Bilimsel Veriler, Arkeolojik Bulgular, Antik Tabletler ve Tüm Kutsal Kitaplar Işığında Objektif ve Gerçek Peygamberler Tarihi | Kürdistanlı Peygamberler – 7

Yayınlama: 09.06.2021
0
A+
A-

 ■ ANTİK YUNAN İNANCINA GÖRE İLK İNSANLAR

Yunanistan’dayız…

İranlı büyük sosyolog ve düşünür Ali Şeriatî (1933 – 77), bir başyapıt durumundaki “Medeniyet ve Modernizm” adlı kitabında, “Yunan Medeniyeti’ni Kürdistan’dan Yunanistan’a giden Kürtler kurmuştur” demektedir. (727)

Eski Yunan Dînî’nin inançlarını yansıtan eski Yunan mitolojisi, eski Yunanlar tarafından anlatılan mitlerin gövdesi ve bir Antik Yunan folkloru türüdür. Bu hikâyeler dünyanın kökeni ve doğası, Tanrılar’ın, kahramanların ve mitolojik yaratıkların yaşamları ve faaliyetleri, eski Yunanlar’ın kendi kült ve ritüel uygulamalarının kökenleri ve önemi ile ilgilidir. Modern bilim insanları, Antik Yunanistan’ın dînî ve politik kurumlarına ışık tutmak ve mit yaratmanın doğasını daha iyi anlamak için mitleri inceler. (728)

Yunan mitolojisi hakkındaki bilgilerimiz, eski Yunan sözlü edebiyatının yazılı hallerine, eski Yunan edebiyatına ve M. Ö. 900 – M. Ö. 800 yıllarını kapsayan geometrik dönemden kalma görsel medyadaki temsillere dayanıyor. Tarihçiler, mitoloji hakkında daha ayrıntılı bilgi almak için o dönemin sanatındaki ipuçlarını bile toplar. (729) Aslında edebî ve arkeolojik kaynaklar bütünleşir; bazen birbirini destekler bazen de çatışır. Bununla birlikte, birçok durumda bu veri külliyatının varlığı, Yunan mitolojisinin birçok unsurunun güçlü olgusal ve tarihsel köklere sahip olduğunun güçlü bir göstergesi olarak kabul edilir. (730)

Mitolojik anlatım, Yunan edebiyatının hemen hemen her türünde önemli bir rol oynar. Yunan ve Roma bakış açısına göre zaten şiirsel kurgunun karakteristiğiydi. Klasik döneme kadar destan, koro şiiri ve trajedi mistik konuların işlendiği türler tercih edilmiş, Helenizm’den itibaren koleksiyonlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bununla birlikte, Antik Yunan döneminden günümüze kalan tek genel mitografik el kitabı, “Pseudo – Apollódoro Kütüphanesi” (Βιβλιοθήκη Ψευδο – Απολλόδωρος)’dir. Bu eser, şairlerin çelişkili hikâyelerini uzlaştırmaya çalışmakta ve geleneksel Yunan mitolojisi ile kahramanlık efsanelerinin büyük bir özetini sunmaktadır. (731) Atinalı Apollódoros (M. Ö. 180 – M. Ö. 110) bu konuların birçoğu üzerine yazmıştı. Yazdıkları, şairlerin çelişkili masallarını uzlaştırmaya çalışır ve geleneksel Yunan mitolojisinin ve kahraman efsanelerinin kapsamlı bir özetini sunar. (732) Yazdıkları, “Kütüphane”nin  temelini oluşturmuş olabilir. Bununla birlikte, “Kütüphane”, O’nun ölümünden çok sonra meydana gelen olayları da anlatır. (733)

Yunan mitleri başlangıçta büyük olasılıkla M. Ö. 18. yy’dan başlayarak Minos ve Miken şarkıcıları tarafından sözlü – şiirsel bir gelenek içinde yayıldı. (734) Sonunda Truva Savaşı (M. Ö. 1194 – M. Ö. 1184) ve sonrasındaki kahramanların mitleri ve sözlü geleneği, Omiros (? – ?)’un epik şiirleri “İliáda” (Ιλιάδα) ve “Odússeia” (Οδύσσεια)’nın bir parçası haline geldi. (735) Geleneksel adına rağmen “Omirik İlahîler” (Ομηρικοί Ύμνοι)’in Omiris ile doğrudan bağlantısı yoktur. Bunlar lirik çağın önceki bölümlerinden gelen koro ilahîleridir. (736)

Hsíodos (? – ?)“Teoğonía” (Θεογονία) adlı eserinde, dünyanın yaratılışıyla uğraşan en eski Yunan mitlerinin en kapsamlı açıklamasını yapar. Tanrılar’ın, titanların ve devlerin kökenini, aynı zamanda soykütüklerini, hikâyelerini ve etiolojik mitlerini ayrıntılı bir şekilde anlatır. (737) Hsíodos’un “Erğa ke İmérai” (İşler ve Günler) adlı eseri ise, tarım hayatı hakkında öğretici bir şiir olmasının yanısıra PromitéasPandóra ve 5 Çağlar olarak da adlandırılan Soylar (Devler) Çağı efsanelerini de kapsar ve dünyanın doğuşunu, ilahî hükümdarların birbirlerini takip etmesini, insan çağlarının birbirini takip etmesini, insan sıkıntılarının kökenini ve kurban uygulamalarının kökenini içerir. (738)

Lirik şairler genellikle konularını mitlerden aldılar, ancak gelişimleri kademeli olarak daha az anlatılı ve daha imâlı hale gelmiştir. Simonídis o Keíos (M. Ö. 556 – M. Ö. 469)Píndaros (M. Ö. 522 – M. Ö. 443) ve Baxulídis (M. Ö. 518 – M. Ö. 452) gibi Yunan lirik şairleri ve Teókritos (M. Ö. 315 – M. Ö. 260) ve Bíon o Smurnaios (M. Ö. 120 – M. Ö. 57) gibi pastoral şairler, bireysel mitolojik olaylarla ilgiliydiler. (739) Buna ek olarak, mitoloji klasik Atinalı dramanın merkeziydi. Tragedya türündeki oyun yazarları Aixúlos (M. Ö. 525 – M. Ö. 456)Sofoklís (M. Ö. 496 – M. Ö. 406) ve Euripídis (M. Ö. 480 – M. Ö. 406), eserlerinin çoğunu kahramanlardan ve Truva Savaşı’nın efsanelerinden aldı. Büyük tragedya öykülerinin birçoğu, bu oyunlar ile klasik halini aldı. Komedya oyun yazarı Aristofánis (M. Ö. 445 – M. Ö. 386)“Ornites” (Kuşlar) ve “Vátrahoi” (Kurbağalar) adlı oyunlarında efsaneleri kullandı. (740)

Tarihçiler Herodot (M. Ö. 484 – M. Ö. 425) ve Diódoros Sikeliótis (M. Ö. 90 – M. Ö. 30) ile coğrafyacılar Strávon (M. Ö. 64 – M. S. 24) ve Pausanías (110 – 80), Yunan dünyasında dolaşarak ve duydukları hikâyeleri kaydederek, birçok yerel mitoloji ve efsaneleri genellikle az bilinen alternatif versiyonlar vererek sundular. (741) Özellikle Herodot, çeşitli gelenekleri araştırdı ve Yunanistan ile Doğu dünyası arasındaki çatışmalarda tarihî ya da mitolojik kökenleri buldu. Herodot, kökeni ve farklı kültürel kavramların harmanlanmasını bağdaştırmaya çalıştı. (742)

Eski Yunan Dîni, gökyüzü, şimşek, nehir, deniz, ateş, rüzgâr gibi tabiat elementlerinin ilahî nitelikler kazandığı, Tanrılar’ın sevgisini dûâlarla kazanmaya, öfkesini ise kurbanlarla yatıştırmaya çalışan bir “tabiat dîni” olup, Yunan söylencelerinin çok azı tarihsel döneme dayanmakta, büyük çoğunluğu Yunan Uygarlığı’nın köklerine dek inmektedir. M. Ö. 8. yy’dan başlayarak yazıya geçirilen bu kadim söylenceler, kamu hayatını derinden etkilemiş, M. Ö. 5. yy’a gelindiğinde tüm festivallerde epik destanların anlatılması gelenek haline dönüşmüştür. (743)

Eski Yunan Dînî’ne göre “evrenin ve dünyanın yaratılışı” şu şekildedir:

Başlangıçta sadece Xáos (= Sonsuz Boşluk) vardı. Bu boşluktan ilkin Toprak Tanrıçası Gaía doğar (önce “toprak biçiminde”, daha sonra “insan biçiminde”), sonrasında “Abussos” (= Ölüler Ülkesi)’un en derin yerinden Yeraltı Tanrısı Tártaraos, daha sonra Aşk ve Seks Tanrısı Eros (bazı kaynaklara göre Afrodíti’nin oğlu) ortaya çıkarlar. Sonra da yeraltı karanlığını simgeleyen Erebos ve yeryüzü karanlığını simgeleyen Nuks (= Gece) doğarlar. (744)

Günümüzde kullandığımız “kaos” kelimesi Eski Yunan Dîni’ndeki henüz hiçbir şey yokken var olan sonsuz boşluk Xáos’tan, günümüzde kullandığımız “geo” (coğrafya) kelimesi Toprak Tanrıçası Gaía’dan, günümüzde kullandığımız “erotik” kelimesi de Aşk ve Seks Tanrısı Eros’tan gelmektedir.

Düzensiz boşluktan çıktıktan sonra Gaía bir başına Ouranós (= Gök)Póntos (= Deniz) ve Ourea (= Dağlar)’yı doğurur. Ardından kendi oğulları Ouranós ve Póntos ile birleşir ve yaratılan evreni tanrısal varlıklar ile doldurur. (745) Annesi Gaía ile Póntos’un birleşiminden Deniz Tanrıları ve Tanrıçaları oluştu. Gaía, ilkin Ouranós ile birleşti. Bu birleşmeden 6 erkek (OkeanósKoíosKreíosUperíonİapetósKrónos) ve 6 dişi (TeíaRéaTémisFoíviTitúsMnimosúni) olmak üzere 12 titan doğdular. (746) Sonra Tanrılar’a benzeyen 3 kiklop doğdu. Bunlar; Brontís (= Gökgürültüsü)Steropís (= Şimşek) ve Argís (= Yıldırım)’tir. Sonrasında 100 kollu olarak anılan hekatonxêyr (KottósBriareósGúes) adlı varlıklar doğdular. (747)

Bu durum Gaía’yı öfkelendirdi. Gaía’nın çocuklarının en küçüğü ama en kurnaz ve en korkuncu olan Krónos, annesi Gaía tarafından babasını hadım etmeye ikna edildi. Bunu yaptı ve karısı (aynı zamanda kızkardeşi) Réa ile birlikte titanların hükümdarı oldu. (748) Krónos, oğlu Días (Zeús) ile karşı karşıya kaldığında, baba – oğul çatışması motifi tekrarlandı. Krónos babasına ihanet ettiği için, çocuklarının da aynı şeyi yapacağından korkuyordu ve bu nedenle karısı (aynı zamanda kızkardeşi) Réa her doğum yaptığında çocuğu kaptı ve kendi öz çocuğunu yedi. Réa bundan nefret etti ve Días (Zeús)u doğurduğunda bu kez bebeği saklayarak ve Krónos’un çocuklarını yediği bebek battaniyesine bir taş sararak O’nu kandırdı. Días (Zeús) büyüdüğünde Krónos’a ilaçlı bir içki içirdi, bu da O’nun kusmasına neden oldu. Réa’nın daha önce yenmiş olan diğer çocukları PoseidónasAdisEstíaDímitra ve Hra da dahil olmak üzere diğer bütün çocuklarını ve Krónos’un midesinde oturan taşı kustu. O zaman Días (Zeús), babası Krónos’a meydan okuyark “Tanrılar’ın Krallığı” için savaşmaya çağırdı. Sonunda Días (Zeús)’ın Tártaraos’tan kurtardığı bir kiklopun yardımıyla Días (Zeús) ve kardeşleri galip gelirken, babaları Krónos ve titanlar Tártaraos’ta hapse atıldılar. (749)

Días (Zeús) iktidarı ele geçirdiğinde Fánis’i yutar ve dünyayı yeniden yaratır. Kore (Persefóni) ile evlenir ve yönetimini kendisine devrettiği Zağreas’ın babası olur. Ancak Días (Zeús) da babasıyla aynı dertten muzdaripti ve ilk karısı Mítis’in soyunun “kendisinden daha büyük” bir Tanrı doğuracağı kehanetinden sonra Días (Zeús), hamile karısı Mítis’i yutup yedi. Ancak Mítis, Atiná’ya zaten hamileydi ve yeni bebek Atiná, kendisini annesiyle beraber yutan babası Días (Zeús)’ın boğazından fırlayarak dışarı çıktı. Hem de savaş için kuşanmış bir şekilde. (750)

Titanların devrilmesi ile Olumposlu Tanrılar’ın başa geçmesinden sonra, farklı bir düzen oluştu. Yeni Tanrı ve Tanrıçalar tayin edildi. Olumposlu 12 büyük Tanrı, Olumpos Dağı’nda Días (Zeús)’ın gözetimi altında ikâmet etmeye başladılar. (751)

Antik Yunan mitolojisinde Tanrılar olağanüstü yeteneklere sahip, hastalıktan etkilenmeyen, sadece bazen olağandışı durumlarda yaralanan, ölümsüz ve ölümsüz olma özelliklerinin yanında nektar ve ambrosia ile beslendikleri için solmayan gençliğe sahiptirler. Yunan mitolojisinde Tanrılar, esasen bedensel ama ideal bedenlere sahip olarak tanımlanır. Her Tanrı kendi soy kütüğünden gelir, farklı çıkarlar peşinde koşar, belirli bir uzmanlık alanına sahiptir ve benzersiz bir kişilik tarafından yönetilir. Bununla birlikte bu tanımlamalar, her zaman birbiriyle uyuşmayan çok sayıda arkaik yerel varyanttan kaynaklanmaktadır. (752)

Tanrılar’ın yalnız yaşadığı çağ ile insan ilişkilerine ilahî müdahalenin sınırlı olduğu çağ arasında köprü kurmak, Tanrılar’ın ve ölümlülerin birlikte hareket ettiği bir geçiş çağıydı. Bunlar, grupların daha sonra olduğundan daha özgürce karıştığı dünyanın ilk günleriydi. (753)

Kahramanların yaşadığı çağ, “Kahramanlık Çağı” olarak bilinir. (754) Kahraman kültünün yükselişinden sonra, Tanrılar ve kahramanlar kutsal alanı oluşturur ve kendilerine yapılan yeminlerde ve dûâlarda birlikte çağrılırlar. (755)

Mitoloji, Antik Yunan’da günlük yaşamın merkezindeydi. Yunanlar, mitolojiyi tarihlerinin bir parçası olarak gördüler. (756) Yunan mitolojisi, bugünkü Batı medeniyetinin kültürü, sanatı ve edebiyatı üzerinde geniş bir etkiye sahiptir ve Batı mirasının ve dilinin bir parçası olmaya devam etmektedir. Antik çağlardan günümüze şairler ve sanatçılar, Yunan mitolojisinden ilham almış ve temalarda çağdaş önemi ve alaka düzeyini keşfetmiştir. (757)

Eski Yunan Dînî’ne göre “insanın yaratılışı” ise şu şekildedir:

Başlangıçtan beri insanlardan yana olan Promitéas insanın yaratıcısıdır. Promitéas kil ve sudan yaptığı çamurdan bedene hayat soluğunu üfler. Bir başka söylenceye göre ise insana ilk hayatı ve rûhu veren Atiná’dır. İlk insan soyu, Krónos’un egemen olduğu zamanda olur. (758)

    ● Altın soy: Krónos döneminde yaşayan ilk soy olan altın soy. Tanrılar’a denk, kaygıdan uzak, rahat içinde ve kedersizdir. Dünyada mevsim hep bahardır ve bütün nimetler onlarındır. Toprak nimet saçar, bitkiler kendiliğinden büyürdü. Uykuya dalar gibi ölüyorlardı. Ölüp toprağa karıştıkları vakit, Días (Zeús)’ın emriyle iyi birer cin olurlar.

    ● Gümüş soy: Días (Zeús), Krónos’u egemenliğinden edince Tanrılar gümüş soyu yarattı. Coşkuları ölçütsüz olan ve Tanrılar’a saygı duymayan gümüş soyu Días (Zeús) toprağa gömer ve yeraltı cinleri olurlar.

    ● Tunç soy: Días (Zeús), üçüncü bir kuşak olan tunç soyu yaratır. Bunlar ötekilere hiç benzemez. Güçlü kuvvetlidirler, yürekleri taş gibidir ve işleri sürekli savaşmak, birbirlerini öldürmektir. Yok olup giderler sonunda Adis’in karanlığına.

    ● Kahramanlar soyu: Yarı Tanrı kahramanların soyudur dördüncüsü. İnsanlığın adını yücelten, daha bereketli ve daha becerikli olan bu soy da çetin savaşlarla yok olup gider.

    ● Demir soy: Hepsinden daha beter olur demir soyluların sonu. (759)

Eski Yunan Dîni’ne göre ilk yaratılan insan bir kadındır. Adı, Pandóra (Πανδώρα)Promitéas’ın ateşi çalmasının intikamını almak için, Días (Zeús)’ın talimatıyla Hfaistos tarafından yaratılan ilk insan, ilk kadındır. (760) Yaratılışında, her Tanrı kendine özgü armağanlar vererek işbirliği yaptı. (761)

     “Pandóra” ismi, Yunanca’daki “hepsi” anlamına gelen “pan” (πᾶν) sözcüğü ile “hediye” (armağan) anlamına gelen “dóron” (δώρον) sözcüğünden türetilmiş olup, “Her şeye sahip” ya da “Her şeyi veren” anlamına gelmektedir. (762) Hsíodos, Pandóra’yı “kalón kakón” (καλὸν κακόν) yani “güzel bir kötülük” olarak nitelendirmektedir. (763)

Mitolojiye göre, Días (Zeús) kendinden ateşi çalıp insanlara veren Promitéas’ın kardeşi Epimitéas’a balçıktan yapılmış, tanrısal güzellik ve zekâya sahip Pandóra’yı eş olarak gönderir. Epimitéas kardeşinin tüm uyarılarına karşı Pandóra ile evlenir. Baştan çıkarıcı hale getirmek için, Pandóra, Tanrılar tarafından güzellik, müzik yeteneği, el becerisi, merak ve yüksek rûh gibi birçok hediye ile donatılmıştır. Afrodíti de O’na güzel bir çekicilik verir, Atiná O’nu çiçeklerle süsler ve Ermís O’na büyüleyici bir dil verir. (764)

Días (Zeús), Pandóra’ya evlilik hediyesi olarak topraktan yapılmış, çömlek benzeri bir kavanoz (yanlış yapılmış bir çeviri sonucu kutu olarak anılmaktadır) hediye eder ama bu kavanoz (kutu) asla açılmamalıdır. Bir süre sonra merakına yenilen Pandóra, kavanozu (kutuyu) açar ve içindeki tüm kötülükler dünyaya yayılmaya başlar. Ancak son anda kavanozu (kutuyu) kapatır, bu da insanların içindeki “umut”tur, kötülüğün yayılmamış olması umudu. Başka bir efsaneye göre de Pandóra kutuyu açtığında dünyaya kötülük hakim olur ve Pandóra kutuyu kapatırken de kutu Pandóra’yı esir alır. (765)

Diğer bir hikâyede ise Haberci Tanrı Ermís, Olumpos’a giderken sırtında çok uzaklara götürmesi gereken kutuyu Pandóra ve kocasına bırakır. Pandóra merak eder kutuyu açar, kendine ve eşinin üzerine pişmanlık, kızgınlık, kibir gibi kötü özellikler, yaşadıkları mutlu ormana ve de bütün dünyaya çeşitli kötü özellikler yayılır. Son anda Epimitéas sandığı kapatır. Sandığın içinden bir ses gelir. Sandıktan gelen cılız ses, “Lütfen beni çıkarın; dışardaki kötülüklerle ancak ben başedebilirim” der. Bu sefer Pandóra ve eşi birlikte sandığı açarlar. Sandığın dibinde bir kelebek vardır. Sandığın içindeki kelebek tek umuttur. (766)

Pandóra mitinin daha ünlü bir versiyonu, Hsíodos’un bir başka şiiri olan “Erğa ke İmérai” (İşler ve Günler)’den gelir. Mitin bu versiyonunda Hsíodos O’nun kökenini ve dahası insanlığa verdiği ıstırabın kapsamını genişletir. (767) Daha önce olduğu gibi, Hfaistos tarafından yaratılmıştır, ancak şimdi daha fazla Tanrı O’nun tamamlanmasına katkıda bulunmaktadır. (768) Atiná kendisine iğne işi ve dokumacılığı öğretmiştir. (769) Afrodíti başına zarafet ve acımasız özlem ve uzuvları yoran bakımlar döktü. (770) Ermís O’na utanmaz bir zihin ve aldatıcı bir doğa verdi. (771) Ermís ayrıca yalanlar ve kurnaz sözler öğreterek O’na konuşma gücü verdi. (772) Atiná daha sonra O’nu giydirdi. (773)  Sonra Peitó ve Xárites O’nu kolyeler ve mücevherlerle süsledi. (774) Ores O’nu bir çelenk tacı ile süsledi. (775)  Son olarak Ermís bu kadına bir isim verdi: “Pandóra” (yani “Hediye”), çünkü Olumpos’ta yaşayanların hepsi ekmek yiyen erkeklere bir veba hediye etti. (776)

Hsíodos’a göre,  Pandóra Tanrılar’ın ve ölümlülerin önüne ilk çıktığında, O’na baktıklarında “mucize onları ele geçirdi.” Çünkü O, “erkekler tarafından karşı konulmamak için saf bir kurnazlıktı”, der Hsíodos. (777) Zirâ kadın ırkı ve kadın türü O’ndandır: ölümlü erkekler arasında büyük sıkıntılar içinde yaşayan kadınların ölümcül ırkı ve kabilesi O’ndandır, nefret dolu bir yoksulluk içinde değil, sadece zenginlik içindedir. Hsíodos, evlilikten kaçınarak kadınların kötülüğünden kaçınmaya çalışan erkeklerin bundan daha iyi olmayacaklarından yakınmaya devam eder. (778) O, yaşlarına bakacak kimse olmadan ölümcül bir yaşlılığa ulaşır ve yaşarken en azından geçim sıkıntısı olmamasına rağmen, öldüğünde, akrabaları mallarını aralarında paylaşır. Hsíodos, bir erkeğin ara sıra iyi bir eş bulduğunu, ancak yine de “kötülüğün iyilikle yarıştığını” kabul eder. (779)

Hsíodos, neden umudun kavanozda (kutuda) kaldığını söylemez ve “Zeús’un iradesinden kaçmanın bir yolu yoktur” diyerek kendince bir ahlâkla bitirir. (780) Hsíodos ayrıca, insanın altın çağının (Tanrılar’a saygılı, çok çalışan ve bol meyve bahçelerinden yiyen, tamamı erkeklerden oluşan bir ölümsüzler topluluğu) sonunun Promitéas tarafından nasıl getirildiğinin ana hatlarını verir. Ateşi Olumpos Dağı’ndan çaldığında. Olumpus ve O’nu ölümlü erkeğe veren Días (Zeús), teknolojik olarak gelişmiş toplumu bir kadın yaratarak cezalandırdı. Böylece Pandóra yaratıldı ve insana tüm kötülükleri salan kavanoz (kutu) verildi. (781)

Evet… Eski Yunan Dînî’nde de insanın yaratılışı hikâyesi bu şekilde. Her zaman ve her mekânda, hemen her dinde ve inançta olduğu gibi, yine kadını aşağılayarak, kadınlığın izzeti ve gururuyla alay ederek, erkeğe “tanrısallık” atfedip kadına da onun için yaratılmış bir meta rolü vererek…

Hsíodos’un Pandóra hikâyesini yorumlamasının hem Yahudî hem Hristiyan hem Müslüman teolojisini etkilemeye devam ettiği ve böylece O’nun kötü itibarını Rönesans’a kadar sürdürdüğü iddiâ edilmiştir. Bazı bilim insanları ve teologlar, semavî dînlerdeki (Musevîlik ve Hristiyanlık, sonradan İslam) kadın karşıtlığının ve bu dînlere ait metinlerde bolca bulunan kadın düşmanı imgelerin bunlara Yunan mitolojisinden geçtiğini söylemişlerdir. Çünkü bu Yunan mitolojisinden önce, Ortadoğu halklarında (Kürt, Fars, İbrani, Arap vs.) kadın düşmanlığı yoktu, hatta kadın el üstünde tutulur ve büyük saygı görürdü. Dolayısıyla semavî dînlerdeki kadın düşmanlığının kökenlerini Yunan mitolojisinde aramak gerekir, Ortadoğu’nun Yunan kültüründen etkilenmesinde aramak gerekir. Hatta bu bilim insanları ve teologlar, Ortadoğu’da çıkan semavî dînlerin müntesipleri olan Yahudîler’in, Hristiyanlar’ın ve Müslümanlar’ın kadın düşmanı olmasını “Ortadoğu’nun Helenleşmesi” olarak nitelendirmektedirler. Hsíodos’un Pandóra hakkındaki anlatımındaki kadın düşmanlığının, kutsal metinlerin hem Yahudî hem de daha sonra Hristiyan yorumlarını açıkça etkilemeye başlamasının “Batı Asya’nın Helenleşmesinin bir sonucu olduğu” ileri sürülmüştür. (782)

Pandóra miti ile insanın Tevrat ve İncil’deki düşüşü arasındaki paralellikler, erken Hristiyanlık’tan beri çizilmiştir. Pandóra kutsal kitaplarda baştan çıkaran Havva olur ve Epimitéas da baştan çıkarılmış Âdem olur. Ayrıca Pandóra’nın kendisinin kutu (veya sürahi) olması gerektiği tezi de tartışılmaktadır. Antik Yunanistan’da, testiler genellikle bir kadın imajıyla süslenirdi. Kadın bedeninin bir teneke kutu ile karşılaştırılması, bir sürahi ile bir kadının rahmi arasındaki analojilere dayanıyordu. Bunu yüzyıllar sonra ortaya çıkan İncil’deki Mecdelli Meryem ve “kutsal kâse” ile (783) ve daha birçok şeyle karşılaştırmak mümkün.

İngiliz antik tarih ve dînler tarihi uzmanı feminist bilim kadını Jane Ellen Harrison (1850 – 1928), Hsíodos’un Pandóra hikâyesini “Yunan kültüründe anaerkillikten ataerkilliğe geçişin kanıtı” olarak nitelendirir. (784) İngiliz yazar ve şair Robert von Ranke Graves (1895 – 1985) de Harrison’dan alıntılar yaparak, “Pandóra gerçek bir efsane değil, muhtemelen Hsíodos’un kendi icadı olan bir anti-feminist masaldır” der. (785)

Yunan mitolojisindeki Pandóra hikâyesi, kültür ve sanattan dil ve deyimlere kadar pekçok kodlara nüfûz etmiş, bugün dahi varlığını sürdürmektedir. Örneğin bugün Türkiye dahil olmak üzere dünyanın hemen her ülkesinde ve konuşulan her dilinde kullanılan “Pandora’nın kutusu ” deyimi buradan gelmektedir. Meselâ bir devletin veya siyasî partinin, kurumun gizli arşivleri ortaya çıktığında yahut herhangi bir camiânın veya şahsın gizli bilgileri ifşâ olduğunda, daha önce kamuoyunun bilmediği bazı sırlara ulaşıldığında, “Pandora’nın kutusu açıldı” yahut “Pandora’nın kutusu nihayet açılıyor” deriz. İşte kullandığımız bu deyim, az önce anlattığımız Yunan mitolojisindeki bu hikâyeden, ilk insan (ilk kadın) Pandóra ve elindeki açmaması gerekirken açtığı kutudan gelmektedir.

Pandóra efsanesi, Pandóra insanlığın tüm kötülüklerini serbest bırakan kutuyu açtığına göre, dünyada neden kötülük olduğu sorusunu ele alan bir tür teodisedir.

     ■ ANTİK MISIR (KEMET) İNANCINA GÖRE İLK İNSANLAR

Afrika kıtasındayız…

İlk durağımız Mısır

Mısır’ın İslam öncesi adı Kemet idi ve bu isim, “Siyah Ülke” anlamına geliyordu. İslam’dan sonra Mısır adı doğdu. Mısır, 640 yılında İslam’ın egemenliğine girdi. Mısır’ı fetheden Amr ibn-i Âs (573 – 664) komutasındaki Müslümanlar, bu toprakların derin tarihî ve felsefî köklerine hayran kaldılar. Fethettikleri ülkenin, medeniyetin beşiklerinden biri olduğunu, varsıl bir tarihî geçmişinin ve semiz bir kültür birikiminin bulunduğunu gördüler. Bu yüzden bu topraklara “Misr” (Mısır) adını verdiler. (786)

Peki neden? “Mısır” ne demekti, bu sözcük ne anlama geliyordu?

Bu isim, bu ülkeye verilen gerçekten muhteşem bir isimdi. Şöyle ki: “Mısır” adı, üç harften oluşan bir addır. Bunlar, “Mim” (M)“Sad” (S) ve “Ra” (R) harfleridir. Her harf, ülkenin geçirdiği ve ülke halkının yaşadığı bir tarihî süreci anlatır.

Mısır halkı, tarihinde çok büyük zorluk ve çileler, çok büyük eziyetler ve meşakkatler yaşadılar. Birinci harf olan “Mim” (M) harfi, “meşakkat” içindir; ülkenin tarihindeki birinci süreci ifade eder.

Peki Mısır halkı, bu zorluklara, çilelere, meşakkatlere boyun mu eğdi? Hayır, onlar bu meşakkatlere karşı hep direndiler, sabr ve sebat ettiler. İkinci harf olan “Sad” (S) harfi, “sabr” içindir; ülkenin ikinci sürecini ifâde eder.

İşte bu sabırlarının, sebat ve dirençlerinin, teslim olmayışlarının karşılığı olarak Mısır ülkesi medeniyete ve refaha kavuştu. Sabırlarının karşılığını gördüler. Üstün bir medeniyet ve refah bir toplum kurdular. Üçüncü harf olan “Ra” (R) harfi, “refah” içindir; halkın yaşadığı üçüncü ve son süreci ifâde eder.

“M – S – R” (Mim – Sad – Ra) harflerinden oluşan “Mısır” adının anlamı işte budur: “Meşakkat – Sabr – Refah”. (787)

Hayret vericidir ki, Batılılar (yani beyaz adam), bu ismi hiçbir zaman kullanmadı. Batılılar, Mısır adını kullanmaktan her zaman kaçındılar. Onlar bu ülkeye başka bir isim taktılar ve kendilerini bu isimle avuttular. İngilizler ve Fransızlar Egypt, Almanlar Ägypten, İspanyollar Egipto dediler. Diğer bütün Avrupalılar da buna benzer isimler kullandılar.

Niye mi? Şunun için: Bildiğiniz gibi Mısır’da Hristiyan bir azınlık vardır ve bunlara Qıptî (Kıptî) denir. Batılılar bu Hristiyan Qıptîler’i her zaman için ülkenin asıl sahipleri olarak görmek istediklerinden ülkeyi bu isimlerle andılar. “Egypt”, “Ägypten”, “Egipto” isimlerindeki “-gypt”-gipt”, işte bu “qıptî” (kıptî) anlamındadır. (788)

Mısır mitolojisi, Eski Mısır (Kemet) Dîni’nin ve kültürünün inanç yapısını ifade etmek için kullanılır. Mısır mitolojisi, eski Mısır astronomisi ve bir birim olarak Eski Mısır Dîni ile ayrılmaz bir şekilde bağlantılıydı. Mısır Tanrıları’nın eylemlerini ve etraflarındaki dünyayı anlamanın bir aracı olarak tanımlayan Mısır mitolojisi, eski Mısır’dan gelen mitlerin koleksiyonudur. Bu mitlerin ifade ettiği inançlar, Eski Mısır Dîni’nin önemli bir parçasıdır. Mitler, Mısır yazılarında ve sanatında, özellikle kısa öykülerde ve ilahîler, ritüel metinler, cenaze metinleri ve tapınak dekorasyonu gibi dînî materyallerde sıklıkla görülür. Bu kaynaklar nadiren bir efsanenin tam bir açıklamasını içerir ve genellikle sadece kısa parçaları tanımlar. Eski Mısır’daki yaşamın her yönü, dünyanın yaratılışı ve dünyanın Tanrılar tarafından idamesi ile ilgili hikâyelerle metaforlaştırılmıştı. Mısır mitolojisi durağan bir birlik içinde var olan ritmik yapılar olarak nitelendirilebilir. Sonuçlarda çatışma ve gerginlikten ziyade istikrar eğilimi ağır basmıştır. (789)

Doğanın döngülerinden ilham alan Mısırlılar, şimdiki zamanı bir dizi tekrar eden kalıp olarak gördüler. En erken zaman periyotları doğrusaldı. Mitler bu en eski zamanlarda belirlenir ve mit şimdiki zamanın döngülerinin modelini oluşturur. Mevcut olaylar mit olaylarını tekrarlar ve bunu yaparken evrenin temel düzeni olan Maat’ı yeniler. Bu kutsal olayların ayrıntıları bir metinden diğerine büyük farklılıklar gösterir ve çoğu zaman çelişkili görünür. Mısır mitleri öncelikle metaforiktir, Tanrılar’ın özünü ve davranışlarını insanların anlayabileceği terimlere çevirir. Bir mitin her bir varyantı, Mısırlılar’ın Tanrılar ve dünya hakkındaki anlayışlarını zenginleştiren farklı bir sembolik perspektifi temsil eder. (790)

Mısır’da mitoloji birçok dînî ritüele ilham verdi veya etkiledi ve krallık için ideolojik temeli sağladı. (791) Ancak Mısır mitinin gelişimini izlemek zordur. Mısırbilimciler, çok daha sonra ortaya çıkan yazılı kaynaklara dayanarak, en erken aşamaları hakkında didaktik tahminler yapmaktadırlar. (792)

Mit üzerinde bariz bir etki, Mısırlılar’ın doğal çevresidir. Her gün Güneş doğar ve batar, toprağa ışık getirir ve insan faaliyetlerini düzenler. Nil Nehri her yıl taşarak toprağın verimliliğini yeniliyor ve Mısır Uygarlığı’nı ayakta tutan yüksek verimli tarıma izin veriyordu. Böylece Mısırlılar suyu ve Güneş’i yaşamın sembolleri olarak gördüler ve zamanı bir dizi doğal döngü olarak düşündüler. Bu düzenli model, sürekli bozulma riski altındaydı. Alışılmadık derecede düşük yoğunluklu sel kıtlıkla sonuçlandı ve yüksek sel, ekinleri ve binaları yok etti. (793) Misafirperver Nil Vadisi, Mısırlılar’ın uygar olmayan (barbar) olarak gördüğü etrflarındaki düşman halkların yaşadığı yerlerle ve sert çöllerle çevrelenmişti. (794) Bu nedenlerle Mısırlılar topraklarını kaosla çevrili ve tehlikede olan izole bir istikrar veya Maat yeri olarak gördüler. Bu temalar – düzen, kaos ve yenilenme – Mısır’ın dînî düşüncesinde tekrar tekrar ortaya çıkar. (795)

Eski Mısır Medeniyeti denildiğinde, piramitlerin inşâ edildiği ve Tıp ilminin doğduğu – Tıp ilmi Mısır’daki Teb şehrinde doğduğu için bu adı almıştır – firavunlar dönemi kastedilir. Firavunlar dönemindeki Eski Mısırlılar, bütün yerleşim birimlerini, köy ve kentlerini Nil Nehri’nin doğu (akış yönüne göre, sağ) tarafında kurmuşlar ve yaşamlarını, ülkenin ve toplumsal hayatlarının can damarı olan Nil’in doğusunda sürdürmüşlerdir. Aynı Mısırlılar, yaptıkları bütün piramitleri ve mezarları da, Nil’in batı (akış yönüne göre, sol) tarafında inşâ etmişler ve ölülerini bu ırmağın batı yakasında defnetmişler veya mumyalamışlardır. Gidin Mısır’a, Nil Irmağı’nın doğu yakasında bir tek piramit bile göremezsiniz. Bütün piramitler, Nil’in batı tarafındadır. (796)

Bunun sebebi şudur: Eski Mısırlılar, Nil Nehri’ni, “yaşam” ile “ölüm” arasında bir “çizgi” olarak görmüşlerdir. Güneş doğudan doğup batıda battığı için, Nil’in doğusunu, yani Güneş’in doğduğu tarafı, kendilerine “yaşam alanı” olarak seçmiş ve hayatlarını akarsuyun doğu yakasında idame etmişlerdir. Nil’in batısını, yani Güneş’in battığı tarafı ise bir nevi “âhiret yurdu” olarak algılamış ve ölülerini bu tarafa almışlardır. Akarsuyun doğu yakası “hayat”, batı yakası ise “ölüm” yurdu olarak görülmüş, aradaki Nil ise bu felsefe içinde “yaşam ile ölüm arasındaki çizgi” olarak kabul edilmiştir. (797)

Demek ki Eski Mısırlılar ölümü bir “yok oluş” değil, “yeni bir hayata başlangıç” olarak görmüş olacaklar ki, ölülerini, cesetleri bozulmasın diye mumyalamışlardır. Eski Mısırlılar, insanların “iki ayrı hayat” yaşayacaklarına inanmış, bu yüzden bütün yerleşim birimlerini, köy ve kentlerini Nil’in doğu yakasında inşâ etmiş ve “birinci hayatlarını” – Güneş doğudan doğup batıda battığı için – bu ırmağın doğu tarafında yaşamışlar, “ikinci hayatlarını” ise Nil’in batısında yaşamayı uygun gördüklerinden, bütün mezarlarını ve piramitleri, bu ırmağın batı tarafında yapmışlardır. Böylece Nil Nehri, “birinci hayat” ile “ikinci hayat” arasındaki “çizgi” olarak kabul edilmiştir. (798)

Mısır mitolojisinin çoğu, insan kurumları ve doğal fenomenler de dahil olmak üzere dünyanın çeşitli unsurlarının başlangıcını açıklayan köken mitlerinden oluşur. Mitler ayrıca daha az temel geleneklerin varsayılan başlangıçlarını da tanımlar. Krallık, zamanın başlangıcında Tanrılar arasında ortaya çıkar ve daha sonra insan firavunlarına geçer. Savaş, Güneş Tanrısı’nın gökyüzüne çekilmesinden sonra insanlar birbirleriyle savaşmaya başladığında ortaya çıkar. (799)

Tarihöncesi devirlerdeki mitolojik faaliyetleri izlemek her ne kadar zor olsa da, günümüze ulaşan belge niteliğindeki unsurlar bunu kolaylaştırıyor. Antik Mısır’a ait, M. Ö. 3200 – M. Ö. 3000’li yıllardan kalma ve üzerinde ilk hiyeroglif yazılarının, Mısır Firavunu Narmêr (iktidar yılları M. Ö. 3273 – M. Ö. 2987 yılları arasındaki bir zaman dilimi) tarafından Yukarı ve Aşağı Mısır’ın birleştirildiğini gösteren çizimlerin bulunduğu “Narmêr Paleti”, Aşağı ve Yukarı Mısır’ın birleştirilmesi sonrasında, bir zamanlar “yerel tanrılar” olan Tanrılar ulusal önem kazandı ve Yerel Tanrılar’ı birleşik bir ulusal geleneğe bağlayan yeni ilişkiler kuruldu. ABD’li Mısırbilimci Geraldine Harris Pinch (1951 – halen hayatta), bu ilişkilerden erken mitlerin oluşmuş olabileceğini ileri sürmektedir. (800) Mısır kaynakları Horus ve Set tanrıları arasındaki efsanevî çatışmayı, Hanedan Öncesi Dönem’de veya Erken Hanedan Dönemi’nde meydana gelmiş olabilecek Yukarı ve Aşağı Mısır bölgeleri arasındaki bir çatışma ile ilişkilendirir. (801)

“Tarım Devrimi”nin toplu yaşama getirdiği önem, Sümerler’de Ziggurat yapımına önayak olmuştu. (802) Tarihî eski Mısır metinlerinde, bu ortak varoluşa, bu ortak kadere birçok imâ vardır. Burada “adalet ve doğruluk” ilkesi olan Maat kilit bir rol oynamaktadır. Firavun eğer adil bir şekilde yönetirse, Maat’ı geliştirmiş olur. Bunu yaparak, kozmosun önemli bir unsurunu güçlendirir ve böylece tüm kozmos, tüm kurucu parçalar gelişir. Böylece Nil bölgesi yeterli bir şekilde sulanır ve yeterli hasat insanı ve hayvanları verimli kılar. Bu prensibin ortak bir ifadesi, firavunun tahta çıkışı ile bağlantılıdır. Bu çıkış, hayalî bir yoksulluk ve haksızlık çağından sonra yeni bir başlangıç, yeni bir refah ve adalet dönemi olarak tasvir edilir. Buna örnek bir metin: “Gökyüzü barış içinde, dünya sevinç içinde, çünkü kralın Sol (Asfet, kaos) yerine Sağ (Maat, düzen) kuracağını duymuşlar.” (803)

İlk zamanlardan sonra, mitolojideki değişikliklerin çoğu, istisnalar olmasına rağmen, yenilerini oluşturmaktan ziyade önceden var olan kavramları geliştirdi ve uyarladı. (804) Birçok akademisyen, gökyüzüne geri çekilen, insanları kendi aralarında savaşmaya bırakan Güneş Tanrısı mitinin, Eski Krallık’ın sonunda kraliyet otoritesinin ve ulusal birliğin çöküşünden esinlendiğini öne sürdü. Yeni Krallık (M. Ö. 1550 – M. Ö. 1070)’ta, Yam ve Anat gibi Kenan Dîni’nden kabul edilen Tanrılar etrafında küçük mitler gelişti. Bunun aksine, Yunan ve Roma dönemlerinde Greko – Romen kültürünün Mısır mitolojisinde fazla etkisi olmamıştır. (805)

Diğer birçok kültürdeki mitler gibi, Mısır mitleri de insan geleneklerini haklı çıkarmaya ve düzensizliğin doğası ve evrenin nihaî kaderi gibi dünyayla ilgili temel soruları ele almaya hizmet eder. (806) Nitekim Mısırlılar bu derin meseleleri Tanrılar hakkındaki ifadelerle açıkladılar. (807) Mısır Tanrıları, Dünya veya Güneş gibi fiziksel nesnelerden bilgi ve yaratıcılık gibi soyut güçlere kadar doğal olayları temsil eder. Mısırlılar’ın inancına göre, Tanrılar’ın eylemleri ve etkileşimleri, tüm bu güçlerin ve unsurların davranışlarını yönetir. (808) Çoğunlukla Mısırlılar bu gizemli süreçleri açık teolojik yazılarda açıklamadılar. Bunun yerine, Tanrılar’ın ilişkileri ve etkileşimleri, bu tür süreçleri dolaylı olarak resmetti. (809)

Tanrılar’ın gerçek âlemi gizemlidir ve insanlar için erişilemez. Mitolojik hikâyeler, bu âlemdeki olayları anlaşılır kılmak için sembolizmi kullanır. (810) Efsanevî bir anlatımın her detayının sembolik bir anlamı yoktur. Bazı imgeler ve olaylar, hatta dînî metinlerde bile, daha geniş, daha anlamlı mitlerin görsel veya dramatik süslemeleri olarak kastedilmektedir. (811)

Mısır mitleri o kadar esnekti ki, görünüşte birbirleriyle çelişebiliyorlardı. Mısır metinlerinde Dünya’nın yaratılışı ve Güneş’in hareketleriyle ilgili pekçok betimleme bulunur, bazıları birbirinden çok farklıdır. (812) Tanrılar arasındaki ilişkiler akıcıydı, bu nedenle örneğin Tanrıça Xator, Güneş Tanrısı Ra (gerçekte Ro yani Kürtçe’de “Güneş”)’nın annesi, karısı veya kızı olarak adlandırılabilirdi. (813) Ayrı Tanrılar bile tek bir varlık olarak senkronize edilebilir veya birbirine bağlanabilirdi. Böylece Yaratıcı Tanrı Atum (veya Atem), Ra-Atum’u oluşturmak için Ra ile birleştirildi. (814)

Mitlerdeki çelişkilerin yaygın olarak tahmin edilen bir nedeni, dînî fikirlerin zaman içinde ve farklı bölgelerde değişiklik göstermesidir. (815) Çeşitli Tanrılar’ın yerel kültleri, kendi koruyucu Tanrılar’ına odaklanan teolojiler geliştirdi. (816) Farklı kültlerin etkisi değiştikçe, bazı mitolojik sistemler ulusal hakimiyet kazandı. Eski Krallık (M. Ö. 2686 – M. Ö. 2181)’ta, bu sistemlerin en önemlisi İunu (Heliopolis) merkezli Ra (Ro) ve Atum (Atem) kültleriydi. Dünya’yı yarattığı söylenen efsanevî bir aile olan Ennead’ı kurdular. Zamanın en önemli Tanrılar’ını içeriyordu, ancak Atum ve Ra’ya öncelik verdi. (817)  Mısırlılar da eski dînî fikirleri yenileriyle kapladılar. Örneğin, kültü Menf-nefer (İnbu-hedj; Hut-ka-Ptah; Menf; Memfis) merkezli olan Tanrı Ptah’ın da Dünya’nın yaratıcısı olduğu söylenirdi. Ptah’ın yaratılış efsanesi, Ptah’ın yaratıcı komutlarını yerine getirenin Ennead olduğunu söyleyerek daha eski mitleri içerir. (818) Böylece mit, Ptah’ı Ennead’dan daha yaşlı ve daha büyük yapar. Pekçok bilim insanı bu efsaneyi Menf-nefer (İnbu-hedj; Hut-ka-Ptah; Menf; Memfis)’in Tanrı’sının İnnu (Heliopolis)’inkilere üstünlüğünü öne sürmek için siyasî bir girişim olarak gördü. (819) Kavramları bu şekilde birleştirerek, Mısırlılar son derece karmaşık bir dizi Tanrı ve mit ürettiler. (820)

Mısır’da devlet bazında temsil edilmiş 4 farklı “yaratılış” miti bulunmaktadır. Bunlar şu dört büyük şehir ile ilişkilendirilmiştir: Xemenu (Hermopolis)İunu (Heliopolis)Menf-nefer (Memfis) ve Teb (Niut). Bu mitler her ne kadar karşıt teolojilerde bulunsalar da aslında farklı kültürlerin iç içe geçmesinde etkili olmuşlardır. (821)

     ■ İnnu (Heliopolis) varyantına göre yaratılış:

İlk başlarda evren karanlık bir suyla kaplıydı. Hiçlik ve sonsuz bir kaosun olduğu ilksel su Nun vardı. Atum (Atem) bu suyun içinden Nil’in her sene taşan suları gibi ortaya çıktı. Atum kendinden Şu (= Hava) ve Tefnut (= Nem)’u yarattı. (822)

Şu ve Tefnut’un evliliğinden Nut (= Yer) ve Geb (= Gök) çıktı. Bununla birlikte Dünya yaratılmış oldu. Şu ve Tefnut karanlıklarda gezerken kaybolunca insanlar yaratıldı. Zira Atum (Atem) gözünü onları aramaya gönderdi ve onlara kavuştuğunda döktüğü sevinç gözyaşları insanlara dönüştü. (823)

Geb ve Nut da hayatın güçlerini temsil eden dört çocuğa sahip oldu: Osiris, doğurganlık ve yenilenme Tanrı’sı; İsis, annelik Tanrıça’sı; Set (Seth), kaos Tanrı’sı ve Set’in dişi tamamlayıcısı Neftis (Nebhut). Bu yüzden mit, yaşamın mümkün kılındığı süreci temsil ediyordu. Bu dokuz Tanrı “Ennead” olarak gruplandırıldı, ancak sekiz küçük Tanrı ve dünyadaki diğer tüm şeyler Atum’un tezahürleri veya uzantısı olarak görüldü. (824)

     ■ Xemenu (Hermopolis) varyantına göre yaratılış:

Bunun aksine, Xemenu (Hermopolis) şehrinin eski yaratılış efsanesi, sekiz ilkel Tanrı’yı, “Xemenu (Hermopolis)’nun Sekizlisi” ve yaratılışın kaynağı olarak görür. Bu, her biri bir yaratılış unsurunu simgeleyen dört çift (bir erkek ve bir dişi) Tanrı’dan oluşur. Nun ve Naunet ilkel suları, Heh ve Hauhet uzayın sonsuzluğunu, Kuk ve Kauket ilkel tutulmayı temsil ediyordu. Dördüncü çift birkaç kez değiştirildi, ancak Yeni Krallık’tan itibaren görünmezliği ve havayı simgeleyen Amon (Amen) ve Amaonet’ten oluşuyordu. (825)

Hermopolit yaratılış mitine göre bu Tanrılar, Güneş Tanrısı’nın anneleri ve babalarıydı. Bunlar ışığı dünyaya getirdi ve onunla birlikte tüm diğer yaratımların başlangıcı oldu. (826)

     ■ Menf-nefer (Memfis) varyantına göre yaratılış:

Menf-nefer (Memfis) teolojisinde Yaratıcı, tüm diğer şeylerden önce var olan Ptah’tır. (827) Zanaatkâr bir Tanrı olan Ptah her şeyi önce zihninde hissederek, düşünerek, ardından da onları söz haline getirerek yaratmıştır. (828)

Diğer Tanrılar da dahil olmak üzere her şey önce Ptah’ın zihninde kavram haline gelir, sonrasında ise maddî biçimlerine dönüşürler. (829)

     ■ Teb (Niut) varyantına göre yaratılış:

Teb (Niut) teolojisi, Amon (Amen)’un sadece Ogdoad (Sekiz Tanrı)’ın değil, her şeyin arkasındaki gizli güç olduğunu iddiâ eder. Tüm yaratılış kavramlarının Amon (Amen)’un kişiliği ile bir birleşimi vardır. Bir Teb efsanesi, Amon (Amen)’un yaratma eylemini, ilkel suların durgunluğunu bozan ve Ogdoad ve Ennead’ın oluşmasına neden olan bir kaz çağrısına benzetmiştir. (830)

Amon (Amen) Dünya’dan ayrıydı, gerçek doğası diğer Tanrılar’dan bile gizlenmişti. Bununla birlikte, nihaî kaynak olduğu için, diğer Yaratıcılar da dahil olmak üzere tüm Tanrılar aslında Amon (Amen)’un yönleriydi. Amon (Amen) bu inanç nedeniyle zamanla Mısır panteonunun en büyük Tanrı’sı oldu. (831)

Bu arada çok ilgincinize gidecek ama belki de üzerinizde şok etkisi yaratacak bir bilgiyi de paylaşalım: Eski Mısır Dînî’nden çok sonra ortaya çıkan ve ilk tohumları da aslında tam olarak burada, Mısır’da atılan semavî dînlerin (MusevîlikHristiyanlıkİslam) mensupları olan Yahudîler, Hristiyanlar ve Müslümanlar dûâ ettiklerinde, mâlumunuz, dûânın sonunda “Âmin” (Amen) derler. Böyle yapmakla Allah’a (veya Yehova’ya) dûâ ettiklerini ve Allah’tan birşey istediklerini zannederler. Halbuki kendisinden birşey istedikleri Tanrı Allah değil, Eski Mısır Tanrısı Amon (Amen)’dur. Dûânın sonundaki “Âmin” (Amen) nidâsı, Mısır Tanrısı Amon (Amen)’e yakarıştır. İstedikleri şeyleri aslında Allah’tan veya Yehova’dan değil, çoktanrılı Eski Mısır Tanrısı Amon (Amen)’dan istemektedirler. Fakat Yahudîler, Hristiyanlar ve Müslümanlar (Amon-Ra’nın selamı hepsinin üzerine olsun; ayrıca Osiris de kendilerine sağlık ve sıhhat versin; Zeús da onlara akıl fikir ihsan etsin ve Eros da bana helal süt emmiş hayırlı bir kısmet nasip etsin) bu durumun farkında bile değildirler. Kimbilir; belki de o yüzden dûaları kabul olmuyor ve dünyada böyle acınası bir durumdadırlar.

Eski Mısır Dîni’nde Maat; denge, düzen, uyum, hukuk, ahlâk ve adalet gibi prensipleri temsil eder ve evrenin temel düzenini ifade eder. Zamanın başlangıcında kurulan Maat, dünyayı kendisinden önce çevreleyen kaostan ayırır. Maat hem insanların davranışlarını hem de doğanın güçlerinin normal işleyişini düzenler ve bu düzen de mutluluğu mümkün kılar. (832)

Maat’ın önemi, evrenin temel dengesi, kurucu parçalar arasındaki ilişki, mevsimlerin döngüsü, göksel hareketler, dînî gözlemler, adil ilişkiler ve dürüstlük de dahil olmak üzere varoluşun tüm yönlerini kucakladığı noktaya kadar gelişmişti. (833)

Doğanın döngülerinden esinlenen Mısırlılar, şimdiki zamanı bir dizi yinelenen desen olarak görürken, en erken dönemler doğrusaldı. Her gün Güneş’in doğup batması toprağa ışık getirdi ve insan faaliyetlerini düzenledi. Nil her yıl taştı ve toprağın verimliliğini yenileyerek Mısır Uygarlığı’nı sürdüren yüksek verimli tarıma izin verdi. Bu periyodik olaylar Tanrı ve evreni yenileyerek, Maat tarafından düzenlenen bir ritmik desen olarak görmeleri için Mısırlılar’a ilham verdi. (834)

Tanrılar hakkındaki birçok Mısır hikâyesi, Tanrılar’ın yeryüzünde olduğu ve hüküm sürdüğü ilkel bir zamanda gerçekleşmiş olarak betimlenir. Bu süreçten sonra yeryüzündeki otorite insan firavunlarına geçti. Efsaneler, ilişkili oldukları olaylar her gerçekleştiğinde insanları tekrar büyüledi ve inanca teşvik etti. Bu olaylar genellikle efsaneleri unutturmamak üzere tasarlanmış ritüellerle kutlandı. (835)

Mısırlılar için Maat’ın en önemli insan koruyucusu, firavunlardır. Efsanelerde firavunlar çeşitli Tanrılar’ın oğludurlar. Bu nedenle, doğada olduğu gibi insan toplumunda da düzeni sağlamak ve onları ve etkinliklerini sürdüren ritüelleri sürdürmekle yükümlü, onların atanmış temsilcisidirler. (836)

Mitlerin ortak bir özelliği, Dünya’nın O’nu çevreleyen kaos sularından ortaya çıkmasıdır. Bu olay, Maat’ın kuruluşunu ve yaşamın başlangıcını temsil eder. Bir parçalı gelenek, ilkel suyun özelliklerini temsil eden Ogdoad’ın sekiz Tanrı’sına odaklanır. Onların eylemleri, doğumu karanlık su içinde bir ışık ve kuruluk alanı oluşturan Güneş’i (yaratılış mitlerinde çeşitli Tanrılar, özellikle Ra tarafından temsil edilir) doğurur. (837) Güneş, ilk kuru toprak tümseğinden doğar. Yaratılış mitlerindeki bir başka ortak motif, muhtemelen Nil seli geri çekilirken ortaya çıkan toprak tümseklerinin görüntüsünden ilham almıştır. Maat’ın kurucusu olan Güneş Tanrısı’nın ortaya çıkmasıyla birlikte Dünya’nın ilk hükümdarı olur. (838) M. Ö. 1000’li yıllara ait kayıtlar, Yaratıcı Tanrı’nın yeni düzene giren Dünya’yı tehdit eden kaos güçlerini bastırmadaki eylemlerine odaklanır. (839)

Edebî kaynaklar, eski Mısırlılar’ın dünya görüşünü, Mısır’ın yapısını, bu insanların yaşam ve inançlarını anlatır. O zamanki Mısırlılar, Dünya’yı, Nil Nehri’nin içinden geçtiği ve yeryüzünü iki büyük parçaya böldüğü büyük bir disk olarak gördüler. Bu disk, ortasında Nil’deki insanların yaşadığı üst dünyayı temsil ediyordu. Üst dünya, dünya diskinin her köşesinde dört devâsâ sütûn tarafından desteklendi. Yerin altında, üst dünyanın ayna görüntüsü olan yeraltı dünyası vardı. Gökler, Tanrıça Nut’un büyük bedeniyle temsil edildi. Boyu çok büyüktü ve Mısırlılar’a sonsuz uzun görünen uzuvlarıyla batıda ve doğuda toprağa yaslandı. Dünyadan batıdan doğuya ince bir çizgi geçiyordu. Bu çizgi, gündüz Güneş’in, gece yıldızların göç ettiği göksel Nil Nehri’ni temsil ediyordu. Bir efsaneye göre, Tanrıça Nut her akşam Güneş’i yutar ve ertesi gün doğurur. İnsanların gözünde Nut, günlük döngünün sorunsuz geçmesini sağladı. Mısır inancına göre Mısır üst dünyanın merkezinde olduğu için, dünyanın geri kalan alanlarını dört büyük alana böldüler. Kuzeyde Hititler (Hattiler)Hiksoslar (Hêkaxasetler) ve birkaç küçük deniz halkı yaşıyordu. Güneyde Mısırlılar’ın Yukarı Nubya (daha güneyde) ve Aşağı Nubya (kuzeyde) olarak ayırdıkları Nubya vardı. Nubya’nın arkasında, firavunlar zamanında büyük ölçüde bilinmeyen Afrika çölleri vardı ve doğu sınırını da Kızıldeniz çiziyordu. Ülkenin batısında Libya Çölü vardı ve burada zorlu yaşam koşullarında sadece birkaç Bedevî kabilesi yaşıyordu. (840)

“İnsanın kökeni” konusu, Mısır yaratılış hikâyelerinin önemli bir özelliği değildir. Bazı metinlerde ilk insanlar, Ra-Atum’un veya O’nun kadınsı yönü olan Ra’nın Gözü’nün, insanların kusurlu doğasını ve kederli yaşamlarını haber veren bir zayıflık ve sıkıntı anında döktüğü gözyaşlarından doğar. Diğerleri, insanların Tanrı Xnum (Xenemu) tarafından kilden şekillendirildiğini söylüyor. Ancak genel olarak, yaratılış mitlerinin odak noktası, insanların içindeki özel yeri değil, kozmik düzenin kurulmasıdır. (841)

Yaratılıştan sonraki efsanevî geçmiş döneminde Ra (Ro), “Tanrılar’ın ve insanların kralı” olarak yeryüzünde yaşar. Bu dönem, Mısır geleneğinde altın bir çağa, Mısırlılar’ın sürekli olarak çağrıştırmaya ve taklit etmeye çalıştıkları istikrar dönemine en yakın şeydir. Yine de Ra (Ro)’nın saltanatı hakkındaki hikâyeler, O’nunla O’nun yönetimini bozan güçler arasındaki çatışmalara odaklanır ve kralın Mısır ideolojisindeki Maat uygulayıcısı olarak rolünü yansıtır. (842)

Dediğimiz gibi; Tanrılar’ın yeryüzünde insanlarla birlikte yaşadığı ve Ra (Ro)’nın hem Tanrılar’ın hem de ölümlülerin kralı olduğu bir zaman vardı. Ancak Ra (Ro) yaşlanıp zayıfladıktan sonra, bundan yararlanmaya çalışanlar sadece Tanrılar değildi. İnsanlar da Ra (Ro)’nın zayıflığını farkettiler ve O’na karşı ittifak kurdular. Ancak Ra (Ro) kendisine karşı planlanan komployu biliyordu ve ayaklanmanın nasıl bastırılabileceğini tartışmak için tüm Tanrılar’ı biraraya çağırdı. İnsanların komplolarının ortaya çıktığını bilmelerine izin verilmediği için toplantı gizli olarak yapıldı. Tanrılar’ın cevabı hemfikirdi ve Nun tüm Tanrılar için şöyle dedi: “Oğlu Horus tahtta kalmalı ve Ra’nın sözde gözü olan, Tanrıça Saxmet formundaki gözünü halka göndermeli, onları yok etmek için.” (843)

Re (Ro), “Tanrılar Konseyi” ile kızı Xator’u, ölümlülere bir ders verebilmesi için, boyun eğmez kötülüğün bedenlenmesinde göndermeye karar verdi. Vahşî Aslan Tanrıçası Saxmet’e dönüşmesinin ardından, halkın arasına girerek katliâma başladı. Önüne çıkan tüm canlıları sistematik olarak katletti. Ancak Ra (Ro) bunu görünce halk için üzüldü ve katliâmın çok ileri gittiğini gördü. Ancak Saxmet’in yıkıcı gücü bir kez serbest bırakıldığında, O’nu durdurmak zordu. Ve böylece Ra (Ro) bir hile buldu: Binlerce kupa bira getirildi ve içerikleri hematit tozuyla kırmızıya boyandı. (844) Bira kupaları, Tanrılar’ın yakında deliler tarafından musallat olacağını bildiği bir tarlaya döküldü. Bu görüntü, insan kanı olduğuna inanarak Saxmet’i bir kez daha öfkelendirdi ve açgözlülükle bütün gölü yuttu. Sonuç olarak, o kadar sarhoştu ki insanları tanıyamadı ve bu nedenle artık onlar için bir tehlike değildi. Ra (Ro) o kadar bunalıma girdi ki dünyadan çekilmek istedi. İnek şeklindeki oluğun arkasına bindi ve onu gökyüzüne taşımasına izin verdi. Diğer Tanrılar karnına yapıştı ve Cennet’e giden yolda yıldızlar oldular. O zamandan beri, gök ve yer ile Tanrılar insanlardan ayrıldı ve şimdiki Dünya yaratıldı. (845)

Yavaş yavaş dünyada düzen hüküm sürmeye başladı ama Şu ve Tefnut geri kalan karanlıkta kaybolurlar. Atum (Atem) herşeyi gören gözünü çıkarır ve onları aramaya yollar. Şu ve Tefnut gözün sayesinde geri döndüğünde Atum (Atem) sevinçten ağladı. Gözyaşlarının dünyaya değdiği yerde insan meydana geldi. (846)

Eski Mısır Dîni’nde, bunun haricinde, ilk insanın, Tanrılar’ın kendi aralarındaki cinsel ilişkisi neticesinde meydana geldiği inancı da bulunmakla birlikte, bundan daha yaygın olarak insanın çamur şekline gelmiş bir topraktan yaratıldığı inancı da mevcut idi. (847)

Sudan’dayız…

– devam edecek –

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.