Bütün insanlık tarihinde, insanlar hep bir yaratıcının olup olmadığına, evrenin nasıl yaratıldığına dair kafa yormuşlardır. Bu merak ta 3 milyon yıl önce İlk Avcı Toplayıcılardan günümüze kadar devam etmiştir.
İnançlı-inançsız pek çok filozof insanın varoluş ve kâinatın yaratılışıyla ilgili kafa yormuş, deneyler yapmış, çıkarımlarda bulunmuş, çıkarımlarını yeni nesillere aktarmak için de olağanüstü çaba göstermişlerdir.
Kimi İslam âlimleri bilimi ve felsefeyi reddetmiş, sadece kutsal kitaba ve hadislere bağlı kalınması gerektiğini belirtmiş, kimi âlimler de tersine felsefeye ve bilime yelken açarak kâinatın sırrını anlamaya, sorgulayarak bir sonuca varmaya çalışmıştır.
Bazı müfessirler; kâinatın kalbinin Kur’an olduğunu, Kur’an’ın, Allah’ın bir ilmi olduğunu, ilim, var olan, bilim ise var olanı bulabilme sanatı olduğunu da ifade ederler.
Örneğin Filozof Thomas Hobbes bir Hristiyan’dı. Yazdığı Leviathan kitabında;
“laboratuvarın kapısı önüne geldiğimde, inancımı kapıda bırakırım” diyerek bilime ve felsefeye ne kadar değer verdiğini belirtmiştir.
Ancak maalesef günümüzün İslam dünyasında giderek bir gerileme, bilimden ve felsefeden uzaklaşma eğilimini görüyoruz.
Bu eğilimden ötürü de özellikle Türkiye’de son yıllarda türeyen, ne oldukları, nerede okudukları, hangi üniversitede mezun oldukları bilinmeyen sakallı, sarıklı tiplerin sadece bacak arası devrimlerle uğraştığını görünce ülke gençlerinin neden deizme ve ateizme kaydıklarını öğrenmek de zor olmuyor.
Uzay ve bilim çağında kadının bedeni üzerinden dini yorumlarsanız elbette ki karşılaşacağınız ve elde edeceğiniz sonuç da bu olur.
Daha ilkokul yaşındaki bir çocuğun elinde internet, cep telefonu varken, her şeyi sorgularken, sizin kalkıp; “erkekler kadınlarla böyle sevişmeli, böyle öpüşmeli, abdest almadan ilişkiden doğan çocuğun piç olduğunu, vs. gibi uyduruk hikâyeleri din diye topluma dayatırsanız, toplum dinden uzaklaşır.
Bütün dünya tarihi okumalarımda şunu da gördüm.
Bir devlet dine dayandığında, toplumlar dinden uzaklaşır.
Büyük İslam âlimi İmam Gazzalî’nin “İnsan nasıl insan oldu?” sorusuna cevap verirken yer yer felsefe ve bilimle çatışan noktalar olduğu algısı oluşsa da bana göre felsefe ve bilime son derece açık biridir.
Nitekim Tercümesini Muhammed Yazıcı’nın yaptığı “İnsan nasıl insan oldu?” kitabında Gazzali’nin bilime son derece açık olduğunu da görüyoruz.
Büyük Selçuklu döneminde yaşayan, 1058 doğumlu İmam Gazzali Hüccetül İslam diye bilinir, Büyük Selçuklu Devleti’nin de Eş’ari Kelamcısıdır ve ayrıca. Şafii mezhebine mensuptur.
Gazzali; “Ben kimim, burası neresi, beni ve bu evreni kim yarattı?
Burada olmamın amacı ve tam olarak benden ne isteniyor?
Sperm insan değil, ya da bu su hangi hâli aldığında biz ona insan diyeceğiz?” diye sorar.
Kitapta “Anne karnındaki canlının hangi aşamada insan olarak kabul edileceği meselesi hukukun da meselesi olmuştur. Ölmesi durumunda bir insan gibi muamele görecek mi, öldürülürse katile ceza gerekir mi, anne karnındaki yavru mirastan pay alır mı?” Gibi konular ele alınmıştır.
Gazzalî yaşadığı manevi bunalımla Bağdat’ı terk edip Şam’a gider.
Gazzali, din ile felsefe disiplinleri arasındaki çatışma alanlarını son derece analitik biçimde inceler. Mantık, matematik ve tıp gibi disiplinleri sırf felsefi disiplinler olarak görüp eleştiren selefilerinden ayrılarak bunların meşru ve gerekli disiplinler olduğunun altını çizer.
Gazzali’nin çözüm sunmaya çalıştığı problemler arasında iki problem daha öne çıkmaktadır.
Bunlardan birincisi akıl-vahiy gerilimi, diğeri de tekfir problemidir.
Allah Resulünün; “Allah ruhları bedenlerden iki bin sene önce yarattı,” hadisi ile “Ben yaradılış bakımından peygamberlerin ilki, gönderiliş bakımından sonuncusuyum. Âdem henüz su ile çamur arasındayken ben peygamberdim” hadisinin anlamı nedir? “ diye de sorgular.
Kitapta; Gazzali’nin filozofların ruh teorisini benimseyerek kendinden önceki Eş’ari gelenekle arasındaki önemli bir farklılaşmayı temsil eden ruhun soyutluğu prensibini deklare etmesi bakımından ayrıca önem arz etmektedir.
“Tesviye; spermin, ruhu almaya hak kazanmak için kendisini gerekli orantılılık ve olgunluk düzeyine eriştiren yaratılış aşamalarında geçirdiği sürecin adıdır.” diyor.
“Nefh”, üflemek anlamına gelen bir sözcüktür.
Kur’an da insan yaratılışını anlatan ayetlerde (örneğin; Hicr, 15;29) Allah’ın insana kendi ruhundan üflediği yönünde ifadeler yer almaktadır.
Gazzali konuyu kandil metaforunu kullanarak anlatmaktadır.
Kandilin ışığı ruh, fitili ise biyolojik yapının özü olan spermdir. Kandilin ışığı fitilin yakılmasına bağlı olduğu gibi, insanın ruh/bilince kavuşması da ana rahmine henüz sperm iken bir süreç içinde ilahi bir müdahaleye uğramasına bağlıdır ve bu müdahale nefh/üfürme sözcüğüyle simgeleştirilmiştir.
Gazzali’ye göre; ruhun üfüren bir şey olması, antik felsefe-bilim geleneklerinde ruhun hava olduğu yönündeki kabulle örtüşmektedir.
Nitekim “ruh” sözcüğü- rüzgâr ve hava anlamına gelen “rih” sözcüğüyle aynı kökten gelir.
Burada bir parantez açarak Kürtçe de ayrıca ruha “rih” denilir.
Gazzali;” ruh, suyun bardağı doldurduğu gibi bedeni dolduran bir cisim değildir.
Ruh bir tözdür (cevher), o bir ilinek (araz) değildir.
Ruh bir cisim de değildir. Çünkü cisim bölünebilir ama ruh bölünemez.
Ruhun ne belli bir mahalde bulunması söz konusudur ne de belli bir yönde olmasını sağlayacak biçimde cisimlere bitişik olması söz konusudur. Tüm nitelikler cisimlere ve onların ilineklerine hastır. Oysa ruh ne cisimdir ne de cismin bir ilineğidir. O bütün bu nitelikleri aşkındır.
Ruh ile Allah arasında, yön ve mekândan aşkın olmak bakımından bir benzerlik vardır. Bunun için Allah sadece ruhu kendisine ait bir ruh olarak takdim etmektedir. Bu benzerlik cismani varlıklarda bulunmamaktadır.
Ruh bölünmez, yer kaplamaz.
Ama sonradan ortaya çıkmış olma (hadis) anlamında mahluktur ve ezeli değildir. Ruhun sonradan ortaya çıkmış olduğunu gösteren kanıtlar ve bu kanıtların öncüleri sözün uzamasına yol açar.”
Gazzali’nin şu çarpıcı tespiti de kayda değer olduğunu düşünüyorum.
“Ruhlar bedenlerden önce var olmuş olsalardı ya çok ya da tek olmaları gerekirdi. Oysa ikisi de yanlıştır. O halde ruhların bedenlerden önce var olması düşünülemez.
Beşeri ruhların türce ayrı düşünülemez. Çünkü beşeri ruhlar, tanımı ve mahiyeti itibariyle birdir ve tektir.
Hadiste geçen “ruh” kelimesinden meleklerin ruhlarını, “ceset” kelimesinden de kozmik varlıkların kütlelerini anlamalıdır.
Allah önce takdir eder (plan), sonra takdirine uygun biçimde var eder (icad). İlahi takdir levh-i mahfuzda kayıtlıdır.
Umur-i ilahiyenin formları da ilk olarak levh-i mahfuza kaydedilir. Levh-i mahfuzla ilgili formların çizilmesi /intikâş) kalem aracılığıyladır.
Allah cismani olmaktan münezzehtir.
Varoluşun bu iki türü uyarınca Hz. Peygamberimizin Adem’den önce nebi olması takdiri (zihni) varoluş itibariyledir. Duyusal ve nesnel (harici) varoluş itibariyle değildir.” diyor İmam Gazzali…