Büyük, çok büyük bir felaketle sarsıldık, Maraş Ovacık’tan Halep’e, Malatya’ya, Diyarbekir’e, Adana’ya, Adıyaman’a… kadar. O kadar büyük ki insan tarif edecek, anlatacak kelime bulamıyor. Öylece şoke olmuş vaziyette susup kalıyor.
Malatya’da depremin yıkıntıları arasında kurtarma çalışmaları arasında merkezine bilgi veren bir muhabiri izliyordum. Dehşeti, dehşet içinde bize gösteriyordu. Bizi de kendisi gibi dehşet içinde bırakarak. Tam o sırada birincisiyle hemen hemen aynı büyüklükte ikinci deprem meydana geldi. Muhabir ne yapacağını şaşırmış halde. Bir yandan kameraman arkadaşına çekime devam etmesini, gösterdiği yerleri çekmesini söylerken bir yandan da sağa sola kaçışan insanlara yardım etmeye çalışıyordu. Bağlandığı merkeze gelişmeleri, yaşananları aktarırken az önce yıkılan bir binanın tozu dumanı arasında iki çocuğuyla kurtulan bir annenin yardımına koşuyordu. Kadın olup bitenin farkında olmayacak kadar adeta ruhsuz dönüyordu etrafında. Muhabir kucağına aldığı küçük kızı dili tutulmuş annesinin yanına getirdiğinde şoka girmiş kızcağızı sakinleştirmeye çalışıyordu. Biz Türkiye’nin depreme yakalanmamış diğer tarafı tam da bu haldeyiz dedim. Şoke olmuşuz. Nutkumuz tutulmuş.
Deprem kuşağındayız. Hani hep derler ya, depremle yaşamaya alışmışız! Öyle! Neredeyse birkaç senede bir yıkıcı bir deprem girer gündemimize. Her yıl meydana gelen küçük depremleri saymıyorum bile. Yaralarımızı sarıp biraz kendimize gelir gibi olunca bir başka deprem gelir ve yeniden yüce Allah’ın tabiata egemen kıldığı kanunları hatırlatır. Dolayısıyla depreme alışmış vaziyetteyiz. Ama bu seferki başka. Koca bir bölgeyi vurdu. Halep, Antep, Maraş, Urfa, Diyarbekir, Adıyaman, Adana… ve daha nice şehri yıkıp geçti. Bu sefer şoke olmamız bu yüzden. Dilimizin tutulması bundan ötürü.
Muhabir, merkeze dehşeti bildirmeye devam ederken ikinci depremin etkisiyle yıkılan binanın çıkardığı tozun dumanın arasında sakin, elleri yana düşmüş, umursamaz, telaşsız, bitkin, yılgın, enkaza dönmüş, garip bir tepkisizlikle altmışlarında bir adam beliriverdi. Muhabir de adamın haline şaşırmıştı. Bir şeyler sordu toz duman içindeki yüzünde gözyaşlarının iz yaptığı adama. Adam sadece ağlayabiliyordu. Eliyle binayı gösterebiliyordu yalnızca…Şok geçiriyordu. Dili tutulmuştu. Kilitlenmişti.
İnsan dehşet verici bir olay yaşadığı zaman böyle olur. Böyle anlarda korku, dehşet, kaçış, geriye dönüp yardım etme isteği, çaresizlik, tedbir düşüncesi, yardım bekleyenleri yitirme endişesi ve kendi canını kaybetme korkusu… gibi yüzlerce, binlerce düşünce bir anda insanın aklına hücum eder. Böyle anlarda düşünceler normal zamanlardaki gibi belli bir sistem dahilinde oluşmazlar. Tam tersine düşüncelerin dengesi bozulur ve adeta ipini koparan düşünceler bir anda insanın aklına hücum eder ve deyim yerindeyse aklı esir alır, kilitlerler. Bedensel denge de kaybolur doğal olarak. Depremler gibi doğal afetlerde bir anda milyonlarca kişinin araması sonucu cep telefonu operatörlerinin kilitlenmesi gibi.
O adamı düşündüm. Bina yıkılırken nasıl düşünceler aklını istila etti, diye. Acaba gencecik bir evladını mı enkazda bıraktı? Yoksa iki körpe torunu mu vardı yıkıntılar arasında? O yüzden mi nutku tutulmuştu. Üstüne doğru gelen binlerce tonluk ağırlığın altında kalmaktan kurtulurken, çaresizliğin, çözümsüzlüğün tahammülfersa yükünü kaldıramadığı için mi nutku tutulmuştu?
Ya nasıl kaldıracaktı göz pınarından dökülen yaşların ağırlığını geri kalan ömründe?