Uzun süredir sıraya koyduğum, gerek taziyem nedeniyle memlekete gitmem, gerekse özel işlerimden ötürü başlayamadığım, Lübnan asıllı Fransız Yazar AminMaalouf‘un yazdığı (1983), Arapların Gözünde Haçlı Seferleri adlı kitabını nihayet okuyup-bitirebildim. Sıranın başına da hemen Gazeteci-Yazar Yaşar Seyman’ın yazdığı ve büyük incelikle bana imzalı olarak gönderdiği “Benazir” adlı kitabını koydum.
Yaşo! Kusura kalma, en kısa sürede okuyacağım. Geciktiğim için özür dilerim. Yaşar hanım, çok duygusal, içten, samimi ve bir o kadar da kibardır. Çok geç tanıdım ama çok erken sevdim. Harika bir entelektüeldir.
Neyse Yaşo’yu bir tarafa bırakalım ve konumuza dönelim. Yaşo, yabancı değildir ve küsmez bana. “Yaşo”lakabı da bana ait değil Yaşar Kemal’e aittir. Yaşar hanımı çok seven Yaşar Kemal, ona “Yaşo” diye takılırmış.
On birinci yüzyılın sonundan on üçüncü yüzyılın başına kadar devam eden Haçlı Seferlerini anlatan kitap muazzam bilgilerle doludur. Olabildiğince az, öz, özetini sizler için derledim.
Frenk kelimesinin diğer kullanım şekilleri: Ferenc, Ferencât, İfrenc, İfrencât‘dır.
Yaklaşık iki yüz yıl süren haçlı savaşlarıyla ilgili; “kılıçlar savaş ateşini körüklerken insanın kullanabileceği en kötü şey, gözyaşı dökmektir” diyor Şam’ın vakanüvisi İbnü-l Kalanisi (tarihçi).
Frenklere karşı kahramanca savaşan Selahaddini Eyyubi: “Frenklere bakın! Dinleri için nasıl gözleri dönmüşçesine savaşıyorlar. Oysa ki, biz Müslümanlar cihat yolunda hiç de ateşli değiliz” diyor. (1096-1100)
Savaşı kastederek, hayatta kalmak için öldürmenin şart olduğunu belirten Amin Maaoluf, 21 Ekim 1097’de Suriye’nin en büyük şehri olan Antakya (Antiokheia) kalesinin tepesinden haykırışların yükseldiğini aktarıyor.
Kitapta “Habibü’n Neccar Tepesi” ni duyunca aklıma rahmetli annemin sık sık söylediği bu sözü geldi ve demek ki, bu sözün tarihsel bir arkası varmış dedim. Sözü şuydu: “HostaNecar,
Ra be, rûn e,
Weka her car,
Xwedê yek e,
Derge hezar…”
Antakya‘nın, Müslüman fethinden önce, nüfusu iki yüz bini bulan bir Roma metropolü olduğunu, Hıristiyanlara “Nasara”ları, Nâsıralı’nın müritleri denildiğini, Selçuklu sultanlarının adetleri arasında komutanların ve valilerinin çoğu kölelerden “memluk”lardan seçildiğini, geniş yetkilerle donatmaları sonucunda azad edilmelerine bile gerek kalmadığı ifade edilmektedir.
Urfa’nın ilk isminin Edessa olduğunu, Arapların er-Ruha dediğini aktaran kitapta, Müslüman ordusuyla ilgili şu tespiti yapmaktadır. “Müslüman ordusu kesinlikle bağdaşık bir kuvvet değil, çıkarları çoğunlukla çelişen bir melikler koalisyonudur.”
O dönemde var olan bağnazlıkla ilgili de Maarralı Ozan Ebu’l-âlâ el Maarri‘nin şu dizesine yer verilmektedir.
“Yeryüzü sakinleri ikiye ayrılır,
Beyni olup dini olmayanlar,
Ve dini olup beyni olmayanlar,
Sırçadan yapılmışız gibi parçalar bizi kader,
Ve yapışmaz bir daha asla kırıklarımız.”
Yaşanan savaşı ve vahşeti şu satırlarla dile getirmektedir. “Maarra’da bizimkiler, yetişkin dinsizleri kazanlarda kaynatıyor, çocukları ise şişe geçiriyor ve kızartıp yiyorlardı.”Maarra’da savaşa katılmış komutan Frenk Kronikçi Albert d’Aix’in bu cümlesi de yaşanan dehşetin özetidir.
“Bizimkiler sadece öldürülmüş Türklerle Müslümanları değil, köpekleri bile hiç iğrenmeden yiyorlardı.”
Yemek stoklarının yapıldığı en güvenli yerin Kürtlerin kalesi olan Hısn’ül Erad’ya taşındığını aktaran Maalouf, Kuzey, Güney ve Şam’ın tamamının teslim olması için Frenkler tarafından Mısırlı diplomatlara Antakya yakınlarında öldürülmüş üç yüz Türk’ün kesik başlarını gösterdiklerini ve “bükemediğin eli öp ve onu bükmesi için Allah’a yalvar”sözünün kullanıldığını aktarır.
Halkın Kudüs’e “iliya” dediğini, ulemaların ise; “el Kuds (Kudüs), Beyt’ül Makdis veya el-Beytü’l– Mukkadesismini taktığını da söyler.
Frenklerin İşgali sırasında Trablusşam emiri Fahr’ül-mülk İbn Ammara şöyle der:
“Frenkler ele geçirdikleri her kalenin ardından bir başkasına saldırırlar. Güçleri durmadan artacak ve onunda Suriye’nin tamamını işgal edip bu ülkenin Müslümanlarını yerlerinden edeceklerdir. Araplar uyuşuktur.”
Haşşaşiyan Tarikatı:
Haçlı seferleri sırasında Haşaşiyan tarikatının işlediği hunharca cinayet ve zulmüne de yeren kitabın bazı tespitleri şöyledir.
Haşşaşiyan tarikatının cinayetleriyle ilgili Kral Baudouin, Tuğtekin’e şu mesajı gönderir:
“Komutanını Tanrı’sının evinde öldüren bir millet, yok edilmeyi hak eder.”
Tüm zamanların en ürkütücü tarikatını kuran adam, çok geniş kültür sahibi olan, şiire duyarlı, ilimdeki en son ilerlemelere meraklı ilginç bir insan olan Hasan es-Sabbah, 1048’e doğru Rey şehrinde doğmuştur. Otuz-kırk yıl sonra Tahran bu şehrin yanı başında kuruluyor. Hasan’ın en büyük silahı cinayettir. Cinayetin mahalli genellikle cami, en çok tercih edilen gün de Cuma günleri, genellikle öğleye doğru vaktidir.
Haşşaşinlere “Batıniler”, yani “halk içinde vaaz ettiklerinden farklı bir inancı olanlar” denmektedir.
Şam’ın başında bela olan Haşşaşinleri bertaraf eden de Türk olan Börü olmuştur. Tarikatın lideri Hasan es-Sabbah, 1124’te Alamut‘ta ininde ölür.
Antakya’nın kuzeyinde “Emeni oğlunun ülkesi” ne “Kilikya” denildiğini öğrendim.
Frenklerin kıtası olan Avrupa’ya adını veren Europa’nınöz kardeşi Prens Kadmos olduğunu da yeni öğrendim.
Kitabın tümünü okuduğumuzda aslında karşımıza çıkan şey şudur: Haçlı savaşlarının galibi ve Frenkleri kovan iki kahraman millet vardır. türkler ve Kürtler’dir. Yazarın iddia ettiği gibi Araplar hem uyuşuk ve hem de kendi aralarında bir birliktelik sağlayamadıkları ve birbirlerinin kuyusunu kazdıkları için bölgede yaşayan tüm milletler böylesi hunharcakatliamlarla iki yüz yıl boyunca muhatap olmuşlardır.
Türk Sultan İmadeddin Zengin ile Kürt Sultan Selahaddin-i Eyyubi’nin dostluğunun da şu şekilde geliştiği aktarılır.
Savaşta kahramanlık gösteren Selahaddin-i Eyyubi Sultan İmadeddin Zengin’in gözüne girer, tarihte Selahaddin Eyyubi olarak anılmasına sebep olur.
Ordalie kelimesinin anlamı: Ortaçağda ilgili başkaca kanıt bulunmadığı zaman, birinin suçlu olup olmadığını anlamak için kaynar suya el batırma, kızgın bir demiri tutturma gibi sınavlardan geçirmeye verilen ad olduğunu da ilk kez burada okudum.
On ikinci yüzyılda tüm bilimsel ve teknik alanlarda Frenkler Arapların çok gerisinde olduğunu, ama gelişmiş Doğu ile ilkel Batı arasındaki asıl uçurum tıp alanında olduğu da iddia edilmektedir.
Usame, oğluna: “Frenk diyarına gideceğine, zindana girsin daha iyi” der.
23 Eylül 1144 günü, Doğu’nun dört Frenk devletinin en eskisinin başkenti olan Urfa Atabey İmadeddin Zengin’in eline geçer. 1157’de Suriye’de deprem olur, taş üstünde taş kalmaz, binlerce insan ölür ve ağır tahribat yaşanır.
Selahaddin Eyyubi’nin amcası “Şirkuh” için Frenk Kralı Amuray şöyle der:
“Bir Kürt komutan, devrinin askeri dehalarından biri olarak sivrilecek Şirkuh.” Şêr Kürtçe de ayrıca aslan demektir.
Kitapta; Sultan Nureddin ile Şirkuh‘un birbirlerine sıkı sıkıya bağlı ve dost olduklarını, Şirkuh‘un, ülkenin en kuzey ucunda, Akdeniz kıyısında bulunan Mısır’ın en büyük şehrini, İskenderiye’yi ele geçirdiğini, Kürt komutanın ancak üç sefere çıktıktan sonra Mısır’ın gerçek hâkimi olabildiğini de aktarır.
Otuz altı yaşındayken bir Kürt subay olan Selahaddin’le ilgili tarihçiler, onun çok yufka yürekli ve aşırı duygusal olduğunu söylerken şu tespiti de yaparlar: “Eğer kader onu kendi isteği dışında siyaset sahnesinin en önüne fırlatmasa, diğer emirlerin içinde bir emir olmakla pekâlâ yetineceğini bilir.”
Tüm Doğu’da Selahaddin’in engellemez yükselişine dur diyebilecek tek bir hükümdar kalmadığını, Selahaddin’in büyüklüğü bir ölçüde de onun tevazuundan kaynaklandığını, .Vakanivüsler ona sultan unvanını verdiğini ancak kendisinin bu unvanı hiç kullanmadığını da belirtirler.
Bir gün müneccimin biri ona: “Kudüs’e girersen bir gözünü kaybedersin” deyince Selahaddin-i Eyyubi şu cevabı verir: “Kudüs’ü almak için iki gözümü de vermeye hazırım.” Şerefli bir adamın isterse en amansız düşmanı olsun, hiçbir isteğini geri çevirmediğini ifade edilen kitapta 2 Ekim 1187’de Cuma günü, Hicri 583 yılının Recep ayının 27’sinde, Müslümanların peygamberinin gece vakti Kudüs’ten miraca çıkışını kutladıkları gün, yani miraç kandilinde, Selahaddin törenle Kutsal Kent’e, Kudüs’e girdiğini tarihe not edilir.
Kitap: İktidarı elinde tutanlar ve Frenklere karşı verilen mücadelenin belli başlı kahramanların isimlerini şöyle sıralar: Zengi, Nureddin, Kutuz, Baybars, Kalavun– Türk. El-Efdal, Ermeni. Şirkuh, Selahaddin, el-Adil, el-Kâmil de Kürt.
Kitabın sonlarına doğru yapılan şu tespiti de aktarmasam eksik kalır: “Haçlı seferlerinin en başından en sonuna kadar, Araplar Batı’dan gelen fikirlere açılmayı reddetmişlerdir. Uğradıkları saldırıların belki de en yıkıcı etkisi de bu alandadır.”
Son olarak; Türk olan ve hadımağası tarafından öldürülen İmadeddin Zengin’in ölümüyle ilgili İbn’ül Kalanisi şu şiiriyazar.
“Sabah ışığı döşeğinde buldu onu,
Hadımağa tarafından boğazlandığı yerde,
Oysaki gururlu bir ordunun ortasında,
Yiğitleri ve onların kılıçlarıyla çevrilmiş halde uyuyordu.
Can verirken ne serveti yetişebildi imdadına, ne de gücü.
Hazineleri av oldu başkalarına,
Parçalandı oğullarıyla hasımları arasında,
O hayattayken dokunmadıkları kılıçlarını çekip dikildiler ayağa bir düşmanları o öldükten sonra.”