“İki Ekmek Var. İkisini de siz yediniz, ben HİÇ!”

Yayınlama: 06.03.2024
59
A+
A-
Araştırmacı Gazeteci

Aslında bu hafta ilk çağlardan günümüze dünya tarihiyle ilgili bir makale hazırlığım vardı ancak saygıdeğer Fikret Başkaya hocanın bana gönderdiği ve son derece donanımlı olan “büyümeyle (daha doğrusu küçülmeyle ilgili)” ilgili analizini okuyunca es geçmek istemedim ve olduğu gibi sizlerle paylaşmak istedim.

Fikret hocanın analizine geçmeden önce izninizle şunu söylemek isterim ki, bir ülkede adalet, hukuki güvence ve elbette ki demokrasi olmadan siz dünyanın en dehâ ekonomistlerini ekonominin başına getirseniz dahi, ekonomik refahı asla sağlayamazsınız.

Kendi Anayasanıza saygı gösterip kararlarına uymazsanız, taraf olduğunuz, imza attığınız uluslararası sözleşmelere uymaz AHİM kararlarını uygulamazsanız siz asla ekonomik refahı ve kalkınmayı elde edemezsiniz.

Daha dün (6 Mart 2024) Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri’nin hazırladığı Türkiye raporunda, AYM ve AHİM’in kararlarının uygulanmaması anayasal düzenin zayıflattığını yazdı.

En çok tutuklu gazetecinin Türkiye’de olduğunu, Kürt medyasına baskıların yapıldığını, Sivil Toplumun susturulduğunu, düşünce ve ifade özgürlüğünün baskı altında olduğunu, medyanın yüzde 90’nın iktidarın egemenliğinde olduğunu yazdı ve Türkiye’yi insan haklarına saygılı olmaya davet etti.

Tabi Türkiye’nin bu davete icabet etme gibi bir niyeti yok…

Düşünce özgürlüğüyle ilgili yine Fikret Başkaya hocanın yaşadığı trajikomik bir anıyı da yazmak isterim.

Hoca, yazdığı kitaptan ötürü gözaltındayken, polis gelir, gözaltındakilere tek tek sorar “niye buradasınız?” diye.

Sıra Hoca gelince polis sorar:

“Sen niye geldin?” diye sorar.

Hoca “kitap” der.

Polis “ne yani, sen kitap mı yazdın?”

Hoca “evet” der.

Polis, “peki gerçekleri yazdın mı?”

Hoca “evet” der.

Polis, “o zaman elbette buraya geleceksin” der.

İşte Türkiye’nin özeti polisin bu cümlesinde yatar “o zaman elbette buraya geleceksin…”

Sözü uzatmadan işte Fikret Başkaya hocanın analizi…

“Büyüme değil, büyümeme [küçülme…]

Sınırlı bir dünyada sınırsız büyümenin mümkün olduğuna inanan, deli değilse iktisatçıdır”

Kenneth Boulding

İki ekmek var. İkisini de siz yediniz, ben hiç. Ortalama tüketim her birimize bir ekmek.”

Ekonomik büyüme, burjuva iktisatçılarının, burjuva politikacılarının, yüksek devlet ricalinin ‘amentüsü’ haline gelmiş bulunuyor

Slogan şöyle: ‘ekonomi büyüyecek, tüm sorunlar çözülecek…

Ekonomi yüz yıldır büyüyor lâkin bütün gösterge ışıkları kırmızıda, değilse sarıya dönmüş bulunuyor.

Bir ekonomi yılda ortalama %3 büyürse 23 yılda, %5 oranında büyürse 14 yılda milli gelir ikiye katlanır. Dönemin sonunda aynı oranda bir ‘refah artışı’ olur mu? Olmazsa neden olmaz? Türkiye ekonomisi geride kalan yüz yılda ortalama %5 civarında büyüdü.

Bu zaman zarfında ortalama refahın yaklaşık 7 kat arttığı demeye geliyor mu?

Aslında sorunu hangi zemin üzerinde tartıştığınız önemlidir.

Zira, kapitalizm dâhilinde ekonomik büyümeyle toplumsal refah arasında doğru yönde bir ilişki yoktur. Orada söz konusu olan sermayenin büyümesidir.

Sermaye de işsizliği artırmadan, sosyal eşitsizleri derinleştirmeden, ekolojik yıkım (doğa tahribatı) yaratmadan büyüyemez.

Şimdilerde durum ortada olduğuna göre…

Büyümenin ölçüşü sayılan Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH), (İngilizce GDP, Fransızca PIB) 1930’ların “Büyük Buhran” yıllarında iktisatçı Simon Kuznets tarafından ortaya atıldı.

Kuznets, krizden çıkış için ekonomik faaliyetin nasıl olması gerektiğine odaklanmıştı. Hangi faaliyetlerin toplumsal refah yarattığını anlamaya çalışmıştı.

İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında da ABD, yaptığı ekonomik yardımların sonuçlarını ölçmek için GSYH artışını bir ölçü saymıştı.

Gerçi Simon Kuznets, 1962 de ‘büyümenin otomatik olarak ‘refah artışı’ demeye gelmediği konusunda uyarmıştı ama GSYH hâlâ tüm sorunların çözümünün anahtarı sayılıyor.

Büyüme retoriği sömürüyü, yağma ve talanı meşrulaştırma, kabullendirme işlevi görüyor.

Aslında İktisatçı Joseph Stiglist, GSYH’nin bir fetiş haline geldiğini söylerken gerçek dünyada yaşanana gönderme yapıyordu.

Neyin, nasıl, ne pahasına üretildiği, üretilenin nasıl bölüşüldüğü de son derecede önemlidir.

Bir yere kurulan bir kapitalist işletme, toprağı suyu, havayı kirletir, kâr eder, sermayesini büyütür. O yörede yaşayan insanlar ‘hastalanır’…

Başka bir kapitalist de onları tedavi ederek kâr eder ve sermayesini büyütür.

Tabii bu arada ekonomi büyümüş, GSYH’ da artmış olur…

Tabii Kişi başına düşmeyen milli gelir de artar…

Esasen aritmetik ortalamanın hiçbir değeri yoktur. Toplam gelirin 90’ına nüfusun %5’’i el koyuyorsa, kişi başına düşen milli gelir denilenin bir karşılığı olur mu? Nitekim 2023 yılında kişi başına düştüğü söylenen (ama düşmeyen) gelirin 13 bin 110 dolar olduğu söylendi. Bu, 4 kişilik bir aileye yılda 52bin 440 TL dolar düşüyor demektir.

Bu günkü dolar kuruna göre 1 milyon 625 bin 640 TL. Türkiye’de bu kadar yıllık geliri olan kaç aile var?

Bugün emeklilerin çoğunluğunun aylığı 10 bin TL, [322 dolar…] Yılda 3.864 dolar.

Dolayısıyla kişi başına düştüğü rivayet edilen gelir asla bir refah ölçüsü değildir.

Şili’li şair, matematikçi, fizikçi Nicanor Parra, kişi başına düştüğü rivayet edilen gelirle ilgili olarak şöyle demişti:

İki ekmek var.

 İkisini de siz yediniz, ben hiç.

Ortalama tüketim her birimize bir ekmek.”

Velhasıl neden söz ettiğini bilmek önemlidir denecektir…

Kapitalizm dâhilinde büyüme paranın izini sürer. Para her el değiştirdiğinde milli gelir (GSYH) büyümüş görünür.

Mesela bir adam ‘hizmetçisiyle evlenirse’ GSYH büyümez.

Artık yeni eşine ücret ödemeyeceğine göre, GSYH aile içinde gerçekleşen etkinliği hesaba dâhil etmez.

Neyin ne pahasına üretildiği, insana ve doğaya (ekosisteme) verilen zarar, üretimin kimin için ne anlama geldiği sorun edilmez. Mesela uyuşturucu üretimi/kullanımı üç kat, zehirli gaz üretimi beş kat, kimyasal silah üretimi on kat, siyanür üretimi,  insanları alıklaştıran/ahmaklaştıran reklam harcamaları 15 kat artsa, GSYH de o oranda artar.

GSYH hesapları bedava sunulan mal ve hizmetleri içermez.

Üretim ve tüketimin neden olduğu doğal çevre tahribatını, işte biyolojik çeşitliliğin, canlı türlerinin yok olmasını, havanın, suyun ve toprağın kirlenmesini, atmosferin ısınmasını, gürültü kirliliğini dikkate almaz.

Trafik sıkışıklığı ne kadar büyükse GSYH’de o oranda büyümüş olur.

Fuhuş sektörü ne kadar büyükse GSYH de büyüktür…

Öğrenciler yaşadıkları yere yakın okula yürüyerek giderse, milli gelir artmaz ama 30 kilometre uzaklıktaki okula servis aracıyla veya özel arabayla gider-gelirse milli gelir (GSYH) büyür… Aslında örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Durum böyleyken, GSYH büyülüğünün, metalaşma düzeyinin, ithalat ve ihracatın çok yüksek olduğu, karbon gazı salınımının birinci sırada olduğu, gelirin aşırı adaletsiz dağıtıldığı, ulusal gelirin %90’ına nüfusun % 5’inin el koyduğu, evsizlerin, kira ödemekte zorlananların sayısının sürekli olarak arttığı, egzoz gazından zehirlenmeden sokaklarda yürümenin mümkün olmadığı, sokakların ve kaldırımların arabalar tarafından ‘işgal edildiği’, hava karardığında sokağa çıkmanın cesaret istediği, her türden şiddetin istisna değil, kural olduğu,

artık insanlar arasındaki ilişkinin bütünüyle meta ilişkisine dönüştüğü, paradan, mal-mülkten başka hiçbir şeyin muteber sayılmadığı, müştereklerin (ortak yaşam alanları ve kaynakları) yok olduğu,

başta kadın cinayetleri olmak üzere cinayetlerin, iş kazası denilip geçiştirilen işçi katliamının vaka-i adliyeden sayıldığı, her şeyin paralı hale geldiği, kamu hizmeti kavramının defterden silindiği, yabancı düşmanlığının arttığı “zengin bir ülkede mi”,

yoksa mütevazı bir milli geliri (GSYH) olan, metalaşma/şeyleşme/paralılaşma düzeyinin düşük olduğu, üretim ve tüketim etkinliğinin doğal çevreye, insanlara ve öteki canlılara olabildiğince az zarar verecek şekilde örgütlendiği, ithalat ve ihracatın düşük, ortak kullanım alanlarının ve kaynaklarının [müştereklerin] geniş, dayanışma ve yardımlaşma duygusunun derin, sokaklarında rahatça yürünebilen ve karşılaşılan insanlarla selamlaşılan, yaşlılara saygı, sakatlara ihtimam, çocuklara sevgi gösterilen,

başına bir iş geldiğinde yalnız olmadığı bilinci taşıyan, sosyal risklere ve “doğal felaket” denilenlere topluca karşılık vermesini bilen, işsiz, aç, evsiz ve gelirsiz kalma, muhtaç duruma düşme korkusu taşımadan yaşayan, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının olmadığı, uyuşturucu kullanımının istisna, toplumsal eşitsizliğin ‘tolere edilebilir” düzeyde olduğu, yenilen ve içilenle zehirlenilmediği, temiz hava soluyup, temiz su içen,

hırsızlığın istisna olduğu,

evlerin kapısında  üç-dört kilit, pencerelerinde demir parmaklık olmadığı, [benim çocukluğumda bizim evin kapısında kilit yoktu], bölüşmeyi, paylaşmayı bilen, “farklı bir zenginlik ve refah anlayışına sahip”, asıl zenginliğin maddi olanın ötesinde olduğunu bilen, yöneticilerin bir ‘koruma duvarının arkasına gizlenmeden’ insanlar arasında rahatça dolaşabildiği

… pazarların, panayırların, parkların, kermeslerin yaygın birer sosyal-kültürel etkinlik alanları olduğu, sanatın, edebiyatın, estetik yaratıcılığın ve etkinliğin önemsendiği,

fakir bir ülkede” mi yaşamak isterdiniz?

Ya da bu iki ülkenin hangisi ‘daha zengindir’?

Aslında yapılması gereken bir sır değil.

Planlı büyümemeyi (küçülmeyi) vakitlice hayata geçirmek… 

Onca zararlı değilse insan yaşamı için gerekli olmayan şeylerin üretimine son vermek.

Gerekli olanı, gerektiği kadar üretmek ve tüketmek…

Kapitalizm dâhilinde asla bir gelecek olmadığını, eğer vakitlice bu sefil duruma müdahale edilemez ise, sonucun hüsran olacağını bilmek.

İyi de bu saçmalığa, bu akılsızlığa, bu kepazeliğe müdahale etmeye bir engel var mı?

Eller daha ne zamana kadar armut toplamaya devam edecek?” diye sorarak bitiriyor analizini Fikret hoca.

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.