Konuya girmeden öncelikle hemen şunu belirteyim, inançlıyım ancak insanlığın ilerlemesinin yolunun da bilimden geçtiğine, bilim ile dinin birbirine çatışmak yerine birbirine yardımcı olabileceğine inananlardanım. Tıpkı filozof Thomas Hobbes’in; “laboratuvar kapısının önüne gittiğimde, inancımı dışarıda bırakırım” dediği gibi inancımı iç dünyamda ayrı bir yere koyar, bilime ve felsefeye de olan aşkımı korurum.
Dört bilim insanın hazırladığı “Hayvanların En Güzel Tarihi” adlı kitabından çok şey öğrendim. Sizler için kitabın özetinin özetini çıkarmaya çalıştım.
Bilim insanları Pascal Picq, Jean-Pierre Digard, Boris Cyrulnik ve Karine Lou Matignon’nın hazırladığı kitapta hayvanların, bizden çok çok önce denizin bağrında doğduklarını, olağandışı bir biçimsel çeşitliliğin sağladığı üstünlükler, kavga ve yasalarıyla kendilerini kabul ettirdiklerini belirtiyorlar.
Yerküre’yi ele geçirmek üzere yola ilk koyulanların gökte yaşayan böcekler olduğunu, yavaş yavaş, su kıyılarına, deniz kulağı kenarlarına yayıldıklarını, ardından bütün dünyaya ve en değişik ortamlarına dağıldıklarını, yerleştikleri ortamları değiştirdiklerini, yüzüstü bırakıp gittiklerini, çağlar boyunca, yaşamın olağanüstü ilerleyişleriyle birbirini izleyen jeolojik ve iklimsel değişimlere ayak uydurarak, bıraktıkları yörelere geri döndüklerinin tespitini yaparlar.
Bilim insanı Pascal Picq; “insan, düşünen tek hayvan değildir, ama bir hayvan olmadığını düşünen tek hayvandır” der.
İki milyar yıl boyunca, yaşam, sudaki bakteriler ve gözle görülmeyen yosunlarla sınırlı olduğunu, hayvan dünyasının bitki dünyasından ayrılma tarihinin, jeologların Prekambriyen dedikleri dönemde, 1 milyar 600 milyon yıl önce gerçekleştiğini belirten bilim insanlarının şu tespitleri de kayda değerdir
“İlk çok hücreli omurgasız varlıkların ortaya çıkışından 120 milyon yıl sonra, henüz her şey su içinde olup bitmektedir. Sıra ilk omurgalı balıkların gün yüzüne çıkmasına gelmiştir. Kuşlarla memeliler balıkların uzak torunlarıdır. İlk balık kalıntıları 530 milyon yıl önce Güney Çin’de bulunmuştur. Bütün omurgalılar, bu arada insan da, kürek biçimli dört yüzgeci olan balıklardan gelir. Bitkiler, 430 milyon yıl önce balıkların da ortaya çıktığı dönemde, bir mineral yatağında boy gösterip dünyayı ele geçirmeye başlamışlardır.
Şimdiye kadar 1,5 milyon tür saptanmıştır, daha saptanacak 3-4 milyon tür vardır.”
Yeryüzünün tartışmasız efendileri:
Dinazorlar…
Bilim insanları dinazorlarla ilgili şu tespitleri yapar:
“Göğün ele geçirilmesi işiyle böcekler uğraşırken, karada bir takım garip canavarlar (dinazorlar) dolaşmaktadır.
150 milyon yıl Yerküre’nin tartışmasız efendisi onlar olacaklardır. Dinazor kelimesinin kökeni, Yunanca da ‘korkunç’ anlamına gelen “deinos” ile kertenkele anlamındaki “sauros’tan türemiştir. Bu buluşu da İngiliz Hekim ve paleontolog Richard Owen’e borçluyuz. Bugün 600 dinazor türünü tanıyoruz.”
Kitapta; kuşların yüzde 90’ının tekeşli olduğunu, ilk gerçek memelilerin bundan 180 milyon önce ortaya çıktığını, kuşların ayaklarını kaplayan kabuklar, kuşlarla sürüngenler arasındaki yakın akrabalığın kanıtı olduğunu ifade edilerek hayvanların tüyleriyle gözdağı verildiğiyle ilgili şu sözlerle aktarılıyor:
“Aşk insana kanat taktırır denir ya, hayvanların tüylerle gözdağı verdikleri de düşünülebilir, daha caydırıcı olmak üzere “tüyler kabartılır.”
Doğanın alicengiz oyununa hiç ara vermediğini, evrimin geriye doğru işlemediğini, tavukların dişinin bir daha çıkmayacağını, evrimin bir yönünün olmadığı belirtilerek Kupa Kraliçesi Alice’nin bu sözüne yer verilir.
“Olduğun yerde kalabilmek için olabildiğince hızlı koş kızım.”
Dişilerin kurnaz maharetleri…
Dişi hayvanların erkekler hayvanları, çekicilik ve cilveleriyle onlar her türlü istediklerini yaptırdıklarını, özellikle Şempanzelerin bu yeteneklerini çok iyi kullandıklarını, çekiciliklerini değerlendirmeyi bildiklerini belirtilerek bu önemli tespitlere de yer verilir.
“Şempanzeler; çekiciliklerini değerlendirmeyi bilir. Doğuracakları yavrunun kendi çocukları olduğuna erkekleri inandırabildikleri, böylece kendilerine hoş davranılmasını sağladıkları söyleniyor. Bu hayvanlardaki cinsel özgürlük ve hoşgörü insanı şaşırtıyor. İnsanların şempanzelerle DNA’larının yüzde 98,4’ünü, gorillerde yüzde 97,7’sini paylaştığını biliyoruz.”
İnsanlık ailesi ne zaman ortaya çıktı?
İnsanlık ailesinin ortaya çıkışıyla bilim insanları çok farklı tarih ve bilimsel verileri ortaya koyarken “Hayvanların En Güzel Tarihi” kitapta da şu tespitlere yer verir.
“İnsanlık ailesinde 10-14 milyon yıl önce, Miyosen’in başlarında birbirinden iki ayrı halinde belirdi. İlk av olan insan, sonra avcıya dönüşmüştür. Avcı toplayıcılar ilk olarak köpeğin atası olan kurdu evcilleştirmişlerdir. Halkın gözünde, tanrıların habercisi olan ayının tini, ölümünden sonra, yeniden göğün yüce katlarına yükselir. En evcil hayvan bir kelebektir. Dut ağacının kurdu, 800-1700 metre değerli iplik verebilen bir koza üretir. Çin, 4500 yıl önce ipekböceğini evcilleştirdi.
Arılar 100 milyon yıl önce çiçektozu (polen) toplamakta uzmanlaşmış olan yabanarılarının soyundan gelmiştir. İlk balık havuzları 4 bin yıl önce Ortadoğu’da kurulmuştur. Orta Asya Türkleri, X. Yüzyıldan başlayarak, tek hörgüçlü deve ile çift hörgüçlüyü çiftleştirmiştir. Evcilleştirme ilk uygarlıkların, toplumsal ayrımların doğmasına yol açmış, ekonominin, siyasetin, giderek askerliğin gelişmesini sağlamıştır.
Her dönemde, insanın hayvan türleriyle ilgili düşüncesi kendi öyküsünü dile getirir. Oyun arkadaşı hayvan, kimi zaman pohpohlanarak kimi zaman aşağılanarak, evcilleştirici insanın imgesel dünyasına hep yön verir. Fillerin Antik dönemde Batı’ya tekrar sokulmasını da, askeri zorunluluk gerektirmiştir. Romalılar Galyalıları bu yolla yenmişlerdir. Hindistan’da büyük Moğollar ordularında sürekli birkaç fil besliyorlardı. Atın 700 bin yıl önce Amerika toprağından ayrıldığını, Bering Boğazı’ndan geçip Asya’ya geldiğini gördük.”
İnsan için hayvanların önemi…
Bilim insanları, insanlar için hayvanların önemini ve tarihsel sürecini şöyle açıklıyorlar.
“Hayvanların insan için önemi, gördükleri ekonomik hizmetlerle, sağladıkları maddelerle sınırlı değildir. Hayvanlar ayrıca bir sürü kültürel ve öğretisel kurgunun da temelini oluştururlar. Kedi, Mısır’dan yola çıkıp ortaçağın başlarında, XI. Yüzyıl dolaylarında, ağır ağır Avrupa’ya yerleşmiştir.
Fransa’da 42 milyon hayvan var, bunun 8,2 milyonu kedi, 7,8 milyonu köpek, 6, 2 milyonu kuş, 18,8 milyonu balık, 1,3 milyonu kemirgen. Birleşik Devletlerde rakam 230 milyon. Avrupa Birliği’nde 300 milyon. Ev hayvanlarına duyulan sevgi, kentlerin gelişmesiyle köylerin kentleşmesine sıkı sıkıya bağlıdır.
Neolotik’ten epey sonra, insanlar hemen hemen bütün anakaralarda köpek eti yediler. Almanya’da, son köpek kasabı iki büyük savaş arasında kapandı. Ancak Güneydoğu Asya’daki kimi ülkelerde hâlâ köpek eti tüketiliyor. Hayvanların tarihi, insanlık tarihinin izinde gider. Ancak zaman zaman, insan evrime burnunu sokmaya kalkıştığında, işler çığırından çıkar. İngiliz Soylu Sınıfı, 1824’te, Londra’da ilk hayvanları koruma derneğini kurarak konuya ilgisini göstermiştir.
Noêlie Vialles, yaptığı ayrımcılığa dayanacak olursak, “etyiyen” varlıklar olmaya razıyız, ama “hayvaniyet” varlık olma düşüncesine dayanamıyoruz.”
Sanat; ölümün yarattığı kaygıyı aşmak üzere doğmuştur.
Kitapta; “hayvanların çoğu, taşı atan eli değil, canını yakan çakılı ısırır. Hayvanların manevi bir işlevleri vardır, çünkü bir masal içinde, “insanlardan söz ederler”. Tıpkı yıldız tanrılar doğuran kümelerinin hayvan biçimine bürünmeleri gibi. Teke uğursuz sayılır. Kuzey Amerika yerlilerinde teke uğur getirirdi. İsrail halkı onu Yahudilerin günahlarının bağışlanmasında kullandı. Bugünkü ünlü “günah keçisi” sözü buradan türedi.
Gelenekler dokuz canlıdır…
Kedilerin bugün Tibet’te yarı-tanrı gözüyle bakılıyor. Biz Batılıların yataklarında uyuyorlar oysa orta çağ Fransa’sında şeytanın yardakçısı sayıldılar. Mısır’da tanrılaştırıldılar. Özellikle ördek avlamak üzere yetiştirildiler. Yarasalar, cehennemin sinekleri… Şeytana benzetilip yargılanan ilk hayvan, Kutsal kitaba göre Havva’ya elma sunan yılandır.
Dinsel törenler evrim geçirmiştir.
İbrahim, insan yavrularının yerine koyun kurban ederek tektanrıcılığı ortaya atmıştır. Pascal Picq; Darwin’le birlikte, insanın özel olarak yaratılmadığını, yaşamın uzun tarihinde kendince yer aldığını, daha da kötüsü, üzerinde maymun izleri taşıdığını- öğrenince, özsaygımız korkunç bir yara aldı, hayvanlara bakışımız değişti. İnsanlar söz konusu olunca en büyük sıkıntı, evreni gözleriyle değil, kafalarındaki düşüncelerle görmeleridir.
İnsan, tanımadığı hayvandan korkuyor…
XVIII. yüzyıla dek veterinerlik okullarının açılması engellendi.
Dilediğimiz gibi sömürebilmemiz için hayvanın değerini düşürmemiz mi gerekir?
Hayvanların da bir tarihi var, ama bu tarihi kendi duygularımızla, kafamızdaki tasarımlarla yazıyoruz. Hayvanların insanlaşmamıza yardım etmelerine karşılık biz, şimdiye dek onlara gönül borcumuzu dile getirmeye hiç girişmedik. Yeryüzünde ne kadar tür varsa, o kadar değişik dünya var. İnsanla hayvan arasındaki ayırım, düşünsel, öğretiseldir.”
İçgüdü teriminin hiçbir anlamı yoktur. Bu da XVIII. yüzyılda uydurulmuş, tinle bedeni ayırma, dolaysıyla hayvanları kullanıldıktan sonra atılacak bir makine saymaya yarayan öğretisel bir kavramdır. İlk doğabilimcilerden biri olan Aristoteles, 2400 yıl önce, zekânın insanlarla hayvanlar arasındaki kesintisiz bir süreç olduğunu anlatır. Her canlı varlığın kendi zekâsı vardır. Yersolucanına özgü zekâ da vardır, insana özgü zekâ da. Her canlı varlık için dünya, anlam taşıyan, bir dizi imlem içeren, tutarlı bir bütündür. Sülüğün dünyası insanınki gibi değildir. Onunki de fareninki gibi değildir.
Bir yılan, kızılötesi ışınlarla dolu bir dünyada yaşar, ve orada en küçük ısı değişimini algılar. Bir yarasa sesötesi sesle dolu bir evrende devinir. Bu, fillerin ses sınırının altında kalan titreşimlerle dolu dünyasına hiç benzemez. Kuşlar, en küçük görüntü ve renk değişiminin sayısız bilgi taşıdığı bir ortamda yaşarlar. Sülükler gölgeleri ve nem değişimlerini algılarlar. Maymunlar yüz biçimlerini ve sesli yapıları tanıyacak yetenektedirler. İnsanlar, çoğunlukla var olandan çok düşündüklerini görürler.
Örneğin, sineğin 3 bin petekli gözü 360 dereceyi görmesine, bizden 10 kat hızla, saniyede 100 görüntüyü yakalamasına izin verir. Onun morötesi ışınların uzmanı yapar, bir noktada toplanmış ışık konusunda, hareket eden görünümlerin yorumlanmasında usta kılar. Salyangoz, neme ve ışık değişimlerine tepki gösterir.
Bir kuşun, yığınla sorunu çözebilecek bir beyni vardır.
Beynimiz hayvanlarınkiyle aynı ilkelere dayanarak oluşturulmuştur. Bilinç, canlılar dünyasında insandan çok önce vardı. Bizler de onlar gibi, sinir sistemimizin ürettiği bir bilince sahibiz. Aristoteles yanılmıyordu. İnsanla hayvan arasında, kıyaslama ırabilimin ortaya çıkardığı, ortak bir değer var.
Çocukların zekâ düzeylerini ölçmek üzere testler icat edenlerin düşündüklerinin tersine zekâ, ölçülebilen bir şey değildir. İnsanda bile doğrudan gözlenmesi olanaksızken, hayvanda nasıl tanımlayacağız onu?
Ve kitabın sonunda “bizler; yaşamın bir köprüsü olan Yerküre’nin yalnızca kiracılarıyız…” diyor…
Son derece dolu, donanımlı ve zor bir kitaptı…
Emeğinize sağlık hocam ✨