Mai no és tard quan arriba.
(Geldiğinde asla geç değildir.)
Katalon atasözü
Otel güzel. Bayağı bir güzel. Hoşuma gitti.
İspanya‘ya ait ve kadim Katalonya toprakları olan, Akdeniz üzerindeki Balear Adaları (Kat. Illes Balears; İsp. Islas Baleares) ili ve takımadalarının en batısındaki İbiza (Kat. Eivissa; İsp. Ibiza) Adası‘nın en kuzeyindeki Sant Antoni de Portmany (Kat. Sant Antoni de Portmany; İsp. San Antonio Abad) şehrinde, oldukça güzel bir gün.
“Carrer de Cala de Bou” (Öküz Kalesi Sokağı) adlı adreste bulunan otelimiz AzuLine Hotel Mar Amantis‘te muhteşem bir kahvaltı yaptım.
Kahvaltıdan sonra masamdan kalkıyorum.
Bugün pek dışarı çıkmayacağım. Şehre bile gitmeyeceğim. İlk günümü, sadece otel ve çevresinde geçireceğim. Böylelikle öncelikle bir güzel dinleneceğim. Hemen gelir gelmez koşuşturmaca olmaz; ben de insanım, pille çalışmıyorum. Zaten hiç uyku uyumadan gelmişim Almanya‘dan buraya. Yorgun ve bitkinim.
Ama yine de geceye kadar uyumayacağım. Hiç uyumadan geldiğim halde, bir sonraki bu günümü de hiç uyumadan geçireceğim. Çünkü buraya “yaşamaya” ve “kanıksamaya” geldim, “uyumaya” değil.
İlk günümü sadece otel ve çevresinde geçireceğim, sonraki bir – iki günde şehri gezeceğim, geri kalan 4 – 5 günde de tüm adayı keşfe çıkacağım.
Evet, kahvaltımızı da yaptığımıza göre, tatilimize başlayabiliriz.
İbiza günlerimiz başlıyor…
İlk gün, yormayacağım kendimi. Bir yere gitmeyeceğim. Sadece otel ve çevresinde dolanacağım. Çünkü önce dinlenmem lazım. Yani ilk günüm, sadece tatil.
Kahvaltıdan sonra otelin terasına çıkıp oturdum ve birkaç fincan kahve içtim, bacaklarımı şöyle keyifle uzatıp denize ve suyun ötesindeki şehre bakarak. Harika bir ortam, harika bir manzara.
Arada bir kafamı sağa sola ve arkaya çevirip insanlara bakıyorum, otelde kalan diğer insanlara. Tabiî hiç kimseyi tanımıyorum ve hiç kimse de beni tanımıyor.
Sadece bu adada değil, bütün bir gezegen üzerinde böyle bir hayat yaşasaydım, daha mı iyi olurdu acaba? Yani ne ben kimseyi tanıyor olsaydım ne de kimse beni. Bilemiyorum. Ama şöyle olsaydı, hayatın çok daha güzel olacağını biliyorum: Hayatımda tanıdığım ve hayatıma giren iyi, güzel insanları iyi ki tanımışım ve iyi ki onlar da beni tanımış; ama tanıdığım ve hayatıma giren kötü, çirkin insanları hiç tanımamış olsaydım ve onlar da beni hiç tanımamış olsaydılar, muhakkak ki herşey çok güzel olacaktı.
“İyi ki tanımışım” dediğimiz pekçok insan var, “keşke tanımasaydım” dediğimiz de. Herkesin olduğu gibi, benim de var.
Oracıkta, otelin terasındaki yüzme havuzunun yanında, şöyle rahat ve huzurlu bir şekilde sırtımı arkaya dayayıp, bacaklarımı uzatıp, keyifle kahvemi yudumlayarak ve sigaramı tüttürerek, hemen önümdeki Akdeniz’in mavi sularına bakarak en az bir saat durdum ve tefekkür ettim. Hayatı ve hayatımı sorguladım. 50 yılı geride kalan hayatımı bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçirdim ve üzerinde düşündüm.
Çocukluğumu, gençliğimi, şimdiki halimi…
İlkokul yıllarımı, ortaokul yıllarımı, lise yıllarımı, üniversite yıllarımı, gazetecilik ve yazarlık yıllarımı…
Bekârlık yıllarımı, evliliğimi, boşandıktan sonraki bekârlık hayatımı…
Hayatıma giren kadınları, yaşadığım aşkları, beni gerçek bir aşkla seven kadınları, bu asil duygunun güzelliğini ve bana yaşattığı mutluluğu…
Hayatıma giren coğrafyaları, gezdiğim ve gördüğüm ülkeleri, Hollanda‘yı, Liechtenstein‘ı, Suudî Arabistan‘ı, İsviçre‘yi, Pakistan‘ı, Keşmir‘i, Mısır‘ı, İsrail‘i, Arnavutluk‘u, Makedonya‘yı, İran‘ı, Kenya‘yı, Bangladeş‘i, Arakan (Rohingya)‘ı, Türkmenistan‘ı, Danimarka‘yı, İsveç‘i, Norveç‘i, Arjantin‘i, Uruguay‘ı…
Sadece birkaç köyden ibaret küçücük bir ülke, dünyanın en küçük 6. ülkesi olan Liechtenstein’ın o şirin köylerini…
İsviçre’nin muhteşem dağlarını, göllerini ve şelâlelerini, Hollanda’nın harikulade adalarını, değirmenlerini ve lale bahçelerini…
Arabistan’da Hacc görevim esnasında sel suları altında gördüğüm Kâbe‘yi…
Keşmir’deki korkunç depremde yerle bir olan şehirleri ve köyleri…
Mısır’da içine kadar girdiğim piramitleri…
İsrail’de Negev Çölü‘nün ortasındaki esaret günlerini…
Arnavutluk’un insan eliyle tahrip edilmemiş harikulade bakir coğrafyasını, Makedonya’nın sıcakkanlı ve dost insanlarını…
İran’daki şiir dinletilerini ve edebiyat sohbetlerini…
Kenya’daki kahve ağaçlarını ve kahve bitkilerini, Somalili mültecilerin tanık olduğum trajik durumlarını…
Bangladeş’te insan gücüyle çalışan taksiler olan rikşaları, Arakan (Rohingya)’da tanık olduğum ve dünyaya duyurduğum korkunç katliâmı…
Türkmenistan’da kurduğum Aşkabat Feminist Cumhuriyeti‘ni…
Danimarka’nın boydan boya çiçek açan adalarını, İsveç’in harikulade nehirlerini ve göllerini, Norveç’in büyüleyici fiyortlarını ve şehirlerini…
Arjantin’deki “Beyaz Başörtülü Anneler” ya da “Mayıs Meydanı Anneleri”nin elleri öpülesi eylemlerini, Uruguay’da ilk Dünya Kupası (1930)’nın oynandığı Yüzüncü Yıl Stadyumu‘nu…
Yazdığım kitapları, kaleme aldığım eserleri, “Adını Arayan Coğrafya”yı, “Gülistan”ı, “Gûldexwîn”i, “Bütün Yönleriyle Şeyh Said Kıyamı”nı, “Sözlerim Var Sevgiye Dair”i, “Siyah Devrim”i, “Aydın Duruşu ve Erdemli Olmak”ı, “Frizya ve Günümüzde Frizler”i, “Kadın Peygamberler”i…
Neler yaşamadım ki ve neler yapmadım ki?…
Tatil, bütün yaşananları ve olan bitenleri tefekkür etmek için çok iyi bir fırsat hakikaten.
Nasıl bir hayat yaşamışım, arkadaş? Bu nasıl dolu dolu ve bereketli bir ömür böyle? Gezdiğim tam 35 ülke, yazdığım 9 kitap (o zaman 9 kitabım vardı; 10. kitabım bu tatilden 2 ay sonra yayınlandı), kaleme aldığım 2000’e yakın makale, tamamladığım 12 cilt seyahatname, yarattığım 1 çizgi karakter, kurduğum 1 devlet, kurduğum 7 sivil toplum hareketi, kurduğum 1 yayın organı, imza attığım 1 arkeolojik keşif.
Sonuç?
Sonuç; İboşum İboşim’de, tatil yapıyor. Sonuç; İbizalı İbrahim.
Öğle yemeği vakti geldiğinde restorana gittik. Sabah kahvaltısından sonraki bu, ilk yemek.
Bakalım yemekte neler var?
Restorana giriyorum. Tabiî helâl – harama dikkat etmek zorunda olduğum için, çekingen ve temkinliyim. Açık büfede sergilenmiş yemeklere bakıyor bakıyor, ne olduklarını anlamaya çalışıyorum.
Salataları gönül rahatlığıyla alıp masama koydum; içecekleri alıp masama koydum; ekmek alıp masama koydum; en sevdiğim şey olan balık alıp masama koydum. Sıra kırmızı ete geldiğinde, ne yapacağımı bilemedim. Hangisi helâl hangisi değil bilemiyorsun ki. Etler pişmiş haldeyken ayırt etmesi zor oluyor, hangi hayvanın eti olduğunu anlayamıyorsun.
Araştırmacı ve inceleyici gözlerle etlere bakarken, tezgâhın başında olan otelin baş aşçısının dikkatini çekmiş olacağım ki, bana İspanyolca birşeyler söylüyor. Tabiî ne dediğini anlamıyorum ama, galiba “Yardımcı olabilir miyim?” diye soruyor, öyle tahmin ediyorum. “Speak you English?” diyorum, yok diyor; “Sprechen sie Deutsch?” diyorum, yok diyor. Nasıl anlaşacağımı, derdimi nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Adam ne İngilizce biliyor ne Almanca. “Domuz”un İspanyolca’sını da bilmiyorum ki, telaffuz edeyim de derdimi belki anlasalar. “Google Translate”den bakardım ama, kimse arayıp rahatsız etmesin diye cep telefonumu odamda bıraktım.
Baş aşçıya Müslüman olduğumu söyleyeyim de, belki derdimi anlar o zaman:
– Eee, kem küm, I’m muslim.
Pes doğrusu! Onu bile anlamadı yahu. Aval aval bakıyor.
Hemen yanımda duran ve tabağına et koymakla meşgul olan bir kadın, konuşmamıza kulak misafiri olduğundan, ne dediğimi hatta derdimi de anladı ve aşçıya İspanyolca birşeyler söyledi. Kadının ona birşeyler söylemesiyle baş aşçının birden yüzü güldü ve sevinçten gözlerini büyüterek,
– Ooo, mashallah! ¿Es usted Musulmán? (Ooo, maşallah! Sen Müslüman mısın?) diye bağırarak bu tarafa, üzerime doğru geldi ve bana sarıldı. Sonra şöyle dedi, İspanyolca olarak:
– Yo también soy Musulmán. Soy de Algeria. (Ben de Müslüman’ım, Cezayirli’yim.)
O da Müslüman’mış. Şaşırdım ve sevindim buna.
– Cemile. Ene said lizelike. (Güzel. Sevindim buna.), dedim Arapça olarak.
– Min ayn anti? (Sen nerelisin?), diye soruyor Arapça.
– Kurdistan. I’m Kurdish, but I’m from Germany. (Kürdistan. Ben Kürd’üm, fakat Almanya’dan geliyorum.), diyorum İngilizce.
– Maşallah, maşallah! El- Ekrad’un-nas tayyibun cidea. Lineh abdullah wehu cemil. Ehb’el- Ekrad kesira. (Maşallah, maşallah! Kürtler çok güzel insanlardır. Allah’ın güzel kullarıdırlar. Ben Kürtler’i çok seviyorum.), diyor.
Kürtler’i bu kadar çok sevmesi elbette benim hoşuma gitti gitmesine de, bu sevgisini Arapça dile getirmeseydi iyi olurdu. Ne bileyim yani; cümlenin içinde bir “Tayyip” kelimesi bir “Abdullah” kelimesi bir “Cemil” kelimesi bir “Kesire” kelimesi geçiyor, insanda negatif enerji oluşturuyor.
Tuhaf oldum gerçekten! Adam alt tarafı Arapça iki – üç cümleyle Kürtler’e olan sevgisini dile getirirken, “Kürt Sorunu”nun son 40 yıllık sürecini ve içindeki tüm aktörleri tek tek sayıp önüme koydu resmen.
Ulan iştahım kaçtı bee! Yemek yiyecek iştah bırakmadın be adam…
Ben zaten onlardan kaçıp buraya tatile geldim. Revâ mı bana bu yaptığın?…
Baş aşçı olduğu otelde Müslüman bir konuk görünce oldukça sevinen Cezayirli ustamız, biraz önce derdimi kendisine anlatan kadına birşeyler söyledi ve söylediklerini kadın da bana aktardı. Söylediği şu: Her yemek saatinde O’nun direktiflerine göre hareket edecekmişim. O hangi yemeğe parmağıyla işaret edip “Sí” (Evet) derse o yemek helâldir, onu alabilirmişim; hangi yemeğe parmağıyla işaret edip “No” (Hayır) derse o yemek helâl değildir, onu almayacakmışım.
Memnuniyetle kabul ediyorum ve “Okey” diyorum.
Otelin baş aşçısının Müslüman olması beni son derece mutlu etti gerçekten. Yemek saatlerinde hiçbir sıkıntı yaşamayacağım demek ki. Yaşasın Cezayir – Kürdistan kardeşliği, yaşasın Raşîd Ğezal’ın Beşiktaş formasıyla yaptığı asistler.
(Otelin baş aşçısı olan Cezayirli bu abimizle bu sistemi tatilimin sürdüğü bir hafta boyunca başarıyla uyguladık. Kendisinden Allah razı olsun. Yemek saatlerindeki büyük bir sıkıntımı O’nun sayesinde atlattım ve her öğünde yemeğimi huzur içinde yedim.)
Güzel bir öğle yemeği yedim, adetâ ziyafet çektim.
Yemekten sonra bir süreliğine odama çıktım. Otelin üçüncü katında, 306 no’lu odamda dînî ve meslekî bazı iştigaller gerçekleştirdim ve ardından tekrar aşağı indim.
Bir süreliğine otelin terasında ve çevresinde dolandım. Kimseyi tanımıyorum tabiî, kimse de beni tanımıyor.
Gözgöze geldiğim veya yanyana durduğum birkaç kişiyle aramızda baş sallayıp “Hallo” diyerek ve gülümseyerek selamlaşma dışında, pek kimseyle tanışma fırsatım olmadı.
Otelde kalan insanların büyük çoğunluğu, % 80 gibi ezici kısmı Büyük Britanya‘dan gelmiş, yani İngiltere, İskoçya ve Galler‘den. Ve Almanca bilmiyorlar. Hangi masaya ve kümelenmiş bir gruba kulak misafiri olsam, İngilizce konuştuklarını işitiyorum. Geri kalanı Almanlar’dan oluşuyor.
Bir süre sonra otelden dışarı çıkıyorum.
Deniz kenarında biraz yürüyüş yapıyorum, ayağımda terliklerle. Çok güzel bir yürüyüş oldu. Akdeniz’in mavi suları eşlik etti bana bu yürüyüşte.
Deniz kenarında yürürken dudaklarım şarkılar mırıldıyordu; duygusal Sezen Aksu şarkıları mırıldanarak yürüyordum Akdeniz kıyısında:
“Bölünür sancıyla uykular,
Sığınak değil en kuytular,
Gökte ay ondört ben dolunay,
Son hatırâmı sinene sar,
Bu kadarına razıyım yâr.
Uzak diyarlarda evli barklı,
Mutluluk en çok onun hakkı,
Bu yorgun kırık dökük hikâyede,
Adı bende saklı.
Uzak diyarlarda evli barklı,
Mutluluk en çok onun hakkı,
Bu yorgun kırık dökük hikâyede,
Adı bende saklı.
Dalda muhabbette kumrular,
Bana ayrılığı sordular,
Dedim âfet yangın dedim kar,
Dedim adet aşkı vururlar,
Dedim adet aşkı vururlar.
Uzak diyarlarda evli barklı,
Mutluluk en çok onun hakkı,
Bu yorgun kırık dökük hikâyede,
Adı bende saklı.
Uzak diyarlarda evli barklı,
Mutluluk en çok onun hakkı,
Bu yorgun kırık dökük hikâyede,
Adı bende saklı.”
Yürüyüş bana bayağı iyi geldi. Normal hayatımda bu tür şeylere zamandan dolayı fırsatım, deniz olmadığı için de imkânım olmuyordu.
Uzun bir süre gerçekleştirdiğim ve deniz sularının eşlik ettiği bu güzel ve romantik yürüyüşten sonra tekrar otele döndüm.
Akşama kadar otelin lobisinde ve terasında dolandım. Bol bol kahve içtim, insanları ve etrafı gözlemledim. Herkes mutluydu. Ben de.
Akşam yemeği geldiğinde tekrar restorana girdik. Cezayirli ustamızın talimatları eşliğinde masamı donattım ve bir güzel ziyafet de akşam yemeğinde çektim.
Gece, yani akşam yemeğinden sonra ise, otelin lobisi ve terası bambaşka güzeldi. Işıklar altında ortam daha bir harikaydı.
Çok sevdiğim ortamlardır bunlar. Ben de eşlik ettim. Sohbet edeceğim insanlarla tanıştım. Kadın – erkek, birkaç kişiyle tanıştım. Artık yalnız sayılmazdım.
Muhabbet edebileceğim insanlar vardı artık. Gerçi onlar İngiltere, İskoçya ve Galler İngilizcesi konuşuyorlardı ama, ben de Elazığ İngilizcesi‘yle gayet rahat anlaşıyorum onlarla:
– Where are you from?
– Elazığ Ferrikrom.
– How many are there?
– Tu xortî were der!
– Do you drink coffee?
– I run each then me? (Ayran içtin mi?)
Geceyarısı saat 01:00 sularında odama çekildim.
Düşünün yani; hiç uyku uyumadan gelmişim Almanya’dan buraya. Ve yine de o gün hiç uyumayıp, gecayarısı ancak çekiliyorum odama.
Yani 5 Ekim Çarşamba sabahı yataktan kalkmışım ve 7 Ekim Cuma gecesi yatağa giriyorum. Mübarek! Elektrikle çalışsan bile, akü biter yani. Ama benim aküm bitmiyor bir türlü.
Tatilimin ilk günü, kuş tüyü yatağımda güzel bir uyku çektim.
sediyani@gmail.com
SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ
CİLT 13
AZULINE HOTEL MAR AMANTIS / SANT ANTONI DE PORTMANY
AzuLine Hotel Mar Amantis, 6 Ekim 2022