■ DİNKA İNANCINA GÖRE İLK İNSANLAR
Sudan’dayız…
“Sudan” ülkesinin adı, Arapça’da “siyah” anlamına gelen “eswed” sözcüğünün çoğuludur; yani “Siyahlar” demektir, “Siyahlar Ülkesi”. (848)
2011 yılına kadar Afrika’nın en büyük ülkesi olan Sudan, o tarihte bölündü ve Güney Sudan ayrılarak bağımsızlığını ilan etti. 13 milyon nüfûslu bu “yeni ülke”de de yine farklı etnik topluluklar yaşıyor ve değişik diller konuşuluyor. Ve bu topraklarda değişik dînî inançlar da mevcut.
Güney Sudan’ın en kalabalık etnik nüfûsunu ise Dinkalar oluşturuyor. Sayıları 4, 5 milyon civarında olan Dinkalar, ülke bölünmeden önce, 2008 yılında yapılan nüfûs sayımında Sudan toplam nüfûsunun % 18’ini teşkil ediyorlardı. (849) Şimdi ise, Güney Sudan’ın en büyük etnik grubu.
“Dinka” adının nereden geldiği ve bu ismi bu halka kimlerin verdiği bilinmiyor. Dinkalar kendilerine kendi dillerinde tekil olarak “Muonjang” (Halk) veya çoğul olarak “Jieng” (Halk Toplumu) diyorlar. Diğer tüm halklara da “Jur” (Yabancı) derler. (850)
Dinkalar’ın en önemli özelliği, Ruanda’daki Tutsiler ile birlikte Afrika’nın en uzun boylu insanları olmalarıdır. (851) Başlıca uğraşları hayvancılık olan Dinkalar, Ekim’den Nisan’a değin süren kurak mevsimde sığır sürülerini nehir kıyısındaki otlaklara götürürler. Yiyecek ürünlerinin, özellikle mısırın yetiştiği yağmurlu mevsimde, savan ormanlarındaki asıl yerleşimlerine geri dönerler. Dinkalar’ın bu pastoral yaşam tarzı, dînî inanç ve uygulamalarına da yansımıştır. “Mızrak avcılarının ustaları” tarafından öküz kurban edilmesi, Dinka dînî pratiğinin merkezî bir bileşenidir. Dinka kültüründe yaş önemli bir faktördür; genç erkekler, alnını keskin bir nesneyle işaretlemeyi içeren bir inisiyasyon çilesiyle yetişkinliğe kabul edilir. Ayrıca bu tören sırasında ikinci bir inek rengi adı alırlar. Dinkalar, dînî güçlerini dînî bir kitaptan ziyade doğadan ve çevrelerindeki dünyadan aldıklarına inanırlar. (852)
Dinka Dîni, prensipte tektanrılı bir dîndir. Çoğunlukla kült olmayan ve fiilen etki yaratan diğer dünya güçleri arka planına çekilmiş, tartışılmaz bir Yüce Tanrı vardır ve O, bireyler aracılığıyla konuşmak için geçici olarak gönderdiği rûhlar aracılığıyla konuşan Nhyalik’tir. (853) Yüce Yaratıcı Nhyalik, gökyüzünün ve yağmurun Tanrı’sı ve tüm rûhların hükümdarıdır. Tüm yaratılış boyunca var olduğuna ve dünyadaki her insan, bitki ve hayvanın kaderini kontrol ettiğine inanılıyor. (854)
Nhyalik, Nuer ve Şilluk gibi diğer Nilotik gruplar tarafından Jaak, Juong veya Dyokin isimleriyle de bilinir. Nhyalik evreni yarattı ve nadiren insanların işlerine karışır. (855)
Ancak Dinka Dîni’nin bir “Tanrı panteonu” vardır. Dengdit (Deng), Yüce Tanrı Nhyalik tarafından güçlendirilen Yağmur, Doğurganlık ve Gökyüzü Tanrısı’dır. (856) Deng’in annesi Abuk, bir yılan tarafından temsil edilen Bahçecilik ve Tüm Kadınların Tanrıçası’dır. (857) Rahipler ve savaşçılar erkek partnerleri Garang’dan korkmalıdır. Yağmur Tanrısı Deng de bu ikisinin soyundan olabilir, Abuk da Dünya Tanrısı Apini’nin kızıdır. (858) Afrika’dan başlayarak Dünya’nın yaratmasından ve ardından Cennet ile yeryüzünün biribirinden ayrılmasından sonra, Nhyalik Deng gibi davranmazsa kendinden geçerdi. O zamandan beri, “Kuth Nhyal” denilen çok sayıda “Alt Göksel Tanrı”, “kuth pini” denilen dünya rûhları ve “jok” (jak) diye andıkları saygı duyulan atalar, insanlığın huzursuz dünyasını belirledi. Bu görünmez güçlere saygı duyulur, korkulur ve sakin tutulmaya çalışılır. Bunu yapmanın yöntemleri her zaman zor değildir: Dinka, rûhları etkilemek veya eve dönene kadar yiyecekleri hazır tutmak için “thuik” denen ot tutamlarından düğüm yapar. (859)
Dinka Dîni’nde “yaratılış” inancı şu şekildedir:
Dinka yaratılış inancının, esas olarak insanların yaratılışıyla ilgili olan birkaç versiyonu vardır. İlk insanlar Garang ve Abuk’tur. Bazı versiyonlarda Nhyalik, insanları burnundan üfleyerek yaratmıştır, diğer versiyonlara göre ilk insanlar gökten geldiler. Fakat aynı dîne ait diğer kayıtlar da, insanların kil figürler olarak kalıplandığını ve saksılara olgunlaşması için yerleştirildiğini söylüyor. (860)
Tanrı (Nhyalik) tarafından yaratılan ilk insanlar olan Garang ve Abuk, Sudan’ın çamurundan yapılmışlardır. (861)
İstemsizce güldüm: Dikkat ettiyseniz, sevgili okurlar, dîn hangi coğrafyada ortaya çıkmışsa, Allah dünyayı oradan başlayarak yaratmıştır ve ilk insanlar da oranın toprağından yaratılmıştır. Yahudî kaynaklarında, Hz. Âdem’in Kudüs (Yeruşalayim)’ün toprağından yaratıldığı anlatılır. (862) İslamî kaynaklarda da Âdem’in Mekke’nin toprağından yaratıldığı söylenir. (863) Yahudî ve İslamî metinlerde geçen bu saçmalıkları ileride sizlere geniş biçimde aktaracağız. Düşünün ki daha odur ilk insan yaratılıyor, yani ortada ne Kudüs var ne Mekke ne de başka bir yer. Ama Allah ilk insanı oranın toprağından yaratıyor. Ne özelliği varsa artık? Yakında ben de bir dîn kuracağım ve Allah’ın Âdem’i Elazığ’ın toprağından yarattığını ilan edeceğim. Daha önce anlattıklarımızdan hatırlayacağınız üzere, Şintoizm dîninde de dünya Japonya’dan başlanarak yaratılıyordu, ilk yaratılan topraklar Japon adalarıydı ve ilk insanların isimleri de İzanagi ve İzanami idi. (864) Hinduzim’de ilk insan Manu’dur ve dünya Hindistan’dan başlayarak yaratılmıştır. (865) Viking Dîni’ne göre ilk insanlar tabiî ki İskandinavya’lıdır. (866) Fakat olur mu öyle şey; Eski Yunan Dîni’ne göre Tanrı önce Yunanistan’ı yaratmıştır ve ilk insan da Yunan’dır. (867) Ama böyle olur mu, Mısır’a ayıp edilmiş olur: Eski Mısır Dîni’ne göre dünya Nil’in iki yakasından ibaret ve Tanrılar da Mısırlı. (868) Fakat durun bir dakika, “biz bitti demeden bitmez”: Ezdaîlik (Ézidîlik) inancına göre Allah önce Şengal toprağını yarattı ve ilk insan olan Âdem’i de Şengal’ın toprağından yarattı. (869) Dikkat ettiyseniz, muhterem dîn kardeşlerim, dîn hangi coğrafyada çıkmışsa, dünya ordan başlanarak yaratılmıştır (hatta dünya o coğrafyadan ibarettir), kıble orasıdır, mukaddes yerler oradadır, Allah ilk insanları oranın toprağından yaratmıştır ve hatta Allah da – hâşâ – oralıdır. “Elbette bunda akıl sahipleri için pekçok dersler vardır.”
Devam ediyoruz…
Dedik ki, Tanrı (Nhyalik) tarafından yaratılan ilk insanlar Garang ve Abuk’tur ve bunlar Sudan’ın çamurundan yapılmışlardır. (870) Nhyalik onlara çoğalmalarını ve çocuklarının öleceğini, ancak 15 gün içinde hayata döneceğini söyledi. Garang, kimse kalıcı olarak ölmezse, o zaman yeterli yiyecek olmayacağını söyleyerek protesto etti. Nhyalik daha sonra kalıcı ölüme karar verdi. (871) Nhyalik, onlara günde yalnızca bir tohum ekmelerini veya günde bir tane yemeleri için tahıl vermelerini emretti. (872)
Her gün acıkan Abuk, yiyeceğin daha uzun süre dayanması için tahılla bir hamur yapıyordu. (873) Ancak Abuk itaatsizlik edip daha fazla dikince, Nhyalik Cennet ve dünyayı birbirine bağlayan ipi kesti. (874)
Animalcı (hayvanlara saygılı) bir inanca sahip olan Dinkalar, her iki ebeveyninden de “kuar” adı verilen bir totem miras alır. Dinka totemlerine tapılmaz, onlarla “akraba” olduğundan sözeder. Sadıkların totem güçlerine adak sunmaları ve üyelerle olumlu ilişkiler sürdürmeleri bekleniyordu. Bazı totemlerin güç verdiğine inanılıyordu. Örneğin, baykuş toteminin ihtiyat gücü verdiğine inanılıyor. Totemlerin çoğu hayvanlar olmasına rağmen bazıları hayvan değildir; örneğin bazı Dinkalılar’ın totemleri metalik bir cevher veya elemente sahiptir. (875)
Yılan ile olan ilişki son derece önemlidir. En çok saygı duyulan yılanlar Atemyath, Biar Keroor ve Maluang’dır. Bu yılanlara, onları yatıştırmak için yerel olarak eritilmiş peynir verilir ve ardından ormana bırakılırlar. Rûhların olacağı varsayımıyla, yılan öldürmenin toplum veya birey için kötü bir alamet olduğuna inanılıyor. (876)
Genellikle yılanlarda yaşayan ilkel insanlar ve atalarının rûhları, genellikle eşit derecede düşmanca ve dostça davranırlar. Mascardit (büyük siyah olan) belirli bir tehdit oluşturur, ancak aynı zamanda doğurganlığı da beraberinde getirir. Bu, Tanrı ile Şeytan arasındaki farkı açıklamaya çalışan dîn tebliğciler için bir sorundur. Aynı şekilde, sömürge döneminde ortaya çıkan teknolojik başarılar ve kuzeyden gelen hükûmetlerin elle tutulur şiddeti, bu dînin mensupları tarafından doğaüstü tehditler olarak algılandı ve diğer dünyanın güçlerine bağlandı. (877)
Kötü Tanrı Mascardit fikri, günâhın farkındalığının, eylemlerinin kaçınılmaz olduğu, ancak oldukça keyfî olduğu ve ilahî adaletle açıklanamayacağı için özellikle telaffuz edilemeyeceğini de göstermektedir. Mascardit ile herşey sona erer, bazen çok aniden: Talihsizlik ile yaşam da. (878)
Dinka toplumunun kurucusu ve tüm Dinkalar’ın ortak atası olan Aiwel Longar’a (879) kadar uzanan rahipler (ustalar), rûhlara aracılık ederler. Rahipler, “totem eti” olarak kabul eden klana aittir. Diğer klanlarda totem olarak demirhindi, başka bir ağaç, belirli bir kuş veya termit bulunur. Rahipler rûhlarla konuşur. Ölümlerinin ötesinde, güçlerini takipçilerine aktarabilirler. Aiwel Longar’ın soyundan geldiği düşünülen rahiplerin sahip olduğu bir ünvan olan “balık mızrağının efendisi”, en büyük büyülü güce sahiptir. Dinka’nın geleneksel günlük yaşamında mızraklar her zaman bulunur ve geçmişte mızrak takmak erkek giyiminin bir parçasıydı; bir aslan gelirse diye iki uzun mızrak taşırlardı. Balık mızrakları da yılın belirli zamanlarında balık tutmak için kullanılır, ayrıca sepet çömlekleri ve ağları uzun zamandır bilinmektedir. Geleneksel Dinka dünya görüşünün temeli, herhangi bir makul öngörüye meydan okuyan doğal ve doğaüstü olaylar tarafından boğulmak ya da kendinden geçmektir. Yapılan deneyimler, kontrol edilmesi gereken, ancak deneyimleri açıklamaya yardımcı olan doğaüstü yazışmalarla yan yana getirilir. Bu, insan tutkusunun imgelerini yaratır. Büyülü güçler üzerindeki kontrol kaybedilmemelidir. (880)
Dinkalar dûâlarını önce Yüce Yaratıcı Nhyalik’e hitaben, daha sonra diğer Tanrılar için yaparlar. Dinkalar ılıman havayı almak için dûa eder. Ayrıca iyi hasat, insanların korunması, sığırların hastalıktan kurtulması ve iyi avlanma için de dûâ ederler. (881)
Yüce Yaratıcı Nhyalik’e bir boğa veya öküz kurban sunulur. Dinkalar dûâlarla birlikte fedakârlık yaparlar. Namaz kılanlar ellerinde balık tutan mızrak tutuyorlardı. Kurban edilecek hayvana mızrak atılırken, ihtiyacı ifade eden kısa sözler söylenir. Katılımcılar liderin sözlerini tekrarlar. Kriz zamanlarında veya önemli bir durumda Dinkalar uzun süre dûâ etmeye ve fedakârlık yapmaya devam edecektir. (882)
Kurban ve dûâ aşamaları şöyledir: Lider, önce insanların karşılaştığı sorunu anlatır. Sonra lider ve huzurdaki herkes geçmiş günâhları itiraf eder. Daha sonra övgü, onur ilahîleri veya öküz şarkıları söyleyerek sunulur. En sonda ise, kurban edilen hayvana uğursuzluk atılır. (883)
Aslında Dinkalar aslen Sudan’ın iç-doğu kesimlerindeki Cezire bölgesinden olup, 13. yy’da güneybatıya doğru inmişlerdir. (884) Sömürgecilerin köleleştirme çabalarından, köle baskınlarından, iç çatışmalardan ve bir de kuraklıktan kaçıp gelmişlerdi. (885) 14. yy’da Sobat’a ulaştılar. Takip eden yüzyıllarda, Dinka halkı, genişleyen ve Mavi Sultanlık olarak da anılan İslamî Func Sultanlığı (1504 – 1821) tarafından kuzeyden sürekli taciz ediliyorlardı. 17. yy’ın ortalarında, Şilluk ve Func Sultanlığı arasında Dinka’ya karşı geçici bir askerî ittifak kuruldu. Şilluk ile savaşlar ise 19. yy’ın başlarına kadar devam etti. (886)
Dinkalar ne Müslüman’dılar ne de Hristiyan; burada anlattığımız kendi Dinka dînlerine imân ediyorlardı. Müslüman devletler, “kafir” olarak gördükleri Dinkalar’ı inançlarından dolayı sürekli taciz ettiler, dînlerini bırakıp Müslüman olmaları için yüzyıllarca baskı uyguladılar. Bu baskılar onları Hristiyan misyonerlerin kucağına itti. Xartum’daki İslamî yönetimlerin ve Müslümanlar’ın baskılarından kaçan Dinkalar, “bir elinde silah bir elinde İncil” av bekleyen fırsatçı beyaz adamlara planlasalar bile gerçekleştiremeyecekleri büyük bir fırsat sundu. Hristiyanlar onlara kucak açtı; barınmalarını ve iâşelerini temin etti, ayrıca eğitim de verdi. Elbette Hristiyanvarî bir eğitim. Böylece Dinkalar’ın büyük çoğunluğu kendi geleneksel dînlerini terkedip Hristiyan oldu. (887)
Tabiî ki Müslümanlar’ın mârifetiyle! Kur’ân-ı Kerîm’deki “Dînde zorlama yoktur” (888) âyetinden habersiz veya haberdar ama işine gelmediği için görmezden gelen İslamcılar’ın eliyle Dinka halkı “Hristiyanlaştır(t)ıldı”.
Böylece Dinkalar’ı Müslüman yapmak için yüzyıllarca her türlü baskıyı uygulayan hatta katliâmlar bile yapan İslamî iktidarlar ve İslamcılar, onları Müslüman yapmayı başaramadılar ama Hristiyan yapmayı başardılar. “Elbette bu yaşananlarda da akıl sahipleri için birçok ibretler vardır.”
Yani anlayacağınız, nerdeyse tüm dünyada (Türkiye dahil) zannedildiği gibi, Güney Sudan’ın Hristiyan olması, yüzyıllardır merkezî Sudan ile arasındaki husumet ve çatışmaların sebebi değil, sonucudur.
Böylece Güney Sudanlılar ve Dinka halkı, Allah’ın ilk insanı Sudan toprağıyla yarattığı gibi bâtıl ve küfür inançları terketmiş, Allah’ın ilk insanı Kudüs toprağıyla yarattığı hakikati (!) ile tanışmış ve imâna gelmiştir. Gerçi Allah’ın ilk insanı Mekke toprağıyla yarattığına imân etseydiler daha şahane olacaktı ama olsun, Kudüs de bize o kadar yabancı değil. Sevgili Dinka halkı için dileğim ve dûâm; günün birinde bütün bu yanlış ve sakat inançlardan kurtulmaları, yok Allah ilk insanı Sudan toprağıyla yaratmış da, yok bilmem Kudüs toprağıymış da, yok Mekke toprağıymış da, bütün bu cahilce düşüncelerden arınıp, Allah’ın ilk insanı Elazığ toprağıyla yarattığı hakikatine imân etmeleri ve böylece hem dünyalarını hem âhiretlerini kurtarmalarıdır. Dileğim ve dûâm; hak gelsin bâtıl zail olsun, Dinkalar da hakikate ersin; kutsal olan bitkinin hurma değil dut olduğunu, mübarek olan hayvanın deve değil eşek olduğunu, makbul olan kıyafetin de sarık ve cübbe değil çizgili pijama olduğunu idrak etsinler. Âmin-Ra.
■ NUER (NAATH) İNANCINA GÖRE İLK İNSANLAR
Güney Sudan’ın ikinci büyük etnik topluluğu Nuerler’dir ve toplam nüfûsları 900 bin kadardır. (889) Güney Sudan’ın Büyük Yukarı Nil bölgesinde yoğunlaşan bir kavimdir. Nilotik dil ailesine ait olan Nuer dilini konuşurlar. Güney Sudan’daki en büyük ikinci etnik gruptur. Nuer halkı, geçimini hayvancılıkla sağlar ve genelde sığır güden çobanlardır. Sığırları refakatçi olarak hizmet eder ve yaşam tarzlarını tanımlar. (890) Nuerler kendilerine “Naath” derler. (891)
Sığır, tarihsel olarak Nuerler için en yüksek sembolik, dînî ve ekonomik değere sahip olmuştur. Sığırlar, bir kocanın soyu tarafından karısının soyuna verildiği gelin serveti rollerinde özellikle önemlidir. Bu sığır değişimi, çocukların kocanın soyundan sayılmasını sağlar. Bir erkeğin ölümünden sonra çocuklara “baba” olabileceği klasik Nuer hayalet evliliği kurumu, sığır mübadelesi yoluyla akrabalık ve soy ilişkilerinin bu tanımına dayanır. Buna karşılık, eşin baba soyuna devredilen sığırlar, o baba soyundan gelen erkek çocukların evlenmelerini sağlar ve böylece onun baba soyunun devamlılığını sağlar. (892) Öyle ki, Nuer toplumunda insanlarla sığırların değeri nerdeyse eşittir. Güney Sudan’la ilgili önemli araştırmaları bulunan ABD’li bilim kadını ve insan hakları savunucusu Sharon Hutchinson (? – halen hayatta), bir makalesinde, “Nuer halkı arasında insanlarla sığırlar arasındaki farkın sürekli olarak hafife alındığını” yazıyor. (893)
Nuerler tüm kültürlerini sığırlar etrafında yapılandırabilirler ve yine de ihtiyaç duydukları her şeye sahip olurlar. Sığırlar, Nuer kültürünün bugünkü haline dönüşmesine yardımcı oldu. Britanyalı sosyal antropolog Edward Evan Evans-Pritchar (1902 – 73), “Onların varlıkları sürülere bağımlıdır. Sığırlar, Nuer dili, tarihi, siyaseti ve ekonomisini sağlam tutan iplerdir” demekte. (894)
Nuerler’in de kendilerine ait dîni var: Nuer Dînî. Bu dîn Tek Tanrı inancına sahip bir dîndir ve Tanrı’nın adı Kwoth’tur. Kwoth, her yerde hazır ve nazır Yüce Yaratıcı’dır. (895)
Kwoth, “Gökyüzünün Rûhu” olarak bilinir; gök cisimleri ve doğal fenomenler üzerinde hüküm sürdüğüne inanılır. Kwoth insanları yarattı ve yeryüzünde yaşamalarına izin verdi. Ancak göğü ve yeri birbirine bağlayan bir ip kaldı. Bu, insanların yaşlandıklarında Cennet’e tırmanmalarına izin verdi ve Cennet’e vardıklarında insanlar gençleşmiş benliklerine geri dönecekler. Bir gün bir sırtlan Cennet’e gitmek için ipi kullandı. Bazı versiyonlarda sırtlana dokumacı bir kuş eşlik eder. Kwoth onların niyetlerine karşı dikkatliydi ve dünyaya dönmelerini engellemeye çalıştı. Ancak kaçtılar ve sırtlan daha sonra iki diyarı birbirine bağlayan ipi kesti. O günden sonra insanlar yaşlılıktan ölüyorlar. (896)
Tanrı (Kwoth) her yerde hazır ve nazır olduğundan, Nuer halkı kurban ve dûâlar yoluyla Kwoth’un tezahürlerine tapar. Nuer panteonlarında Kuth Nhyal ve Kuth Pinyi gibi küçük Tanrılar olmasına rağmen, bu Tanrılar Kwoth’un tezahürleri olarak kabul edilir ve esasında bizim inancımızdaki meleklere tekabül ederler. (897) Kwoth adına yapılan kurbanlar, bir Nuer’in ölümünden sonra gerçekleşir. Kwoth’un onuruna bir öküz kesilir ve ölen kişinin rûhuna Cennet’e giderken eşlik etmesi umulur. (898)
Bu arada çok ilginizi çekecek ve mutlu olacağınız bir bilgiyi de paylaşayım: Nuer Dîni’nde “peygamberlik” geleneği vardır. Peygamberler, aynen bizdeki gibi, Tanrı ile insan arasında aracı olarak görülür. Çoğu peygamberlerin peygamberliği, bu da aynen bizdeki gibi ailelerinden gelir, bu nedenle makam miras alınır. Bizden bir farkla ki, onlarda peygamberlik hâlâ devam ediyor. Bununla birlikte, kehanet öğrenilmelidir. Nuer inancına göre peygamberlerin bedenlerinde beşerüstü bir güç vardır. Bu onlara belağat verir ve diğer insanları etkilemeye yardımcı olur. Peygamberlerin temel görevleri, toplumda Nuer (Tanrı)’in ahlakî emirlerini korumak için çatışmalara şifa olmak ve müdahale etmektir. Hatta ABD’li Kuzeydoğu Afrika ve Sudan uzmanı araştırmacı – yazar Douglas Hamilton Johnson (? – halen hayatta)’un 1994 yılında yayınlanan “Nuer Prophets: A History of Prophecy from the Upper Nile in the Nineteenth and Twentieth Centuries” (Nuer Peygamberleri: Ondokuzuncu ve Yirminci Yüzyıllarda Yukarı Nil’den Peygamberlik Tarihi) adlı bir kitabı vardır ve Nuer Peygamberleri konusunda ciddi bir kaynak eserdir. (899)
Bu bilgi çok önemli. Neden önemli? Şunun için: Mâlumunuz olduğu üzere, özellikle ateistler ve deistler, sürekli biçimde “Peygamberlik bir Ortadoğu kültürüdür, çünkü peygamberler sadece Ortadoğu’da ortaya çıkmışlardır. Ortadoğu dışında peygamberlerin varlığını kanıtlayacak bir tane dahi örnek yoktur” demektedirler. Ancak Günay Sudan’daki Nuer Dîni’nde peygamberliğin var oluşu, onların bu iddiâsını somut biçimde çürütmektedir.
Ateistlerin ve deistlerin iddiâsında geçen “sadece” ve “bir tane dahi yoktur” ibareleri nedeniyle, bu iddiânın çürütülmesi için yalnızca bir tane örnek verilmesi yeterlidir. Çünkü yalnızca bir örnekle bu iddiâ kesin şekilde ve bilimsel olarak çürür. Böylece bu titiz araştırmam ve çalışmamla Güney Sudan’daki Nuer Dîni’nde de peygamberlik müessesesinin olduğunu ortaya çıkararak, ateistlerin ve deistlerin “Peygamberler sadece Ortadoğu’dan çıkmışlardır. Ortadoğu dışında hiç peygamber yoktur” iddiâsını kesin biçimde ve bilimsel olarak çürütmüş bulunuyorum. (Öbür tarafta hurilerimi isterim)
■ OTUHO (LOTUKA) İNANCINA GÖRE İLK İNSANLAR
Güney Sudan’da yaşayan bir diğer etnik topluluk da Lotuko veya Latuka olarak da bilinen Otuho halkıdır. Güney Sudan’ın Doğu Ekvatorya eyaletinde yaşayan Nilotik bir kavimdir. Nüfûsları yarım milyonun üzerindedir. Otuho dilini konuşurlar. (900)
Tarımsal çobanlar olarak büyük sığır, koyun ve keçi sürüleri beslerler ve bunu çapacılık, avcılık ve balıkçılıkla tamamlarlar. Bazı geçimlik tarımla uğraşırlar; başlıca ürünleri sorgum, yer fıstığı, simsim (susam) ve ovalarda mısır veya tepelerde telebun, tatlı patates ve tütündür. (901)
Sığır (çoğunlukla kısa boynuzlu zebus) en değerli varlıktır. Etraftaki etnik gruplarda olduğu gibi, başlık parası sığırlarla ödenir, ancak sığırlarla olan ilişki Dinkalar’da olduğundan çok daha az ritüelleşmiştir. Bununla birlikte, sığırlar başlık parasının gerekli bir parçasıdır ve başka mallarla değiştirilemez. Kurak mevsimde inekler günde 1 litre, yağışlı mevsimde ise 2 ilâ 3 litre süt sağlar. (902)
Toprak sahipliği noktasında özel mülkiyet yoktur. Arazi tek bir kişiye ait değildir, tüm topluma aittir ve ancak topluluğun güvenine sahiptir. Dağlarda, bir yer bulduktan sonra, toplum, belirli alanlar nadasa (10 yıla kadar) ve diğerleri ekime açık (4 yıla kadar) olmak üzere her kişinin bahçesinin sınırlarını belirler. (903)
Otuholar’ın da aynı şekilde kendilerine ait dîni var: Otuho Dîni. Kökeni etnik kimliklerinden kaynaklanan, doğaya ve atalara tapınmaya dayanan bir dîndir. Başka bir dîne geçişi hoş karşılamazlar ve bu onlara göre temelde kültürel asimilasyona eşittir. (904)
Otuho Dîni’nde Baş Tanrı, bazı varyantlarda Adyok veya Naiyok olarak da bilinen Ayok’tur. (905) O genellikle nazik ve yardımsever olarak görülür, ancak öfkelenebilir. (906) O, öteki dünyanın sembolüdür. Ayok her şeye kadirdir; gücünü insanların yararına veya zararına kullanmaz. (907) Ayok, insanlar kendisine dûâlar ve kurbanlar yoluyla tapınmaya devam ettikleri sürece iyiliksever bir Tanrı olarak bilinir. (908)
Ayok, ölümün canlılar için nasıl kalıcı bir durum haline geldiğine dair Lotuko inancında merkezî bir rol oynar. İlk kadının ve insan erkeğinin çocuğunun vefat ettiğine ve ilk kadının çocuğu diriltmek için Ayok’tan yardım istediğine inanılır. Ayok öyle yaptı ama kadının kocası bunu öğrendi. Kadın, niyetini önceden kocasına danışmadı ve kocası, olanlara kızdı. Canlanan çocuk daha sonra kocası tarafından karısının eylemlerine misilleme olarak öldürüldü. (909) Kıssanın başka bir versiyonunda karısı da O’nun ellerinde öldürülmüştür. (910) Ayok başlangıçta insanları ölümsüz yapmayı planlıyordu, ancak olanlardan sonra Dünya’yı terketti ve o günden itibaren ölenlerin öyle kalacağını ilan etti. (911)
Ayok ayrıca Lotuko inancındaki yağmur yağdırıcısı ile de ilişkilidir. Yağmurcu İbon adında bir varlıktır ve bu rolün kişileştirilmesi Lotuko topluluğunun liderine verilmiştir. İnanca göre, gökten yağmur yağdığında, ölülerin rûhları, bunun gerçekleşmesi için yaşayanlar adına Ayok’a yalvarırlar. (912)
■ LUGBARA İNANCINA GÖRE İLK İNSANLAR
Bir diğer etnik topluluk olan Lugbara halkı, esas olarak ve Güney Sudan’ın Morobo bölgesinde, Uganda’nın Batı Nil bölgesinde ve Zaire (Demokratik Kongo) topraklarında yaşayan bir Orta Sudan kavmidir. Birçok kültürel benzerliği paylaştıkları Madi’nin konuştuğu dile benzer bir Orta Sudan dili olan Lugbara dilini konuşuyorlar. Güney Sudan’da kendilerine genelde Mundu denir. Toplam nüfûsları 1 milyonun üzerindedir. (913)
Lugbara’nın kültürel sembolü, leopardır. (914)
Geleneksel olarak Lugbaralar, Lugbara dilinde “ope” olarak bilinen, başta Ginetavuğu olmak üzere bazı çiftlik hayvanları ve kümes hayvanları yetiştiren çiftçilerdir. Tavuk, domuz, keçi ve daha yüksek rakımlarda sığır da önemlidir. Ayrıca darı, sorgum, baklagiller, bezelye ve çeşitli kök bitkileri yetiştirirler. Yerfıstığı, susam, nohut ve tatlı patates de yetiştirilir. Mısır, bira yapmak için yetiştirilir ve tütün önemli bir nakit mahsuldür. Yeni ortaya çıkan ürünler avokado, ananas ve mangodur. (915)
Lugbaralar’ın da aynı şekilde kendilerine ait dîni var: Lugbara Dîni. Lugbara Dîni’nde Yüce Tanrı’nın adı Adroa’dır. (916) Adroa her şeyi yaratan Yüce Yaratıcı’dır ve bu yüzden Lugbara dilinde “Ba O’Bapiri” (İnsanların Yaratıcısı Tanrı) ve “Bija” (Gökteki Tanrı) olarak anılır. (917)
Adroa’nın iki ana yönü vardır: “Onyiri” (İyi Adroa) ve “Onzi” (Kötü Androa). (918) Bu ikili yön daha da farklı küçük yönlere bölünebilir. Adroa’nın iyi yönü aşkındır ve insanlıktan çok uzaktır. (919) Bu yön bazen “Adronga” veya “Adrogoa” olarak da adlandırılır. (920)
Kötü yönü olan Adro (Onzi), uzun boylu, beyaz ve sadece yarım gövdeli olarak tanımlandı ve tek ayak üzerinde zıplayarak hareket etti. Dünyevî olarak tanımlanır ve özellikle nehir kenarlarında, insanlıkla birlikte yeryüzünde yaşar. Adro genellikle görünmezdir, ancak ölüme yakın olanlara görünür ve bu nedenle ölümle de ilişkilendirilir. (921) Bazı versiyonlar Adro’yu Adroa’nın kötü dengi olarak değil, “iyi yönün yansımaları” olan dünyevî rûhların bir sınıfı olarak görür. (922)
Hem Adroa hem de Adro, ilahî yaratılışın bir işareti olarak bir Lugbara erkeğinin parçasıdır. Bu yönüyle Adroa, “Tali” olarak da bilinir. Kadınların Tali olmadığı düşünülüyor. Bir adamın ölümü üzerine, Adro’nun vücûdunun yönünü terkettiği, nehirlerde Adroa ile yeniden birleşti. Bu sırada Tali, gökyüzünde Adroa’ya yeniden katıldı. Adroa hem iyi hem de kötü yönleriyle ortaya çıkan Yaratıcı Tanrı’ydı ve ölüme yakın bir adam olarak Dünya’da göründü. Vücûdunun sadece bir yarısı olan, bir gözü, bir bacağı eksik olan çok uzun bir adam olarak tasvir edildi. Çocuklarına Adroanzi deniyordu. (923)
Adroanzi, belirli nehirlerin, ağaçların ve diğer kutsal vahşî alanların Doğa Tanrıları’dır. Onlar ölülerin koruyucu rûhlarıdır ve aynı zamanda gölleri, nehirleri, akarsuları, büyük ağaçları ve kayaları sık sık ziyaret eden doğa rûhlarıdır. Ayrıca yağmur bahçelerini de korurlar. Geceleri, bir Adroanzi’nin takip ettiğinden emin olmak için omuzlarının üzerinden bakmadıkları sürece insanları takip ettiler ve onları hayvanlardan ve haydutlardan korudular. Geceleri insanları takip etmeyi severler ve eğer bir insan dönüp Adroanziler’e bakarsa Adroanzi onları öldürürdü. Öldürdükleri insanları yerlerdi. Rahatsız edilmezlerse, yolcuları soygunculardan, yırtıcı hayvanlardan ve diğer tehlikelerden koruyacak yardımcı rûhlar olarak görülüyorlardı. Bazen su yılanları olarak da biliniyorlardı. Bazı Afrikalılar onları bahçıvan olarak görüyor. (924) Küçük erkek ve kadın formuna sahiptirler. Ayrıca su yılanı şeklinde oldukları ve boğulup insanları yedikleri de anlatılır. (925)
Adroa, yasalarını Lugbara’nın kabile atalarına ileterek sosyal düzenin kurulmasıyla da tanınır. (926)
Lugbara Dîni’nde “insanın yaratılışı” hikâyesi şu şekildedir:
Yüce Tanrı Adroa’nın yarattığı ilk erkek Gborogboro, yarattığı ilk kadın Meme’dir. Gborogboro ve Meme, Lugbara halkının ve tüm insanlığın atalarıdır. (927)
Yaratılan ilk erkeğin ismi olan “Gborogboro”, Lugbara dilinde “Gökten gelen kişi” demektir. Yaratılan ilk kadının ismi olan “Meme” ise Lugbara dilinde “Yalnız gelen kişi” anlamına gelir. Meme, erkek ve dişi bir çift üreten bir kız ve erkek çocuğu doğurdu. İsimler ve nesillerin sayısı çeşitli mitlere göre değişir. Bazı efsaneler, kardeşlerin ilişkiye girmediğini, ancak kadınların menstrüasyonu simgelemek için bacaklarına keçi kanı döküldükten sonra doğum yaptıklarını söylüyor. Son kardeş çifti, şu anki Lugbara topraklarına gelen ve birçok oğlunun (mevcut klanların kurucuları) babası olan iki kahraman-ata, Jaki ve Dribidu’yu üretti. Her iki kahraman da doğaüstü ve büyülü başarılar sergiledi. (928)
Jaki, Liru Dağı’nda öldü. Dribidu ise yerleştiği Terego’daki Eti (Wati) Dağı’nda öldü. Diğer adı Banyale (Erkek Yiyici) idi, çünkü keşfedilene ve Nil’in doğu yakasındaki önceki evinden sürülene kadar çocuklarını yedi. İnsan karaciğerinden çok keyif aldı. (929)
Gördüğünüz gibi, Güney Sudan’daki Lugbara Dîni’nde de dünyadaki hayat Güney Sudan topraklarında başlamıştır ve Allah tarafından yaratılan ilk insanlar Lugbara olup Lugbara dilini konuşurlar.
Yine şaşırmadık tabiî. Dîn hangi coğrafyada ortaya çıkmışsa, Allah dünyayı oradan başlayarak yaratmıştır ve ilk insanlar da oranın toprağından yaratılmıştır. İlk insanlar oranın dilini konuşur ve o toplumun atasıdır, o toplumdan da diğer tüm insanlık türer. Dîn hangi coğrafyada çıkmışsa, dünya o coğrafyadan ibarettir, kıble orasıdır, mukaddes yerler oradadır, Allah’ın yarattığı ilk insanlar oralıdır ve hatta Allah da – hâşâ – oralıdır.
Elazığ ihtimalini gözardı etmeyin bence.
İster kitap yazayım ister makale, yazılarımın arasında yer yer espiri yapmayı severim. Çünkü gülmek güzeldir, gülmek sağlıklıdır. Gülmek güzeldir ve güzelleştirir, hem rûhu hem yüzü güzelleştirir. Ama siz Elazığ ihtimalini yine de gözardı etmeyin derim. Kutsal olan bitkinin hurma değil dut olabileceğini, mübarek hayvanın deve değil eşek olabileceğini, makbul kıyafetin de sarık ve cübbe değil çizgili pijama olabileceğini düşünün. Sorgulayın. Sorgulamak iyidir. Yüce Allah size o aklı boşu boşuna vermemiş sonuçta.
İnsan dünyayı gezince zihni nasıl da açılıyor, değil mi? İşte onun için dünyayı geziyorum ve siz sevgili okurlarımı da beraberimde gezdiriyorum.
Kenya’dayız…
– devam edecek –