bazı tercümelerde Jiyamerud, bazı tercümelerde Jiyamerd, bazı tercümelerde Giyamerd, bazı tercümelerde Gayomerd) adlı insandır. (338) Bu ismin bazı metinlerde “J” ile bazı metinlerde “G” ile yazılması, dil veya alfabe farklılıklarından kaynaklanan bir durum olabilir hatta öyledir. Nitekim halen dahi bu harfler, bir dilden başka dile veya bir alfabeden başka alfabeye geçildiğinde birbirinin yerini almaktadırlar.
İlk insanın ismi olan “Jiyamırud” (Giyamırud) ismi, anlam olarak “ölümlü yaşam” veya “ölümlü rûh” demektir. Şunu net biçimde ifade edeyim: İstisnasız bütün dînî metinlerde ve bilimsel kaynaklarda, bu ismin “ölümlü yaşam” veya “ölümlü rûh” anlamına geldiği belirtilmiştir. Onlardan bazılarını aşağıda dipnot olarak sunuyorum. (339)
Bunu belirtmişler belirtmesine de, “dil”leri varmadığı için, hangi dil olduğunu söylemeye çekinmişler ve “eski Avesta dili” veya “eski İran dili” gibi nitelemeler kullanmışlardır. Dünyadaki hiçbir ilmî kaynakta “eski Tevrat dili” veya “eski İsrail dili” gibi tuhaf ifadelerle karşılaşmazsınız, onun yerine “İbranice” denildiğini görürsünüz. Dünyadaki hiçbir ilmî kaynakta “eski Kur’ân dili” veya “eski Mekke Medine dili” gibi tuhaf ifadelerle karşılaşmazsınız, onun yerine “Arapça” denildiğini görürsünüz. Fakat konu Zerdüştîlik ve Avesta olunca, “eski Avesta dili” veya “eski İran dili” gibi ifadeler görürsünüz. Bu ise, kitabın “Giriş” bölümünde bahsini ettiğimiz, dünyanın Kürtler’e ve Kürtçe’ye karşı inkârcı, yok sayıcı, üstünü örtücü tarih yazımının bariz bir tezahürü.
“Eski İran dili”ymiş! İyi de, hangisi? Bu dilin ismi ne? İran dediğiniz coğrafyanın bugünkü sınırları içinde dahi 20’den fazla dil konuşuluyor.
Zerdüştîlik inancında yaratılan ilk insanın ismi olan “Jiyamırud” (Giyamırud) ismi, öz be öz Kürtçe bir isimdir. İster “J” ile yazın ister “G” ile, bu hakikat değişmez. Açılımı şu şekildedir:
jiyan: yaşam
giyan: rûh
mır: ölüm
mırın: ölmek
mırî: ölü
mırud: ölümlü, fani
Jiyamırud: Ölümlü yaşam
Giyamırud: Ölümlü rûh
Gördüğünüz gibi yaratılan ilk insanın ismi Kürtçe’dir. İster “J” ile yazın ister “G” ile, değişmez. “J” ile yazdığınızda “Ölümlü yaşam” (Jiyamırud) anlamına gelir, “G” ile yazdığınızda da “Ölümlü rûh” (Giyamırud).
Daha önce erkek peygamber Hz. İbrahim (as) ile eşi kadın peygamber Hz. Sara (as) annemizi anlatırken, zalim kral Nemrud’un isminin açılımını yaparken de belirtmiştik: Nemrud, Allah’a karşı isyanda, şirk ve zûlümde çok ileri gitmişti. Öyle ki “ilahlık” taslıyor, “ölümsüz” olduğunu iddiâ ediyordu. İslam kaynaklarının bize aktardığına göre Nemrud, insanlık tarihinde “ölümsüzlük” iddiâsında bulunan, kendisinin “ölümsüz” olduğunu iddiâ eden ilk kişidir. (340) Buradaki “mırud” (ölümlü) kelimesinin başına gelen “ne-”, olumsuzluk belirtir. “Nemrûd” adı Kürtçe bir kelime olup “Ölümsüz” demektir. (341)
Size daha ilginç birşey söyleyeyim: İslam, Hristiyanlık ve Musevîlik’te, yaratılan ilk insan olan Âdem’in ismi de benzer bir anlama gelir. Hemen hemen bütün kaynaklarda, “Âdem / Adam” (ﺁﺪﻢ / אדם) kelimesinin “insan”, “fani, ölümlü”, “ömrü zamana bağlı” anlamlarına geldiği belirtilir. O kaynaklardan bazılarını aşağıda dipnot olarak sunuyorum. (342)
Fakat hangi dil olduğu pek söylenmez. Nasıl söylesinler ki? Sonuçta ilk insan! Yahudî âlimler bu ismi ıkına ıkına İbranice’ye, Müslüman âlimler de ıkına ıkına Arapça’ya yamamaya çalışırlar. Fakat ıkınmakla Cennet’e gidilmiyor maalesef, “alef” ve “elif” harflerine 50 takla attırmakla da Cennet’e gidilmiyor. Peki, “Adem” ismi sizce hangi dilde “fani” yani “zamana bağlı” anlamına geliyor olabilir acaba? Biraz düşünmenizi salık veririm.
Ya da isterseniz beraber düşünelim, hiç ıkınmadan hem de: Kürtçe’de “dem” kelimesi “zaman” demekken, kelimelerin başındaki “â-” ise bağlılık bildirir. “Âdem”, Kürtçe’de “zamana bağlı” demektir.
Bu durumda hem İslam, Hristiyanlık ve Musevîlik’teki ilk insan Âdem’in, hem de Zerdüştîlik’teki ilk insan Jiyamırud (Giyamırud)’un ismi Kürtçe.
Tanrı’nın (Ahura Mazda) yarattığı ilk insan olan Jiyamırud (Giyamırud), cinsiyetsizdir. Yaratılışın üçüncü devresinde Angra Mainyu (Ehrimen, = Şeytan), Ahura Mazda (Tanrı, = Yehova, = Allah)’ın yarattığı güzel varlıklara müdahale eder. Kötü rûh hastalık, yıkım ve zararlı varlıkları yayar. O suları, yeryüzünü, bitkileri ve ateşi, ayrıca ilk insanı ve ilk boğayı öldürür. Angra Mainyu’nun hücûmuna uğrayan boğa sağ tarafa düşer, onun bedeninden ve âzâlarından bitkiler, tohumundan ise hayvanlar meydana gelir. (343)
İlk insan Jiyamırud (Giyamırud) ise sol tarafa düşer ve onun toprak tarafından alınan tohumunun bir parçasından Maşya ve Maşyana adlarında iki bitki filizlenir. Bu bitkiler 40 yıl bir bitki gibi büyüdükten sonra insana dönüşürler ve biri erkek biri dişi olmak üzere ilk insan çifti olurlar. (344)
Böylece ilk erkek ve ilk kadın bu şekilde yaratılır. İlk erkeğin adı Maşya, ilk kadının adı Maşyana’dır. Bütün insanlığın atası ve anasıdırlar. Bunların birleşiminden insan soyu çoğalmaya başlamıştır. (345)
Zerdüştîlik’in kutsal metinleri “Bundhaişn” ve “Denkard”ın bu anlatımına göre, biz insanların ata/anası bir bitkidir. Yani biz önce bitki olarak hayata başladık, sonra insana dönüştük. (Burdan hemen “evrim teorisi”ne teolojik destek yoluna gitme fırsatçılığına gidilmemelidir. Bitkinin insana dönüşmesi 40 yıl sonra ve aniden oluyor, öyle milyonlarca yıllık yavaş değişimler sonucu değil.)
Müslüman okurlarım belki Zerdüştîlik’teki bu inancı yadırgayacaklardır ama, bu inancı destekleyen ifadelerin (âyetin) bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de de olduğunu söylersem, ne derler acaba? Buyurun bu âyet Kur’ân’dan:
وَاللّٰهُ اَنْبَتَكُمْ مِنَ الْاَرْضِ نَبَاتاًۙ ﴿﴾ ثُمَّ يُع۪يدُكُمْ ف۪يهَا وَيُخْرِجُكُمْ اِخْرَاجاً
“Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi. Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi yeniden çıkaracaktır.” (346)
Kur’ân-ı Kerîm’deki bu âyette, Allah’ın bizi bir bitki olarak yarattığı ve öldükten sonra dirilmeden önce tekrardan bitki olup öylece dirileceğimiz söyleniyor. Kur’ân’daki bu ifadeler, Zerdüştî inancını tereddütsüz biçimde desteklemektedir.
İslam Peygamberi Hz. Muhammed (sav) de bir hadis-i şerifinde, ilk insan Âdem’in yaratılışı için hazırlanan çamurdan bir de hurma ağacının yaratıldığını ve bu sebeple de hurmanın insanın halası olduğunu buyurmaktadır. (347)
Yine Kur’ân’daki başka bir âyette de ağaçların Allah’a secde ettiği belirtilmektedir. (348)
Kur’ân, insanlar ile canlılar, bitkiler ve doğa arasında etik bir boyut oluşturmaktadır. Etrafımızdaki âlem O’nun (cc) âyetleri olduğu gibi, bu âyetlerin üzerine iyice düşünmek, onlardaki incelikleri kavrayarak Allah’ı zikretmek ve O’na hamdetmek, bu nimetlerle olan ilişkilerimizi tanzim etmek de bir “kulluk” sorumluluğu olarak karşımıza çıkmaktadır. (349) Bilmemiz gereken ilk şey, tabiatın cansız değil, canlı olduğu ve bir yaşama sahip bulunduğudur. (350) Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm, Allah-û Teâlâ’nın kâinatla konuştuğunu, bizim cansız gözüyle baktığımız pekçok varlığı (toprak, bulutlar, sıradağlar, nehirler, denizler vs.) canlı varlıklar gibi muhatab aldığını belirtmektedir. Allah onlara “İsteyerek de olsa, istemeyerek de olsa emrime gelin” der, onlar da Allah’a “Lebbeyk” diyerek karşılık verir ve “Gönüllü olarak geldik” derler. (351)
Zerdüştîlik inancında, insanların ata/anasının bir bitki olduğunu gördük. Dünyaca ünlü Fars bilgin, astronom, haritacı, tarihçi, filozof, hekim ve hezarfen Birunî ya da tam adıyla Ebû Reyhan Muhammed bin Ahmed el- Birunî (973 – 1048), bu bitkinin ribas olduğunu söyler. (352) Ortaçağ İslam dünyasının en meşhur dînler tarihçisi olan Kürt âlim Şehristanî ya da tam adıyla Bavê Feth Taceddîn Muhammed kurê Abdulkerîm kurê Ahmed eş- Şehristanî (1086 – 1153) de aynı görüştedir, bu bitkinin ribas olduğunu söyler. (353)
Ribas, Kürtçe’de “kenger” dediğimiz bitkidir, Kürtçe ismi böyledir. “İnsanın kökeni” veya “ilk insanlar” olan bu bitkinin Latince adı, Kürtler’in tarihsel ismini hatırlatırcasına “Carduus / Karduus” şeklinde. İnsanın kökeni (ata/anası) olan bu bitkiye neden Kürtler’in ismi veriliyor? Bitmedi: Ayrıca uygarlık tarihini başlatan Sümerler kendilerine hiçbir zaman “Sümer” demediler. “Sümer”, onlara Akkadlar tarafından verilen isimdi. Sümerler kendilerine “Keng / Kenger” diyorlardı. Bugün bu isim Doğu Kürdistan’daki Kirmanşah’ın Artemis (Anahitta) Tapınağı’yla ünlü Kengewer şehrinin isminde yaşıyor. (354)
İran’ın gelmiş geçmiş en büyük şairi olarak kabul edilen Firdevsî ya da tam adıyla Hakim ebû Qasım Mansur ibn-i Hasan Firdevsî Taberanî el- Tusî (934 – 1020), dünyaca meşhur “Şâhname” adlı eserine, Jiyamırud (Giyamırud)’un hikâyesiyle başlar. O zamanlarda dağ mağaralarında yaşayan ve leopar derisi giyen insanlar arasında ortaya çıkan ilk kraldı. Jiyamırud (Giyamırud), kraliyet uygulamaları, yemek hazırlığı ve hukuk ve adaletin ilk uygulayıcısı olan ilk insan oldu. O kadar güçlü ki bütün insanlar, evcil hayvanlar ve vahşî hayvanlar O’na saygı ile dolaşıyordu. Tanrı (Ahura Mazda), Jiyamırud (Giyamırud)’a krallar için ayrılan farr adlı doğaüstü ışıltısını onayladı. (355)
Firdevsî’nin başlıca eseri olan “Şâhname”, Farsça diliyle tarih boyunca kaleme alınmış en büyük eser olarak kabul edilir ve toplam 60 bin beyitten oluşur. Dile kolay; 60 bin beyit… Bu muazzam ve bir o kadar da ilginç eser, ilk insandan başlayıp, Sasanî İmparatorluğu’nun 29. ve son imparatoru III. Ezdîkurd (624 – 51) dönemine kadar İran tarihini şiir diliyle anlatır. İlginç olan diğer bir nokta da şudur ki, Firdevsî Müslüman ve hatta İslam bilgini olmasına rağmen, “Şâhname” adlı eserinde İran tarihini sadece “İslam’dan önceki döneminden ibaret” anlatması ve Müslüman olduktan sonraki İran tarihini hiç anlatmamasıdır. (356)
Zerdüştîlik ile ilgili son bir not düşüp, bu bahsi kapatalım:
Zerdüştîlik inancında ilk insanın (Jiyamırud) cinsiyetsiz olması, sonra ölümüyle aynı anda yeşeren ve biri eril biri dişil iki bitkinin iki insana dönüşmesi, insan türünün bir erkek (Maşya) ve bir kadın (Maşyana) ile dünyadaki yaşama başlaması, yani erkek ve kadının aynı anda ve aynı şekilde yaratılması, demek ki o kadar da basit bir ayrıntı değilmiş ki, diğer dînlerin aksine Zerdüştîlik’te ataerkil (erkekegemen) hiçbir vurguya rastlamak mümkün değildir, bu dînde kadın aşağılanmaz ve tam bir kadın – erkek eşitliği vardır.
Bir de, kitabımızın konusu bağlamında hiçbir önemi yok ama, sırf “genel kültür bilgisi” olsun diye küçük bir bilgi notu daha paylaşayım: Bir Japon otomobil markası olan ve 30 Ocak 1920 tarihinde kurulan “Mazda”, Zerdüştîlik dîninde Tanrı’nın adı olan Ahura Mazda’dan dolayı bu ismi taşımaktadır. Firmanın kurucusu olan Hiroşima doğumlu Japon sanayici ve işadamı Jūjirō Matsuda (1875 – 1952), şirketi kurduğunda, Zerdüştîlik’teki Tanrı’nın ismi Ahura Mazda isminden çok hoşlandığı için, şirketine ve ürettiği otomobile “Mazda” ismini vermiştir. Kendisi Zerdüştî değil, muhtemelen Şintoist. Sadece isim hoşuna gittiği için böyle yapmıştır. Şirketin resmî web sitesinde şöyle denilmekte: “Şirketimizin adı, Batı Asya’daki ilk medeniyetlerin Tanrı’sı, bilgelik, akıl ve uyum Tanrı’sı Ahura Mazda’dan gelmektedir.” (357)
Asya’nın en doğusuna, Asya’nın en batısından, bizden de selam olsun…
■ HİNDUİZM İNANCINA GÖRE İLK İNSANLAR
Hindistan (Bharat)’dayız…
Hinduizm, çok eski tarihlerden beri Hindistan’da yaşanmakta olan ve Vedalar adlı çok hacimli bir kutsal kitap koleksiyonu olan politeist (çoktanrılı) bir dîndir. Çoktanrılı bir dîn olmasına karşın Vişnu (Koruyan), Brahma (Yaratan) ve Şiva (Yokeden) isimli üç Tanrı (Trimurti), genellikle önplandadır. Yaratılış sözkonusu olunca Tanrı Brahma’nın adı önplana çıkmakta. Brahma, uyuyan Vişnu’nun karnından çıkan nilüferde ortaya çıkıyor. Brahma daha sonra 4, 32 milyar yılda evreni yaratıyor. Bu zamana “Mahayuga” (महायुग) denir. Şiva evreni yok edecek ve döngü böyle devam edecek. (358)
Hint kozmolojisi birçok yaratılış miti içeriyor ve yüzyıllar boyunca asıl oyuncular sürekli değişiyor. En eski metinler, Pruşa adında bin kafalı, gözlü ve ayaklı bir devi anlatıyor. Pruşa parmaklarıyla dünyayı sarıyor. Tanrılar Pruşa’yı kurban edince vücûdu yağ üretiyor. Bu yağdan hayvanlar doğuyor. Vücûdunun parçaları dünyanın elementlerine ve Agni, Vayu ve İndra tanrıçalarına dönüşüyor. Aynı zamanda Hindu toplumunun dört kastı Pruşa’nın bedeninden var oluyor: Rahipler, savaşçılar, halk ve hizmetkârlar. (359)
Hinduizm inancına göre Tanrı (Brahma) tarafından yaratılan ilk insanın adı Manu (मनुः)’dur. (360)
İlk insan olan “Manu”nun ismi, Sanskritçe’de “İnsan” anlamına gelir. Bu kelime de Sanskritçe’de “düşünmek” anlamına gelen “man” sözcüğünden türemiştir. (361) Dolayısıyla “Manu”, tam olarak “düşünen varlık” demek. Bu da bugün kullandığımız “Homo sapiens” ifadesine tekabül etmekte. Bir de ilginç bir bilgi: Bugün Batı dillerinde “insan” veya “adam” anlamına gelen “man” kelimesi işte buradan, Hinduizm’deki ilk insan olan Manu’dan gelir.
İlk insanın yaratılması, Hinduizm’in kutsal kitaplarından Matsya Purana (मत्स्य पुराण)’da anlatılır. “Matsya Purana”, anlam olarak “Purana Balığı” demektir. “Matsy” sözcüğü Sanskritçe’de “balık” anlamına gelir. (362) İlginçtir ki Kürtçe’de de öyledir, “masi” şeklindedir. Kutsal kitabın “Matsya Purana” olan ismini Kürtçe’ye çevirdiğinizde “Masiya Purana” oluyor, yani ismi pek değişmiyor. Kutsal kitabın “Matsya Purana” (Purana Balığı) ismini taşımasının sebebi, burada bizdeki Nûh Tufanı’na benzer (veya belki de Nûh Tufanı’nın tâ kendisi) bir tufan hadisesinden bahsedilmesidir. Matsya, yarı insan yarı balık bir avatardır ve koruyucu Tanrı (Vişnu) tarafından ileride meydana gelecek olan büyük bir sel ve tufan nedeniyle uyarılır. Bunun üzerine Manu, Matsya’nın yardımıyla ailesini ve 7 bilgeyi tufanda güvenli bir bölgeye taşıyacak bir gemi inşâ eder. (363)
Batılı araştırmacılar, Hinduizm’deki yaratılan ilk insan olan “Manu” isminin, Zerdüştîlik dîninin kutsal kitabı Avesta’da geçen bir erkek ismi olan “Manus-čiθra”dan türemiş olduğunu söylüyorlar. (364) Nitekim Hinduizm inancının Sanskrit literatüründe “Soylu Yol” anlamına gelen “Arya Dharma” (आर्य धर्म) veya “Ezelî – Ebedî Dîn” anlamına gelen “Sanatana Dharma” (सनातन धर्म) isimleriyle geçtiğini, “Arya Dharma” ibaresinin Hinduizm’in etnik hüviyetini de ifade ettiğini, Arya Dharma’nın milâttan önce ikinci binin ortalarından itibaren Hindistan’a göç eden Aryanlar’ın (Ârîler) dîni olduğunu dikkate aldığımızda (365), bu düşünce pek de yabana atılır cinsten görünmüyor.
Bazı okurlarımız etimolojiye gereğinden fazla anlam yüklediğimizi ve kelimeleri çokça kurcaladığımızı düşünebilir. Fakat az bile incelediğimizi düşünüyorum. Kelimeler, isimler önemlidir. Hatırlatırım ki, sadece “İbrahim” (Abraham) ismiyle “Brahma” ismi arasındaki benzerlik konusunda bile kaleme alınmış onlarca kitap ve akademik makale bulunuyor.
Hindu dîninde yaratılan ilk erkek Manu iken, yaratılan ilk kadın da Şatarupa’dır. Hinduizm’in kutsal kitaplarından “Vişnu Purana”da Şatarupa’nın yaratılan ilk kadın olduğu şöyle anlatılır:
सृष्टि को जारी रखने के लिए, ब्रह्मा ने एक पुरुष और एक महिला को रूप दिया। पुरुष का नाम स्वायंभु मनु और स्त्री का नाम शतरूपा था। मनुष्य मनु के वंशज हैं, यही कारण है कि उन्हें मनु के नाम से जाना जाता है।
“Yaratılış devam etsin diye, Brahma bir erkek ve bir kadın yarattı. Erkek Manu’ydu ve kadın da Şatarupa olarak adlandırıldı. İnsanların ‘Manusya’ olarak bilinmelerinin nedeni budur.” (366)
Çoktanrılı bir dîn olan ve nerdeyse tanrıların sayısı kadar da çok kutsal kitabı bulunan Hinduizm’de, ilk erkek Manu ile ilk kadın Şatarupa’nın hikâyesi farklı farklı anlatılır. Aynı dînin bir kutsal kitabında bunlar karı – koca iken, başka bir kutsal kitabında Manu Şatarupa’nın babası, başka birinde de Şatarupa Manu’nun annesidir. Hele bazılarındaki anlatımları okuyunca, insan hakikaten hayret etmektedir. Meselâ “Brahma Purana”da, Tanrı’nın ilk kadın Şatarupa’yı yarattıktan sonra O’nunla spor yaptığı anlatılmaktadır. (367)
Hele hele “Matsya Purana”da bir anlatım var ki, insan okuyunca dehşete düşmektedir. Kutsal kitap “Matsya Purana”da anlatıldığına göre, Tanrı (Brahma), ilk kadın Şatarupa’yı yarattıktan sonra kendisine âşık olmuş. Tanrı kadını o kadar güzel yaratmış ki, yarattıktan sonra bu kulunu cinsel olarak arzulamış! Şatarupa’yı yarattıktan sonra Tanrı (Brahma) hemen deliye döndü ve gittiği her yerde O’nu takip etti. Şatarupa Brahma’nın bakışlarından kaçmak için çeşitli yönlere kaçtı ama nereye giderse gitsin, Brahma her dört yön için bir kafa yaratıp oraya yerleştirdi. Çaresiz kalan Şatarupa, ne yapsa Brahma’nın tacizinden kaçamıyordu. Sonra ne mi oluyor? Şaka gibi ama, Tanrı yarattığa kadına zorla sahip oluyor, yani O’na tecavüz ediyor. (368)
Durun, bitmedi. Devamı da var. Eh, ne de olsa “Hint filmi”, öyle hemen biter mi? Devamını isterseniz kutsal kitap “Matsya Purana”dan birlikte okuyalım:
ब्रह्मा ने अपनी कंपनी में जुनून के साथ, सतरूपा से शादी की और कमल के अंदर भोग में अपने दिन गुजारने लगे। उन्होंने सौ वर्षों तक सावित्री की संगति का आनंद लिया और लंबे समय के बाद उनके लिए मनु का जन्म हुआ।
“Brahma evreni yarattıktan sonra (yarattığı ilk kadın olan) Şatarupa ile evlendi ve günlerini nilüfer çiçeğinin içinde keyifle geçirdi. Uzun bir süre sonra Manu doğdu.” (369)
“Tanrı mesut etsin” diyeceğim ama, evlenen zaten Tanrı’nın kendisi…
Düşünün: Tanrı ilk kadını yaratıyor ve sonra O’na âşık oluyor. Kadın istemiyor ama. Tanrı taciz ediyor, kadın kaçıyor, Tanrı taciz ediyor, kadın kaçıyor. En sonunda, bütün bu kâinatı ve içindeki her şeyi yaratmış olan Tanrı, kendi yarattığı kuluna tecavüz ediyor! Kadın da mecburen O’nunla evlenmek zorunda kalıyor…
Bitmedi ama daha… Dedik ya, “Hint filmi”, öyle hemen biter mi?
Manu daha sonra annesi Şatarupa ile evleniyor. Bu ensest ilişkiden Priyavrata ve Uttanapada adlarında iki oğlu, Akuti, Devahuti ve Prasuti adlarında üç kızı oluyor. Biz insanlar bunların soyundanız. (370)
Sakın bu yazılanlara kızmayın ve eleştirmeyin ama, yoksa dînden çıkarsınız ve Cehennem’e gidersiniz. Çünkü kutsal metinlerin dediğine göre, “Kendi kızından zevk alma eğilimi gösterse de aşkın değeri küçültülmemelidir. Brahma (Tanrı)’nın böyle bir eğilim sergilemesinin bir amacı ve hikmeti var ve Yüce Yaratan sıradan bir canlı varlık gibi kınanmamalıdır.” (371)
Nokta. Bunu söyledikleri zaman mesele kapanıyor zaten ve bundan sonra söyleyeceğiniz her söz mahkeme-i kübrada aleyhinize delil olarak kullanılacaktır. Orda derdinizi Kübra Hanım’a anlatırsınız artık…
Ayrıca Şatarupa’nın iki oğlu Priyavrata ve Uttanapada da kendi kızkardeşlerine ilgi duymuşlar ve Tanrı (Brahma) bunda hiçbir sorun görmeyip “Size helâldir” buyurmuş. (372)
Yukarıda, kutsal kitap “Matsna Purana”da tufan hadisesinden bahsedildiğini söylemiştik. İnsan nesli bu büyük tufan ile yok olur. Tufan sırasında tüm canlılar boğuldu. Bu tufandan sadece Manu ve Şatarupa ailesi ile 7 bilge insan sağ kurtuldular. (373) Gemi Himalaya Dağları’na oturmuş, tüm insanlık da gemiden kurtulanların soyundan çoğalmaya devam etmiştir. (374)
İtiraf edeyim, ilk defa gemi Kürdistan dağlarına oturmamış olduğu için sevindim…
■ AYYAVAJİ İNANCINA GÖRE İLK İNSANLAR
Hinduizm’in bir mezhebi olarak Hindistan’ın güneyinde ortaya çıkıp özellikle Sri Lanka (Seylan) ada ülkesindeki Tamil halkının imân ettiği, ancak Tamilce kutsal kitabı “Akilathirattu Ammanai” (அகிலத்திரட்டு அம்மானை) ve onun eki “Arul Nool” (அருள் நோல்)’un “Hinduizm dîninden büyük ölçüde farklı” öğretileri nedeniyle nerdeyse apayrı bir dîn haline gelen Ayyavaji inancına göre, sözkonusu tufan neticesinde o soy tümden helak olmuş, yani dünyada insan kalmamış, Tanrı (Vişnu) yeni bir çift insan yaratmış, insanlık bu yeni yaratılan iki insanla yeniden hayata başlamıştır. İlk yaratılan erkek Kaliyan, ilk yaratılan kadın Kaliçxi’dir. Bu ikisi evlenmiş, bütün insanlık da bunların soyundan türemiştir. (375)
■ BUDİZM İNANCINA GÖRE İLK İNSANLAR
Aslında yine M. Ö. 6. yy’da Hindistan topraklarında doğmuş bir dîn olan ve fakat bugün daha çok daha doğudaki ülkelerde, Çin, Moğolistan, Tayland, Myanmar (Burma), Kamboçya, Laos, Vietnam, Bhutan, Tayvan, Kore, Singapur gibi ülkelerde yaygın olan Budacılık (Budizm) dîninde insanın yaratılışıyla ilgili herhangi bir öğreti yoktur. Esasında Budizm’de âhiret hayatı hatta Tanrı ile ilgili bir vurgu da yoktur. Ancak Buda’nın Tanrı’yı inkâr ettiğine dair bir söz de nakledilmemiştir. Hindu dîn adamları (Brahmanlar) bu yüzden Budizm’i “küfür” olarak saymışlardır. Budizm’in “dîn” mi yoksa “felsefe” mi olarak görüleceği konusu bile teolog ve düşünürler arasında tartışma konusu olmuştur. (376)
Budizm’in kurucusu Gautama Buda (M. Ö. 563 – M. Ö 483), herhangi bir kitap bırakmamıştır. Budizm’de, “Pali” metninde geçen ve “tri-ratna” (üç cevher) denilen imân ikrarı, “Buda’ya sığınırım”, “Dhammaya (doktrin) sığınırım”, “Sangha’ya sığınırım” şeklinde ifade edilir. “Suttalar”dan birinde, Buda’nın, “Kim ki sımsıkı üç cevherin faziletlerine güvenirse o karşıya geçmek üzere nehre girer (sotapanna), yani aydınlanmaya kavuşma ve Nirvana’ya ulaşmaya namzet olur” dediği anlatılır. Bu üç esastan birini kabul etmeyen Budist olamaz. (377)
Bir de ilginç bir “genel kültür bilgisi” sunalım; gene etimoloji: İslamî kaynaklarda Buda’dan bahsedilirken “Budd”, Budistler’den bahsedilirken “Budasef” denilerek bahsedilmiştir. Bugün kullandığımız “put” kelimesi buradan gelmektedir. (378) Mâlumunuz olduğu üzere, Arapça’da “p” harfi yoktur ve “bud” şeklindedir.
Bugün özellikle gelişmiş Avrupa toplumlarında, medya, sinema ve akademisyenler tarafından, Budizm’in çok barışçıl ve hoşgörülü bir dîn olduğu yönünde bir imaj oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bunu neden yaptıklarını bilmiyorum, çünkü bunu yapanların dînî bir hayatları hatta kaygıları hiç yok, o yüzden anlam vermek zor, fakat Avrupa toplumlarının büyük bir kısmını buna inandırmayı başarmışlardır. Fakat ben Budizm’in nasıl bir “barış ve hoşgörü dîni” olduğunu ve Budistler’in de nasıl birer “sevgi pıtırcıkları” olduklarını Arakan (Rohingya) topraklarında bizzat kendi gözlerimle gördüğüm için (379), beni bu propagandalarla kandıramıyorlar.
■ TENGRİCİLİK İNANCINA GÖRE İLK İNSANLAR
Türkistan’dayız…
Orta Asya’daki Türk ve Moğol topluluklarının, şimdiki dînlerine geçmeden önceki eski kadim dîni olan Tengricilik, çoktanrılı bir dîn olup Şamanist bir inanç biçimidir. Daha sonra, özellikle Türkler’in batıya doğru göçü neticesinde, Doğu Avrupa topraklarına kadar gelen Türk boylarının Hristiyanlık’ı, Hazarlar ve Karaylar gibi küçük toplulukların Musevîlik’i, Ortaçağ’da Uygur topraklarına (Şarqî Türkistan) kadar yayılan Manicilik (Maniheizm)’i, 10. yy’dan itibaren ise Türkî kavimlerin büyük çoğunluğunun İslam’ı, bununla birlikte Moğolistan’daki Moğol kavminin de Çinli Budistler’in etkisiyle Budizm’i seçmesiyle beraber kadim Tengricilik inancı gerilemeye başlamış ve bugün artık nerdeyse unutulmaya yüz tutmuş bu dîn Orta Asya’da yalnızca küçük bir Türk unsuru arasında yaşayan nostaljik bir inanç durumuna düşmüştür. Fakat bütün bu sonradan tanıştığı dînlerden yalnızca Türkler değil, Tengricilik’in kendisi de etkilenmiş, onlardan öğelerin bu dînin içine girmesiyle Tengricilik de zaman içinde kimi değişikliklere uğramıştır. (380)
Moğol mitolojisinin bir ürünü olan çoktanrılı Tengricilik inancında, Tanrılar, yaratıcı ve yönetici güçlerin kimliğine bürünürler. Antropomorfize edilmiş olsalar bile, Tanrılar’ın nitelikleri her zaman önplandadır. Pekçok Tanrı, insanlar arasında seyahat eden veya Tanrılar arasında yerleşimleri olan rûhlar olarak düşünülebilir. İye, belirli doğal unsurlardan sorumlu koruyucu rûhlardır. Çok sayıda oldukları için genellikle kişisel özelliklerden yoksundurlar. Çoğu varlık Tanrı veya İye olarak tanımlanabilse de, Çor ve Abasi gibi başka varlıklar da vardır. (381)
Nerdeyse Hindu inancındakilere yakın birçok Tanrı bulunan Tengricilik’te, dînin isminden de anlaşılacağı üzere Baştanrı’nın ismi Tengri’dir ve Kök Tengri (Gök Tengri) olarak da anılır. Bugünkü “Tanrı” isminin de kökeni olan “Tengri” (), takriben 8. yy’ın başlarında yazılmış ve 1889 yılında Moğolistan’daki Orhun Vadisi’nde bulunan (382) “Orhun Yazıtları” (Köktürk Yazıtları; Göktürk Yazıtları)’nda çözülebilen ilk kelime olmuştur. (383) “Orhun Yazıtları” şu sözlerle başlar:
: : : : : : : : : : : —-: —-: : : : : : :: : —-: : —-
“Tanrı dek Tanrı yaratmış Türk Bilge Kağan[ı]; Savım: kangım Türk Bilge —-nda al—-tı sir, Dokuz Oğuz, yeğ Ediz Kerekü’lü beğleri, bodunu, —-Türk Tanrı[sı]—-” (384)
Eski Türkler’de Cennet, “Uçmak” kelimesiyle ifade edilmiştir. “Orhun Yazıtları”nda ölüm, “uçmak”, “uçup gitmek” olarak anlatılmıştır. Bu ifade, “Babam kağan uçup gitti” şeklinde geçmektedir. Cehennem’e de “Tamuğ” denilmiştir. Tamuğ’a günahkâr rûhların girecekleri vurgulanmıştır. Bu günahkâr ve kötü rûhların oradan bu dünyadaki insanlara uğursuzluk, hastalık, ölüm, fakirlik ve hayvan hastalığı gibi belaları gönderdiklerine inanılmaktadır. (385)
Tengricilik inancında, Tanrı (Tengri) tarafından yaratılan ilk insan Törüngey’dir. Karısının ismi Eje (Ece)’dir. Yaratılan ilk kadın olan “Eje” (Ece)’nin ismi Moğolca bir kelime olup “Anne” demektir. Törüngey, yeryüzünde yaratılan ilk kişidir. İnsanların atasıdır. Gökte yaşamaktadır. Ne bir ulusa ne de bir boya (kabileye) sahiptir. İlk önceleri eşi de yoktur. Sonradan yeryüzüne gönderilmiştir. Yeryüzüne gönderilirken Ulu Kayın (veya Ulu Ata) tarafından kendisine su, ateş ve demir verilmiştir. 50 kapılı, 40 pencereli, çatısı 30 kirişli bir evi vardır. Öküzleri tarla sürmede kullanan kişidir. Köten (saban) sürmeyi bulan kişi de O’dur. Kımızı bulan da O’dur. Kımız içme töreni O’na aittir. Bazen göklerden mi indiği yerden mi çıktığı belli olmayan kişi olarak betimlenir. Bazen de gökten düştüğü söylenir. Ateşi elde etmiştir. Ve kendisi yurdundan kovulur; bu durum semavî dînlerdeki “kovulma motifi”yle de bağlantılıdır. Daha sonra İslam, Hristiyanlık ve Musevîlik’in etkisiyle yer eden çamurdan yaratıldığı inancı yerleşmiştir. (386)
Tengri (Tanrı), önce yedi kat göğü, sonra yedi kat yeri yaratmıştır. Sonra kendisine hizmet eden rûhları yaratmış, onlara vazifeler vermiştir. Bu rûhların istifade etmesi için büyük bir ağaç bulunmaktadır. Bu ağaçta 9 büyük dal bulunur. Bu dallardan beş tanesinden istifade edilebilirken dört tanesi yasaklıdır. Tengri’nin bu kuralına tüm rûhlar uymuştur ancak Törüngey ve Ece adındaki iki rûh bu kuralı çiğnemiştir. Güçlü meleklerden biri olan Erlik (= Şeytan), Törüngey ve Ece’ye bu dallardan istifade etmenin artık mümkün olduğunu ve yasak olmadığını söyleyerek onları kandırmış, Törüngey ve Ece de Erlik’e inanarak bu dallara tenezzül etmiştir. Bunu öğrenen Tengri önce Erlik’i cezalandırarak O’nu gökten kovmuş ve yedi kat olarak yarattığı yeryüzünün en alt katına göndermiştir. Burası yerin yedi kat altıdır ve ateşler içindedir. Tüm kötü rûhlar artık buraya gönderilecektir. Erlik de artık burada hüküm sürecektir. Erlik’in kandırdığı Ece’nin cezası doğurganlıktır. Tengri O’nu kadın yapmıştır ve artık neslini doğurarak çoğaltacaktır. Diğer suçlu Törüngey ise Ece’nin doğuracağı tüm insanların sorumluluğunu alacak, onları eğitecek, yetiştirecek ve neslini çoğaltacaktır. (387)
Dünyadaki tüm dînlerde ve dünya üzerindeki bütün kültürlerde kutsanan, yücelik atfedilen “annelik” ve “babalık” vasıflarının, ilginç bir şekilde, Türkler’deki Tengricilik inancında Tanrı’nın işlediği günâhlardan dolayı insanlara verdiği bir ceza olduğunu görmekteyiz.
■ TAOİZM VE KONFÜÇYÜSÇÜLÜK İNANCINA GÖRE İLK İNSANLAR
Çin’deyiz…
“Kadim Çin dîni” veya “Çin halk dîni”, Çin diasporası da dahil olmak üzere Çin mirasına sahip kişilerin genel olarak “dîn” olarak adlandırılan alanlardaki uygulamalarının çeşitliliğini tanımlamak için kullanılan çok yönlü bir terim. Ancak “Çin halk dîni” terimi Çin’de kullanılmaz. Sonradan ortaya çıkan Budizm, Taoizm ve Konfüçyüsçülük (Konfüçyanizm) dînlerinin tamamının kökeni bu mitoloji sayılabilir. (388) Bu dîn, doğanın ve ataların güçlerine saygı gösterilmesini, şeytanî güçlerin çıkarılıp atılmasını ve doğanın rasyonel düzenine, evrendeki dengeye ve insanlardan ve onların yöneticilerinden etkilenebilecek gerçekliğe olan inancı içermekte. (389) İbadet, insan davranışlarının tanrıları veya soyların ataları olabilen çok sayıda Tanrı ve “şén” (神) olarak isimlendirilen ölümsüzlere adanmıştır. Bu Tanrılar’ın bazılarıyla ilgili hikâyeler Çin mitolojisinin gövdesinde toplanırlar. 11. yy’da bu uygulamalar, Budistler’in “karma” (kişinin kendi yaptığı) ve “yeniden doğuş” fikirleri ile Tanrılar’ın hiyerarşileri hakkındaki Taocu öğretilerle harmanlandı ve günümüze kadar birçok yönden devam eden popüler dînî sistemi oluşturdu. (390) 1950’lerden beri, Çin halk dîni “Şénizm” olarak anılır. (391) Bu bağlamda “şén”, bir “rûh” veya “Tanrı” anlamına gelir. “Şénizm” ise tam olarak “Tanrıların ve ölümsüzlerin dîni” demektir. (392)
Eski Çin dînlerinin çeşitli kaynakları, yerel biçimleri, kurucu geçmişleri, ritüelleri ve felsefî gelenekleri vardır. Bu çeşitliliğe rağmen, dört teolojik, kozmolojik ve ahlakî kavram olarak özetlenebilecek ortak bir çekirdek vardır: “Tian” (天) yani “Cennet”, ahlakî anlamın aşkın kaynağı olan “qi” (氣), evreni canlandıran nefes veya enerji olan “jingzu” (敬祖) ve atalara saygıyı öğütleyen “bao ying” (報應). (393) Bununla birlikte kader ve anlamla ilgili iki geleneksel kavramla birlikte, kişisel kaderi ifade eden “ming yun” (命運) ve kader tesadüfü yani iyi ve kötü şansı ifade eden “yuan fen” (緣分) inancı hâkimdir. (394)
Karşıt güçler olan “Yin ve Yang” (陰陽)’ı içeren bir kozmik yumurta, zamansız boşlukta yüzer. Bu, dengede tutulan evrenin düzenini tanımlayan kutupluluktur. (395)
Resmîleştirilmiş doktrinel ritüeller veya felsefî gelenekler olan Konfüçyüsçülük ve Taoizm, hem Çin dîninin daha geniş kategorisine gömülü olarak hem de ayrı dînler olarak düşünülebilir. Aslında kişi belirli halk kültlerini uygulayabilir ve felsefî bir çerçeve olarak Konfüçyüsçülük’ün ilkelerini benimseyebilir, Konfüçyüsçü teoloji Tanrılar’a ve atalara tapınma yoluyla ahlakî düzeni korumayı öğretir (396), bu da Tian’a bağlanmanın ve Tanrı’ya uyanmanın yoludur. (397) Zirâ Konfüçyüsçülük’ün kendisi, hiyerarşiye ve atalara ait ritüellere yaptığı vurguyla, Şang Hanedanı’nın Şamanist söyleminden türetilmiştir. Konfüçyüsçülük’ün yaptığı, eski Şamanizm’in “işlevsiz” özelliklerini marjinalleştirmek oldu. Bununla birlikte, Şaman gelenekleri halk dîni içinde kesintisiz devam etti ve Taoculuk içinde kesin ve işlevsel biçimler buldu. (398)
Çin dînleri çoktanrılıdır. Tanrılar ve ölümsüzler, ilahiyatın hiyerarşik, çok perspektifli bir deneyimini yansıtır. (399) Bu dînlerde inanç, ilahîliğin dünyanın kendisine içkin olduğu bir dünya görüşüdür. Tanrılar, Cennet’in yolunu ortaya çıkaran ya da yeniden üreten fenomenleri oluşturan iç içe geçmiş enerjiler ya da ilkelerdir. (400)
Çin geleneğinde Tanrılar ve onların fiziksel bedenleri (yıldızlardan ağaçlara ve hayvanlara) arasında net bir ayrım yoktur. İkisi arasındaki niteliksel farklılık hiç vurgulanmamış gibi görünüyor. Aksine, eşitsizliğin nitel olmaktan çok nicel olduğu söylenmektedir. Böylece tüm doğal cisimlerin evrensel birliğe göre hareket ederek doğaüstü nitelikler kazanabileceklerine inanılır. (401) Bu arada kötü davranmak (yani Tian’a ve O’nun düzenine karşı) rezillik ve felâket getirir. (402) Çin inancında Tanrılar ve ölümsüz atalar birbirinden ayırt edilmezler. (403)
Konfüçyüs (M. Ö. 551 – M. Ö. 479)’ün dört kitabından biri olan “Ortalama Doktrini” (中庸)’nde, “jenren” (bilge), gerçek samimi doğasını geliştirerek manevî bir statüye ulaşan adamdır. Bu statü, sırayla diğerlerinin ve herşeyin gerçek doğasını tam olarak geliştirmesini sağlar. Bilge, onlarla bir üçlü güç oluşturarak “Cennet ve Yer”in dönüşme ve beslenme sürecine yardımcı olabilir. (404) Başka bir deyişle, Çin geleneğinde insanlar Cennet ve Dünya arasındaki aracıdır veya olabilir ve başlatılmış olanı tamamlama rolüne sahiptir.
Özellikle Taocu okullar, dünyevî varlıkları sonsuzluğun kıyısına iten açık bir manevî yolu benimser. İnsan vücûdu, tüm kozmos gibi evrensel “yin” ve “yang” düzeniyle hayat bulan bir mikro kozmos olduğundan, ölümsüzlüğün araçları kendi içinde bulunabilir. (405)
Çin dînlerinde “yaratılış” ve “insanın kökeni” şu şekildedir:
Başlangıçta hiçbir şey yoktu. Evren dualitesiz, özelliksiz, biçimsiz ilkel bir durumdaydı. Bu ilkel durum, yaklaşık 18.000 yıl boyunca kozmik bir yumurtaya dönüştü. Bu kuluçka sürecinden sonra, içinde “yin” ve “yang”ın tamamen zıt ilkeleri dengelendi ve ilk varlık olan Pan-Gu (盤古) yumurtadan çıktı (ya da uyandı). (406)
Pan-Gu, 18.000 yıl boyunca her gün 300 cm büyüyerek gökyüzünü de genişletti. 18.000 yıl geçtikten sonra Pan-Gu nefes aldı. Nefesi rüzgâr, sis ve bulut oldu. O’nun sesi gök gürültüsünü, sol gözü Güneş’i, sağ gözü Ay’ı, başı Dünya’nın dağlarını ve uçlarını, kanı nehirleri, kasları verimli toprağı, sakalı yıldızları ve Samanyolu’nu, kürkü çalıları ve ormanları, kemikleri değerli mineralleri, kemik iliği değerli mücevherleri, teri yağmuru ve rüzgârın kürkünde taşıdığı pireler de hayvanları meydana getirdi. Pan-Gu’ya bu görevinde en önde gelen dört canavar, yani kaplumbağa, qilin, anka kuşu ve ejderha da yardım ettiler. Kısımların yeniden oluşmasından korkan Pan-Gu, dünyanın üzerinde durup göğü havaya kaldırdı. (407)
Pan-Gu daha sonra ayağa kalktıktan sonra öldü (veya fedakârlık ederek kendisini öldürdü) ve O’nun vücûdundan başka bir varlık, Huaxu (华胥) meydana geldi. Huaxu, ikiz olan bir erkek ve bir kız doğurdu. Kızın adı Nüwa (女媧), erkeğin adı Fuxi (伏羲). Fuxi ve Nüwa, başları insan ve gövdeleri yılan olan varlıklar idiler. Biri erkek bir kadın olan bu iki kardeş, ilk insanlardırlar, tüm insanlığın ana/atasıdırlar. (408)
Nüwa, erken Çin mitolojisinde, dünyanın yaratılmasından sonra insan ırkının Yaratıcı Tanrıça’sıdır. İnsanlığı yaratmak ve Cennet Sütûnu’nu onarmakla tanınır. (409) İsmi “Nüwa”, kelime olarak “Dişi”, “Aydınlanmış”, “Sevimli” gibi anlamlara gelmektedir. (410)
Kardeşi “Fuxi”nin adı ise “İnsan atası” demektir. Fuxi, Sarı Nehir’in alt orta kesimlerinde, Çengji adlı yerde (muhtemelen bugünkü Çin’in Şaanxi Şéng eyaletindeki Lantian kenti veya Gansu Şéng eyaletindeki Tianşui kenti) doğmuştur. (411)
Nüwa, orijinal kusurlu Cennet’i beş renkli taş kullanarak onardı ve gökyüzünü tutmak için payanda olarak kullanmak amacıyla bir kaplumbağanın bacaklarını kesti. (412)
Tanrı insanları anaerkil (kadınegemen) bir fıtrat üzere yaratmıştı. Pan-Gu’nun yok oluşundan meydana gelen Huaxu, ilk insanları anaerkil doğurmuştu. İlk kadın Nüwa, kendi öz kardeşi olan ilk erkek Fuxi ile evlenerek “evlilik” müessesesini başlattı. (413) Fuxi, babası olduğu insanlara yemek yapmayı, ağlarla balık tutmayı ve kemik, tahta veya bambudan yapılmış silahlarla avlanmayı öğretti. Bu olay Çin dînî metinlerinden “Bai Hu Tong” (白虎通德論)’da şöyle anlatılır:
古之時未有三綱、六紀,民人但知其母,不知其父,能覆前而不能覆後,臥之言去言去,起之吁吁,饑即求食,飽即棄余,茹毛飲血而衣皮葦。於是伏羲仰觀象於天,俯察法於地,因夫婦正五行,始定人道,畫八卦以治下。
“Başlangıçta henüz ahlakî ve sosyal bir düzen yoktu. Erkekler babalarını değil, sadece annelerini tanırdı. Acıktıklarında yiyecek aradılar, tatmin olduklarında kalıntıları attılar. Derilerini ve saçlarını yediler, kan içtiler ve deri ve sazlıklara büründüler. Sonra Fuxi geldi yukarı baktı ve göklerdeki görüntüleri seyretti, aşağıya baktı ve yeryüzündeki olayları düşündü. Karı – kocayı birleştirdi, değişimin beş aşamasını düzenledi ve insanlığın yasalarını ortaya koydu. Dünya üzerinde hâkimiyet kazanmak için sekiz trigramı tasarladı.” (414)
Fuxi, yazı yazma sanatını Sarıdeniz kıyısındaki bir ejderhadan öğrendi. Kimi çağdaş figüristler, Fuxi’yi Tevrat’taki Enox yani Kur’ân’daki Hz. İdris (as) ile ilişkilendirirler. (415)
İlk kadın Nüwa, evlilik müessesesini icad eden kişi olarak Çin toplumunda büyük saygı ve itibar görmektedir. (416)
İki kardeş, evlenmeden önce Kunlun Dağları’nda yaşıyorlardı (Asya’daki en büyük dağ zincirlerinden biridir; yaklaşık 3000 km uzunluğunda olup Tibet Platosu’nun kuzey ucunu oluşturur). Karı – koca olmaktan bahsettiler ama utandılar. İkili birbirlerine âşık olduktan sonra Kunlun Dağları’nın zirvesine çıkıp şu dûâyı ettiler:
“Tanrım! Eğer bizi karı- koca yapacaksan, o zaman bütün puslu buharı topla. Değilse, bütün puslu buharı dağıt.” (417)
Bunun üzerine puslu buhar hemen toplandı. Nüwa ve Fuxi iki ayrı ateş yığını kurdular ve sonunda ateş tek oldu. Ateşin altında karı – koca olmaya karar verdiler. Kız kardeşi, erkek kardeşiyle yakınlaştığında, yüzlerini perdelemek amacıyla bir yelpaze yapmak için biraz ot ördüler. (418) Bu inancın bir yansıması olarak, bugün bile Çin’de bir kızla bir erkek evlendiğinde, uzun zaman önce olanların bir sembolü olan bir yelpaze tutuyorlar. (419)
Nüwa, insanlığı zamanla daha da yoğunlaşan yalnızlığı nedeniyle yarattı. Sarı toprağı veya sarı kili kalıplayarak insan şekline soktu. Ama kil yeterince güçlü değildi, bu yüzden bedenleri dikleştirmek için kile ipler koydu. Bu bireyler daha sonra toplumun zengin soyluları oldular, çünkü Nüwa’nın kendi elleriyle yaratılmışlardı. Bununla birlikte insanlığın çoğunluğu, Nüwa onları seri üretmek için çamurun üzerinde ipi sürüklediğinde yaratıldı, çünkü her insanı elle yaratmak çok zaman ve enerji tüketiyordu. Nüwa onlara hayat ve çocuk doğurma yeteneği verdi. (420)
Nüwa yarattığı insanlara acıdı ve gökyüzünü onarmaya çalıştı. Nehir yatağından beş renkli taş (kırmızı, sarı, mavi, siyah ve beyaz) topladı, eritti ve gökyüzünü onarmak için kullandı. O zamandan beri gökyüzü rengârenktir. Sonra dev bir kaplumbağa öldürdü; yaratığın dört bacağını gökyüzünü desteklemek için yeni sütûnlar olarak kullanmak üzere kesti. Ama Nüwa bunu mükemmel yapmadı, çünkü bacakların eşit olmayan uzunluğu gökyüzünü eğdi. İş bittikten sonra vahşî hayvanları kovdu, ateşi söndürdü ve yanan sazlardan büyük miktarda külle gelgiti kontrol etti. Dünya barışçıl hale geldi. (421)
Fuxi’nin toplam 197 yıl yaşadığına ve Çen adlı bir yerde (bugünkü Hénág Şéng eyaletinin Huaiyang kenti) öldüğüne inanılıyor. (422) Bugün hâlâ burada kendisine ait bir anıt ve ziyaret mekânı bulunuyor. (423)
Cizvit misyoner Martino Martini (1614 – 61)’nin 17. yy’da yaptığı hesaplamalara göre, Fuxi, M. Ö. 2952 – M. Ö. 2838 yılları arasında yaşamıştır. (424) O’nun dünyaya egemenliğini M. Ö. 2852 – M. Ö. 2738 yıllarına tarihleyenler de vardır. (425) İskoç Sinolog ve mütercim James Legge (1815 – 97) ise Fuxi’nin doğum tarihini M. Ö. 3322 olarak verir. (426)
Japonya’dayız…
– devam edecek –