7 EKİM
İSPANYA
5 Ekim Çarşamba sabahı Almanya’daki evimde yataktan kalktıktan sonra o gece hiç uyumayıp 5 Ekim’i 6 Ekim’e bağlayan gece Frankfurt (Frankfurt a. M.)’taki havaalanına giden, orda uçağa binip 6 Ekim Perşembe sabahı İspanya’nın İbiza (Eivissa) Adası’na inen, ordan servis minibüsüyle adanın kuzeyindeki Sant Antoni de Portmany kentinde bulunan AzuLine Hotel Mar Amantis’e yerleşen, otelde de yine ilk gün hiç uyumayıp gece saatlerine kadar uyanık kalan ve ancak 7 Ekim Cuma gecesi yatağa giren ben değilmişim gibi, sadece ama sadece 5 saatlik bir uykudan sonra sabah saat 07:00 civarında tekrar ayaktaydım.
2 tam gün hiç uyumadıktan sonra sadece 5 saat uyumak? Nasıl bir enerjiymiş bu arkadaş?…
Normal hayatımda böyle değilim ama, yanlış anlaşılmasın. Sadece gezilerde olduğum zaman böyleyim. Normal hayatta, biri telefonla arayıp beni uyandırmasa, öğle 12 – 1’e kadar kesinlikle uyanamam. Tabiî çok geç uyuyorum, o yüzden.
Ertesi gün önemli bir işim, randevum veya halletmem gereken bir konu varsa ve erken kalkmam gerekiyorsa, rica ederim ve biri beni telefon açarak uyandırır. Evimde benden başka kimse yok ama telefonla uyandıranlarımız var çok şükür. (Erkeklere güvenmiyorum; rica ettiğimde “tamam” diyorlar ama sonra sabah aramayı unutuyorlar. Kadınlar dürüst ama, unutmuyorlar, sabah arayıp uyandırıyorlar. Ne kadar dînî, millî, içtimaî ve beşerî değer varsa hepsini istismar ederek kendimi acındırıyorum, onlar da vicdanlı ve merhametli oldukları için ricamı geri çevirmiyorlar. Boşuna demiyoruz; “Jin Jiyan Azadî”)
Sabah kalkar kalkmaz aşağıya, otelin zemin katındaki restorana indim, kahvaltı için.
Normalde öğle ve akşam yemeklerini sakin ve hafif yerim, hatta normal hayatımda bazen hiç yemem, ama kahvaltıları çok seven bir insan olduğum için, açıkbüfe kahvaltıda masamı bir güzel donattım, ne kadar çeşit varsa hepsinden alarak oldukça abartılı bir sofra kurdum. Diğer masalarda kahvaltı yapanlar ikide bir gözucuyla bana, daha doğrusu masama bakıyorlardı ama kimin umurunda?
Kahvaltıdan sonra kalktım ve odama çıkıp fotoğraf makinamı alarak tekrar dışarı çıktım. İbiza gezisine başlamak için otelden dışarıya çıkıyorum.
Evet… Gezime başlıyorum…
İbiza Adası’nı gezmek için, otelden dışarıya ilk adımımı atıyorum. “Benim için küçük, İbiza için büyük bir adım.”
Bugün Sant Antoni de Portmany (Kat. Sant Antoni de Portmany; İsp. San Antonio Abad) şehrini gezeceğim. Adayı gezmeye, ikamet ettiğim kentten başlayacağım.
Bulunduğum otel ile Sant Antoni şehir merkezi arasındaki mesafe, sadece 3 km kadar.
Yürüyerek gitmeye karar verdim. Ana yoldan değil, sahil yolundan, sahil boyunca uzanan kum yoldan, yaya yolundan.
Otelden çıkınca, dün giriş kaydımı yapan ve şimdi ilk kez adayı gezmeye çıktığımı anlayan resepsiyondaki güzel kız,
– Adiós, espero que tengas un feliz día. Ríete mucho. (Güle güle, inşallah keyifli bir gün geçirirsiniz. Bol bol gülün.) dedi.
Teşekkür ettim. İnşallah dediği gibi olur; günüm gülmekle ve kahkaha ile geçer.
Kızın nasıl da temiz bir kalbi varsa artık, dışarı çıkar çıkmaz dûâsı kabul oldu. Dışarıya adımımı atar atmaz, karşıma bir kahkaha çiçeği (ipomoea purpurea) çıktı. Hemi de mor! Yani bu adayı ilk yerleşime açan Fenike Uygarlığı’nın renginde. Yani özellikle planlasan, ancak bu kadar olur.
Güzel çiçeği bir süre seyrediyorum. Biraz kokluyorum ve kendisiyle konuşmaya çalışıyorum:
– Günaydın, güzel çiçek. Nasılsın?
Bana bakıyor.
– Sen çok çok çok çok güzel bir çiçeksin.
Gülümsüyor. Fotoğrafını çekiyorum.
“Plantae” âleminin “Tracheophyta” bölümünün “Magnoliopsida” sınıfına ait “Solanales” takımının “Convolvulaceae” familyasına ait “Ipomoea” cinsi bir çiçek olan “Ipomoea purpurea” ya da bildiğimiz adıyla “kahkaha çiçeği”, bundan başka “yaygın sabah zaferi” veya “uzun sabah zaferi” yahut “mor sabah ihtişamı” gibi isimlerle de anılıyor. Aslında Orta Amerika’ya, özellikle Meksika’ya özgü bir bitkidir ama tohumları alınıp dünyanın pekçok ülkesinde de yetiştiriliyor. Neredeyse tüm dünyada yetiştirilmektedir ve bazı bölgelerde yabanî hale gelmiştir. Mor kahkaha çiçeği, Meksika’da nehir kıyılarında ve 2240 m – 2650 m rakımlarda meşe ormanlarında görülür.
Bu tırmanıcı neotropiklerde yaygındır ve bazı çeşitleri süs bitkisi olarak kullanılıyor. Bitki, nemli ve zengin toprağı tercih eder ancak çok çeşitli toprak türlerinde yetişirken bulunabilir. Dünyanın sıcak ılıman ve subtropikal bölgelerinde doğallaştırılmıştır. Mor kahkaha çiçeği, kafesler ve pencere kutuları için süs bitkisi olarak dağınık olarak kullanılır. En geç 1629 yılından beri dünya çiçek sanatı kültürde yeri var. Birkaç çeşidi bulunuyor. Mor kahkaha çiçeğinin daima güneşli bir yere ihtiyacı vardır.
Tüm kahkaha çiçeklerinde olduğu gibi, bu bitki de yapıların etrafında dolanır ve 2 – 3 m yüksekliğe kadar büyür. Yapraklar kalp şeklindedir ve sapları kahverengi tüylerle kaplıdır. Çiçekler trompet şeklindedir, ağırlıklı olarak maviden mor veya beyaza çalan renklerde ve 3 – 6 cm çapındadır. Kıvrımlı, yıllık otsu bir bitkidir. Gövde kıllıdır. Dönüşümlü olarak düzenlenmiş yapraklar, yaprak sapı ve yaprak bıçağına ayrılır. Yaprak ayası basit veya üç lobludur. Hermafrodit çiçekler radyal simetri ve çift periant ile beş katlıdır. Beş çanak yaprak 8 mm – 15 mm uzunluğunda, küt, sivri veya sivri uçludur ve uzun uçları yoktur. Taç genellikle 3 cm – 5 cm arası olup, nadiren 8, 5 cm’ye kadar çıkar. Taç maviden kırmızıya çalar veya beyazdır ve genellikle renkli çizgileri bulunur. Üç skar lobu vardır.
Çiçeklenme dönemi, Temmuz ayından Ekim’e kadar uzanır. Mor kahkaha çiçeği yahut mor sabah ihtişamı, sabah ve öğle vakti çiçek açar.
Kromozom sayısı 2n = 30’dur.
Mor kahkaha çiçeğiyle sabah sevişmemizden sonra, şehir merkezine doğru yürüyüşüme başladım. Önce yol üzerinden, etrafın birkaç fotoğrafını çektim. Dükkânları, alışveriş merkezlerini fotoğrafladım.
Ada çok güzel ve şirin olunca, normalde hiç sevmediğim alışveriş merkezleri bile gözüme şirin görünüyor.
Otelimizin önünden geçen “Carrer de Cala de Bou” (Öküz Kalesi Sokağı) adlı yoldan başladım yürümeye, doğuya doğru, kent merkezine doğru. Arabaların geçtiği yoldan çıkıp sadece yayaların gidebileceği sahil yoluna girdim. Yolun adı, “Passeig de la Platja de l’Arenal” (Arenal Sahil Gezinti Yolu).
Bir yürüyüşün bana bu kadar keyif vereceğini hiç düşünemezdim. O kadar huzur doluydum ki, attığım her adım bana ayrı mutluluk veriyordu. Yürüyüşüm boyunca, sol yanımda Akdeniz’in masmavi suları, suların ötesinde minik minik adalar, sağ yanımda ise restoranlar, kafeler, oteller, oyun ve eğlence parkları…
Sesli bir şekilde Kürtçe neşeli şarkılar söyleyerek yürüyor, arada bir durarak fotoğraflar çekiyor, hatta yer yer durup deniz sularını birkaç dakika seyrederek sonra yoluma devam ediyordum.
Muhteşem güzellikteki şirin bir adada keyfimce yürüyor, geziyordum. O kadar mutlu ve huzurluydum ki, anlatamam. Düşünün; etrafınızda ne AKP – MHP Koalisyonu var ne Altılı Masa, ne Diyanet var ne tarikatlar, ne Türk Solu ve Kürt Solu var ne Türk İslamcılar ve Kürt İslamcılar, ne Solculuk var ne Dîncilik, ne Ümmet var ne Enternasyonalizm ne de “Halkların Kardeşliği”, ne papağan gibi birbirlerini tekrarlayan ve tamamının DNA’sında yalakalık bulunan İslamî “aydınlar” var ne de sabahtan akşama kadar birbirlerini yiyen ve herkesin ucuz sloganik söylemlerle kendini ispat etmeye çalıştığı Kürt “aydınları”…
15 – 20 dakika kadar yürümüştüm ki, karşıma çok güzel bir değirmen çıktı. Birbirlerine yakın olan NYX Hotel Alua Hawaii İbiza ve Hotel THB Ocean Beach adlı iki otelin sahile bakan önünde geniş bir park bulunuyor ve o parkın içinde güzel bir değirmen var.
Tipik İberya değirmenlerinden biri bu. Hani İspanyol romancı, şair ve oyun yazarı Miguel de Cervantes Saavedra (1547 – 1616)’nın kaleme aldığı şu meşhur “Don Quijote” (Don Kişot) hikâyesinde karşımıza çıkan değirmenlerden.
Değirmenin ve etrafının birkaç fotoğrafını çektim.
Elbette, “Don Quijote” öyküsünde olduğu gibi, değirmene karşı savaş açıp üzerine yürümedim. Onu eskiden, gençliğimde yapıyordum. Kendi ülkemdeki zûlümler, adaletsizlikler ve zalimler dururken, her Cuma namazı çıkışında İstanbul’daki Beyazıt Meydanı’nda gösteri düzenleyip dünyanın taa öbür ucundaki zalimlere karşı slogan atarken yapıyordum. Bazıları hâlâ yapıyorlar. Fakat ben artık yapmıyorum. Çünkü artık biliyorum ki, alt tarafı cansız bir değirmen.
Bu parkın veya alanın adı, Espacio Cultural Sa Punta des Molí (Değirmen Noktası Kültür Alanı).
Alan, Portmany Körfezi’nin ortasında, batıya bakan, Arenal ve Es Pouet plajları arasında oluşan aynı isimli noktada yer alıyor.
Adından da anlayacağınız üzere, burası bir kültür ve eğlence sahası ve ismini de, alanın ortasında dikilen değirmenden alıyor. Yıl boyunca, bu kültür merkezi her türden kültürel ve sosyal etkinliğe evsahipliği yapmakla birlikte, en çok program yaz aylarında gerçekleşmektedir.
Burası, buralı, bu kentin insanı olan işadamı Josep Roselló Cardona (1903 – 77)’nın 20. yy’ın başında, nihayet inşâ edilmemiş bir otel altyapısı projelendirdiği bir sahil arazisidir. Son olarak, Sant Antoni Belediye Meclisi araziyi geri almak için satın aldı ve 1999 yılından beri kültürel bir alan olarak işlev görüyor.
14.240 m2’lik bu kompleks, geleneksel bir un yapma yel değirmeni, bir su çarkı, müzeleştirilmiş bir yağ değirmeni, bir açıkhava oditoryumu, havuzları olan balıkçı evleri, bir çocuk oyun alanı, bir Akdeniz Botanik Bahçesi ve 1932 – 33 yıllarını bu arazideki bir evde geçiren Alman Yahudî filozof, edebiyat eleştirmeni, kültür tarihçisi, mütercim ve estetik kuramcısı Walter Benedix Schönflies Benjamin (1892 – 1940) anısına açılmış Walter Benjamin Sergi Salonu’ndan oluşmaktadır.
Alman filozof Walter Benjamin, 1932 ve 1933 yazlarını İbiza Adası’na gelerek Sant Antoni kentindeki şu anda müze olan bu evde geçirmiştir. Sonra Almanya’ya döndü ama aynı yıl, Yahudî olduğu için Nazi Almanyası’ndan Fransa’ya kaçtı. 1940 yılında Nazi Almanyası’na teslim edilmek üzere tutuklandı. Gestapo’ya gönderilmek üzere olduğu için, 27 Eylül 1940’ta İspanya’nın Fransa sınırındaki Portbou (Port-Bou) kasabasında intihar etti. Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Walter Benjamin’in Türkçe’ye de çevrilip yayınlanmış pekçok kitabı bulunuyor. Türkiye’de yayınlanmış kitapları şunlar: “Brecht’i Anlamak” (Metis Yayınları, İstanbul 1984), “Parıltılar” (Belge Yayınları, İstanbul 1990), “Son Bakışta Aşk” (Metis Yayınları, İstanbul 1993), “Estetize Edilmiş Yaşam” (Der Yayınları, İstanbul 1995), “Pasajlar” (Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1995), “Tek Yön” (Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1999), “Moskova Günlüğü” (Metis Yayınları, İstanbul 2001), “Bindokuzyüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk” (Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2004), “Sanat ve Edebiyatta Eleştiri” (İletişim Yayınları, İstanbul 2010), “Esrar Üzerine” (İmge Yayınları, Ankara 2012), “Fotoğrafın Kısa Tarihi” (Agora Kitaplığı, İstanbul 2012), “Epik Tiyatro Üzerine Üç Metin” (Agora Kitaplığı, İstanbul 2014) ve “Hikâye Anlatıcısı” (Heretik Yayınları, İstanbul 2019).
Sa Punta des Molí (Değirmen Noktası)’nin coğrafî yer adı nispeten moderndir. 1786’dan 19. yy’ın sonuna kadar bu bölge Punta de sa Font (Su Kaynağı Noktası) olarak biliniyordu. Bazı yazarlara göre bu isim, o noktanın yakınında bir yerde denize fışkıran bir tatlı su kaynağına atıfta bulunuyor.
Avusturya Arşidükü Lluís Salvador (1847 – 1915), 1878 yılında yayınlanan “Die Balearen” (Balear Adaları) adlı kitabının bir bölümünde bu su kaynağından da bahseder: “San Antonio limanının bir özelliği, bir yel değirmeninin bulunduğu karşı kıyıya yakın denizin dibinden yükselen bir tatlı su kaynağıdır. Su akıntısının kuvveti o kadar büyüktür ki, yüzeye karışmadan ulaşır; bu nedenle hava sakin olduğunda denizden içme suyu çekilebilir.”
Bahsedilen yel değirmeninin Sa Punta’ya ait olması çok muhtemeldir. Donanma belgelerinde “Buenavista (Güzel Manzara) Değirmeni” olarak anılır. Aslında limana giren gemiciler için bir işaretti.
Sa Punta des Molí’nin tarihi, esas olarak yel değirmeninin varlığıyla değil, aynı zamanda önemli bir rol oynayan diğer unsurlarla da işaretlendi. Son değirmencinin torunu Joan Varó (? – ?)’ya göre, malikanenin girişinde “1818 Molino de Buenavista” yazılı bir taş vardı; bu nedenle değirmenin o yıl inşâ edildiğine inanılmaktadır. Evin ve su çarkının yanısıra şimdi ortadan kaybolmuş olan bir harman yeri ve bir tuğla su deposu olduğu hâlâ hatırlanabiliyor. Hotel Hawaii’nin şu anda bulunduğu aynı arazide, Pi des Molí olarak bilinen güçlü bir çam ağacı vardı. Aşağıda büyük bir incir ağacı ve buradan Cartagena’ya ve diğer yönlere çam ve holm meşe kerestesi ve kömürün sevkedildiği bir depo vardı.
Sa Punta yel değirmeni, Sant Antoni de Portmany’deki üç un değirmeninin tercih edileniydi. Belediyenin her yerinden, Sant Agustí’den ve hatta Sant Josep’ten insanlar, kıt olduğu için onlar için çok önemli olan un elde etmek amacıyla buğday ve arpa öğütmek için buraya geldiler. Hayvan yemi için bezelye, fasulye ve hatta bazen yulaf gibi diğer ürünler de burada öğütülürdü. Bu değirmen, öğütme kalitesiyle takdir edildi ve çok elverişli bir coğrafî konumda olduğu için Sant Antoni’deki en işlek değirmendi.
1865 yılında, çeşitli yazarların da onayladığı gibi, yel değirmeni Lluc Costa Costa “Maimó” de Corona (? – ?)’ya aitti ve O da onu daha sonra oğlu Miquel Costa i Bonet (? – ?)’e verdi. Tüm miras bir un değirmeni, bir kule, yelkenler, bir dükkân, bir ahır, bir su çarkı ve bazı ağaçlarla birlikte yaklaşık 30 dönümlük bir araziden oluşuyordu.
Sa Punta değirmeninin son değirmencisi Joan Bonet Torres de Cala Salada (? – ?) idi. Oğlunun mülkü ve yel değirmenini miras alması gerekiyordu, ancak Küba’nın başkenti Havana’ya göç etti ve bir daha geri dönmedi. Sant Antoni’deki iki un şirketinden çeşitli satın alma tekliflerine rağmen, iki kızı Maria (? – ?) ve Agnès (? – ?), araziyi ve değirmeni miras aldılar. Maria, Alicante’den bir balıkçı olan Tomàs Varó (? – ?) ile evlendi. Bu aile, değirmen evinde yaşamaya başladı, ancak o sırada değirmen artık çalışmıyordu. Daha sonra, işadamı Josep Roselló Cardona mülkü satın aldı.
1932 ve 1933 yazlarında Avrupa kültürünün en önemli isimlerinden biri burada, Sa Punta des Molí’de yaşıyordu: Alman Yahudî filozof, edebiyat eleştirmeni, kültür tarihçisi, mütercim ve estetik kuramcısı Walter Benedix Schönflies Benjamin.
Walter Benjamin, İbiza (Eivissa) Adası’ndaki bu beyaz renkli mütevazi evde iki dönem yaşadı: İlk olarak 19 Nisan – 17 Temmuz 1932 arası ve daha sonra 11 Nisan – 26 Eylül 1933 arası. Dünyaca ünlü filozof Benjamin, o zamandan beri İbiza (Eivissa) Adası’ndaki eski ve geleneksel yaşam tarzından, manzaranın ve doğanın sakinliği ve güzelliğinden, çiftlik evleri ve onların sadeliğinden, gelenek ve insanların karakterinden büyülenmişti. Bu duygu, ada üzerine ve ada hakkında yazdığı çeşitli eserlere yansımıştır. Çalışmaları, halk kültürüne ve bilginin sözlü aktarımına yüksek düzeyde bir duyarlılık ve büyük bir ilgi göstermektedir. Ayrıca, özellikle manzara ve sosyal değişikliklerle ilgili olarak, yeni başlayan turizm ve arazi spekülasyonunun neden olacağı değişikliklerden duyduğu korkuyu da yansıtıyor, kaleme aldığı eserler.
Walter Benjamin, Nisan 1932’de İbiza’ya gitmeye karar verdiğinde, bunu oradaki yaşam giderlerini ayda 60 – 70 Mark (DM) olarak belirlediği “Avrupa’nın geçim düzeyi”ne indirmek için yaptı. Adaya varır varmaz, uzun süredir arkadaşı olan Hans Jakob Noeggerath (? – ?)’ın yanına, Sa Punta des Molí burnundaki bir evde yaşadığı batı kıyısındaki küçük ve sakin Sant Antoni kentine taşındı.
İlk kaldığı süre boyunca Sa Punta des Molí’de “Can Frasquito” adlı küçük bir ev kiraladı. Evin ismi, Alman filozof Walter Benjamin’in iyi bir dostane ilişki içinde olduğu evsahibinin takma adıydı. O’nunla sık sık teknesinde denize açıldı. “Berliner Chronik” (Berlin Kroniği), “Spanien 1932” (İspanya 1932), “In der Sonne” (Güneşte), “Serie über Ibiza” (İbiza Hakkında Dizi) adlı makalelerinde ve diğer daha kısa metinlerinde bu güzel hatırâlarından bahsetti. Bu ev, yel değirmeninin ve toprak sahibinin evinin yanındaydı ve 1980’lerde yıkıldı.
Oradan, Alman filozof Walter Benjamin çevreyi, doğayı ve Sant Antoni’nin sunduğu şeyleri keşfetti ve deneyimlerini arkadaşlarına yazdığı birçok mektupta anlattı:
“Adanın iç kesimlerine yapılan büyük yürüyüşler, eski ama hâlâ canlı bir kültürün izleriyle dolu bir manzara keşfetmemi sağladı. Bir patika, bir kireç ya da kömür ocağı, bir sarnıç ya da bir taş duvarla desteklenen teraslı bir tarla olarak her dönemeçte mevcuttu.”
İbiza’daki ilk kalışında, ressam Jean Selz (1904 – 97) ile tanışması, aynı zamanda ünlü filozof Walter Benjamin’in uyuşturucu ile de ilk tanışması oldu.
Nisan 1933’te Walter Benjamin, Almanya’dan bir mülteci olarak İbiza’ya geri döndü. Bu ikinci dönemin ilk aylarında yine Sant Antoni kentinde, Coves Blanques Deniz Feneri’nden pek de uzak olmayan bir evde yaşıyordu. Daha sonra körfezin diğer (bu) tarafında, Sa Punta des Molí yakınlarında bir oda kiraladı. Bu ikinci yolculuk sırasında, halihazırda hissedilmekte olan sosyal değişikliklerin yanısıra, adada gerçekleşmeye başlayan manzara değişikliklerinden şikâyet etti.
Bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle diyordu:
“Bunu size burada bir evde tek başıma yaşadığımı, çok taşra türünden üç öğün yemek yediğimi, genel olarak lezzetli ve bunun için günlük 1, 80 DM ödediğimi söylediğimde anlayacaksınız. Bundan sonra, adanın gerçekten alışılmışın dışında olduğunu ve aynı zamanda medeniyetin de alışılmış yolunun dışında olduğunu söylemeye gerek yok, bu yüzden her türlü rahatlığa sahip olduğunuzdan emin olmalısınız.
Siz de buraya gelip yerleşebilir, bunu kolaylıkla yapabilirsiniz. Sadece iç huzuru için, ekolojik bağımsızlık için değil, aynı zamanda bu manzaranın size sunduğu ve şimdiye kadar bulduğum en bozulmamış anayasa için.”
Benjamin, 1933 yazında İbiza Adası’nda “Agesilaus Santander”i yazdığı Hollandalı ressam Anna Maria Blaupot ten Cate (1902 – 2002)’ye âşık oldu. “Agesilaus Santander” adlı eserini, âşık olduğu bu kadın için yazmıştır.
İbiza’dayken Benjamin, ayrıca Almanya’daki “Frankfurter Zeitung” adlı gazetede “Ibizenkische Folge” adlı 9 bölümlük bir İbiza seyahat hikâyeleri yazdı.
Walter Benjamin, Eylül 1933’te İbiza Adası’ndan ayrıldı. İbiza’dan ayrılırken, şu satırları kaleme almıştı ünlü filozof:
“Elvedâ gelenekler, elvedâ baladlar, renk ve tarih dolu harika elbiseler. Belki sen, İbiza, daha müreffeh günler göreceksin. Ancak bu kapitalist ve modernist istilâya karşı direnmenizi ve böylece en asil mirasınız olan örf ve adetlerinizi korumanızı diliyorum.
Walter Benjamin yazdı,
İbiza’daki konaklamalarından biri sırasında.”
Eylül sonunda adadan ayrıldı ve Fransa’nın başkenti Paris’te bir eve taşındı. Yedi yıl sonra Fransa’dan kaçmaya çalışırken İspanya sınırını geçemeyince, tam sınırdaki Portbou kasabasında intihar etti.
İbizalı yazar Vicente Valero (1963 – halen hayatta), Alman Yahudî filozof Walter Benjamin’in hayatını ve o dönemde İbiza’daki zamanı deneyimleyebileceğimiz bir kitap yazdı. 2001 yılında Katalonya’nın başkenti Barcelona’daki Ediciones Península adlı yayınevi tarafından basılan “Experiencia y Pobreza: Walter Benjamin en Ibiza, 1932-1933” (Deneyim ve Yoksulluk: Walter Benjamin İbiza’da, 1932 -1933) adlı kitapta Valero, Benjamin’i İbiza’ya götüren nedenleri ele alıyor ve iki kalışını kültürel, tarihsel, politik ve edebî bir bağlamda yeniden inşâ ediyor. Buna göre, Walter Benjamin’in bir süreliğine İbiza’ya yerleşme kararı (sürgününün ilk yerlerinden birini seçmesi) sürpriz oldu ve çok fazla hazırlık gerektirmedi.
İbizalı yazar Vicente Valero, 1963 yılında İbiza’da doğdu ve hâlâ adada yaşıyor. Alman filozof Walter Benjamin’in 1932 – 33 yıllarında kendi memleketindeki, adasındaki hayatını keşfetmeyi kendine görev edindi. Valero, Walter Benjamin ve arkadaşlarının sayısız notlarını, mektuplarını, günlüklerini ve yazılarını inceledi ve hepsini “Experiencia y Pobreza: Walter Benjamin en Ibiza, 1932-1933” adlı kitabında özetledi. 200 sayfalık eser, otobiyografi, durumların ve karşılaşmaların anlatımı ve ayrıca İbiza’nın ziyaretçileri üzerinde neden o zaman bile büyüleyici bir etki bıraktığına dair bazı açıklamaların bir birleşimidir.
Kitap büyük ölçüde anlatı tarzında yazıldığından, Walter Benjamin hayranı olmasanız bile kendinizi 1930’ların başındaki İbiza’daki dünyaya ve hayata kaptırabilirsiniz. Kitaptan bazı alıntılar:
“1931’de İbiza’da sadece birkaç yabancı vardı. O kadar az kişi vardı ki, yerel halk herkesi adıyla tanıyor ve nereden geldiklerini, hangi hanlarda veya özel odalarda kaldıklarını çok iyi biliyor ve yeni gelenlerin ne yapmak istediklerine dair kabaca bir fikirleri vardı. Kafelerde ve evlerde en çok konuşulan konulardan biri, adaya ilk yabancının gelmesiydi.”
“Walter Benjamin, Sant Antoni’deki kalışının yanısıra İbiza kentinde de, özellikle liman bölgesinde biraz zaman geçirdi. Yeni açılan bir bar olan ‘Migjorn’da fikir alışverişinde bulunduğu ve uyuşturucu deneyleri yaptığı diğer yazar ve sanatçılarla tanıştı. Yerel basında bir ‘çay salonu’ ve ‘Amerikan barı’ olarak sunulan ‘Migjorn’, kısa sürede tüm milletlerden misafirlerin genellikle aynı masada oturduğu popüler bir buluşma yeri haline geldi. Açılış 5 Haziran 1933 Pazartesi günü yapıldı. Ada gazetesi ‘Diario de Ibiza’, olay hakkında kapsamlı bir haber yaptı.”
Sant Antoni’de, ünlü filozof Walter Benjamin’in kaldığı evin de bulunduğu ve bugün Espacio Cultural Sa Punta des Molí (Değirmen Noktası Kültür Alanı) olarak adlandırılmış bu arazinin mülkiyetini ele geçirmek için, 1994 yılında Sant Antoni de Portmany Belediyesi gerekli girişimleri başlattı. Belediye, 1995 yılında mülkün tamamını satın aldı.
Hemen bir yıl sonra, 1996’da ise Sa Punta des Molí’nin kurtarılması ve bakımı için proje başladı. Yel değirmeni, su çarkı ve eski ev restore edilmiş ve yeni bir oditoryum inşâ edilmiştir. Bugün evde bir sergi salonu var. Projeyi mimarları Javier Planas ve José Torres, bunu diğer iki mimar Francisco J. Pallejà ve Salvador Roig ile belediye inşaatçısı Miguel A. Martí Miralles’in desteğiyle gerçekleştirdiler. Yel değirmeni ve su çarkının tüm mekanizmaları ise Formentera Adası’ndan Joan Torres Mayans tarafından yeniden kuruldu.
Nihayet 6 Ağustos 1999’da alanın açılışı gerçekleştirildi.
Bir zamanlar İbiza’da turizm yoktu tabiî, hatta adada bir tek yabancı bile yaşamıyordu. Bunun için, ağırlıklı olarak tarıma dayalı bir geçimlik ekonominin var olduğu diğer birçok Akdeniz bölgesinde olduğu gibi, İbiza Adası’nda da tahıl ekimi nüfûs için gerekliydi.
Sırasıyla arpa ve buğday en önemli ürünlerdi. Sulanmayan tahıl ekimi, ekilebilir alanlarda (“terços”) uygulanan geleneksel münavebeli ekonominin önemli bir parçasıydı. Bu tahıl ekimi o kadar önemli ve kırsaldaki yaşamı o kadar belirlemiştir ki, popüler kültürde kök salmıştır. Pekçok şarkı, atasözü, gelenek, geleneksel mimarînin unsurları ve aletleri bu ekin yetiştiriciliği ile yakından ilgilidir.
Buğday / un üretimi, tarlaların hazırlanmasıyla başlayan çok uzun bir süreci gerektiriyordu. Sonra ekme, biçme, harmanlama (tane ve saman ayrılır), tahılın elenmesi (samanın kalıntılarının çıkarılması) ve son olarak un yapmak için tahılın öğütülmesi geldi. Bu son işlem, rüzgâr enerjisi, su gücü veya hayvan gücü ile çalışan un değirmenlerinde gerçekleşti. Bu son durumda onlar “molí de sang” olarak adlandırılır.
Un, geleneksel beslenmenin en önemli parçası olan ekmek pişirmek için kullanılıyordu. Diğer ürünler ise İbiza mutfağının “coques” gibi hamur işleri, kekler ve diğer yemekleriydi. Ayrıca ekmeğin dînî bir sembol olarak önemli bir rol oynadığını ve oynamaya devam ettiğini de unutmamak gerekir.
İbiza’da dönüşümlü olarak buğday ve arpa ekildi. Böylece buğdayın ekildiği tarlaya (“terç”) ikinci yıl arpa ekilmiş olur. Üçüncü yıl nadasa bırakıldı ve sığırlar üzerinde otlatıldı (“cultiva”) ve ardından dördüncü yılda bir sonraki buğday ekimi (“ermàs”) için tekrar hazırlandı. Çorak arazideki çalışma (“ermàs”) ile buğday hasadı arasında birbuçuk yıl geçiyordu. Bu süre zarfında çeşitli tarım işleri tahıl üretimine kadar devam etti.
Ocak ayında “ermàs” ilk kez “guaret” adı altında sürülmüştür, daha sonra Mart ayında “binar” adı ile ikinci kez, Mayıs ayında ise “terçar” adı ile üçüncü kez sürülmüştür. Eylül ve Ekim ayları arasında yağışlı mevsimde gübre tarlalara serpildi ve ardından hafif sürümle toprakla karıştırıldı. Ekim, Kasım ve Aralık aylarındaki işlemler ise iki farklı şekilde yapılabilir; “a eixam” veya “a solc”. Tohumlar elle serildiğinde “eixam” denir. Taneler, “sembradora” adı verilen, esparto otundan yapılmış, tek kulplu bir çeşit torba içinde taşınırdı. Bundan sonra, tohumları düzgün bir şekilde gömmek için çiftçilik yapıldı. Diğer yöntem olan “solc”da, bir çiftçi önce bir karık kazar ve ardından ekici tohumları içine saçar. Rüzgârlı günlerde, karton veya kalaydan yapılmış, tepesi daha geniş bir tüp kullanılırdı. Ekimden sonra tarla, tohumların gömülü kalması için tesviye edildi. Bunların kuşlar tarafından yenmesinden kaçınmak istediler.
Çimlenme döneminde ve sonraki birkaç ayda yabanî otların fazla büyümemesine dikkat edilmelidir. Hava uygun olsaydı, buğday Haziran ayında biçilebilirdi.
Zorlu bir iş olan biçme sırasında, buğday genellikle bir orakla kesilir ve “vencís” adı verilen bir esparto otu dizisiyle “garbes” demetlerine bağlanan tokmaklar halinde istiflenirdi. Bu tür on kasnak birlikte bir tane oluşturdu. Demet boduru “cavalló”, “terç” tarlasının üretimi için ölçü birimidir.
Demetler harman yerine getirildi ve harmanlandı, yani tahıl samandan ayrıldı. Harman yeri, zeminde rüzgârın süpürdüğü hafif bir yükseltiye kurulmuş, dövülmüş topraktan yuvarlak, düz bir yüzeydi.
Temmuz harman ayıydı. Önce demetler sökülerek “erada” denilen harman yerine serilir, daha sonra bir hayvanın çektiği harman tahtasıyla harmanlanır, bu şekilde buğday ve mısır başakları kırılır, bu işlem üç veya dört kez tekrarlanırdı.
Tahılı samandan ayırmak için rüzgârın gücü kullanıldı. Hasır çatalla havaya fırlatıldı. Saman rüzgârla savruldu ve tahıl yere düştü. “Erer” adı verilen büyük taneli bir elek ile kalan ince samanı yine de çıkarabilirdiniz.
Samanlar ahırlarda tutulur ve hayvan yemi olarak kullanılırdı. Tahıl, değirmende öğütülmeye hazır olarak tahıl ambarlarında veya genel ambarlarda depolanırdı.
Hasat edilen buğdayın yeteri kadarı gelecek yılın ekimi için ayrıldı. Küçük bir kısmı irmik elde etmek için el değirmeni ile öğütülür ve geri kalanı un yapmak için değirmene götürülürdü.
Buğday veya arpadan un üretimi temel bir ihtiyaçtı ve bu nedenle yel değirmenleri, su değirmenleri ve hayvanlarla çalışan değirmenler o dönemin vazgeçilmez cihazlarıydı. Çiftçiler, ekmek için gerekli unu elde etmek için mısırları öğütülmek üzere değirmene getirdiler. Karşılığında, değirmenci bunun küçük bir kısmını aldı.
Tahılı ölçmek için farklı hacim birimleri kullanıldı; “mitjaquara”, “barcella”, “almud”, “mig almud” ve “quario”. Bunlar geleneksel sistemin ölçü birimleriydi. Hepsi kapasite birimleridir ve bu nedenle ağırlık, ölçülen ürüne göre değişir. Tahtadan yapılmışlardı ve şekil olarak kesilmişlerdi. Normalde değirmenci, her çeyrek buğday için ağzına kadar doldurulmuş bir “almud” ve her bir çeyrek arpa için biraz daha fazla doldurulmuş iki “almud” alırdı. Parayla da ödeyebiliyordunuz ama değirmenci tahıldan payına düşeni almayı tercih ederdi. Geçimlik bir meslek olarak nitelendirilebilecek bu meslek, genellikle anne babadan evlatlara intikal etmiştir. Sahibi olan değirmenci, doğru çalışmayı denetledi ve öğütme kalitesinden de sorumluydu. Bu kötüyse, tahılı değiştirmesi gerekiyordu.
Yel değirmenleri, rüzgârın düzenli olarak estiği, genellikle hafif yüksekliklerde, açık alanlarda inşâ edildi. Sahile çok yakın olan Sa Punta’nın yel değirmeni, değirmen kanatlarını döndürmek için körfezin deniz meltemini kullandı. Bununla birlikte, değirmenlerde rüzgâr koşullarına bağlı olarak yel değirmeni kanatlarının ve çatı çerçevesinin yönlendirilmesine izin veren bir mekanizma da vardı.
Değirmen taşları ve demirden olan bazı parçalar dışında iç ve dış makineler ahşaptır. Kireçtaşı ve kumtaşından inşâ edilen kule, 3 m çapında ve yaklaşık 7 m yüksekliğinde yuvarlak bir kaideye sahiptir.
sediyani@gmail.com
SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ
CİLT 13