Aslında insan olmak, kuyumcu titizliğiyle işlenerek meydana gelen eşsiz bir sanat
gibidir. İnsan olmak bu gezegenin en zor şeyidir. Filozof; “insan, aslında vahşi bir
hayvandır, sadece onun yontulmuş haline uygarlık diyoruz” demesi de boşuna değildir.
Vicdan, ahlak ve adalet uğruna bugüne değin milyonlarca insan ölmüştür.
İnsanlığın ilk ataları olan İlk Avcı toplayıcılarından günümüze değin “erdem, adalet
ve vicdan” savaşı verilmiştir.
Yakın tarihimize gelirsek Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra insanlar arasında artık en
önemli şeyin barbarca bir güce sahip olmak olduğunu unutmamalıyız. İnsanların barbarca güç
kanununu adalet kanunuyla değiştirmiş olması onları şerefli ve onurlu olduklarını da gösterir.
Peki “güç” kanununun “adalet” kanunuyla değiştirmede biz ne kadar başarılı olduk?
Uygarlığı ne kadar yaratabildik ve ne kadar uygar olabildik? Gerçekten de dillerde pelesenk
olan “necip millet” kavramının hakkını verdik mi ve necip miyiz?
Bu topluma dair hayatımın en büyük iki kırılmasını yaşadım. Birincisi 15 Temmuz
darbesinden sonra toplumun gerçek yüzünü görmek, ikincisi; en son Cumhurbaşkanlığı ve
milletvekilliği seçimlerinde milletin gösterdiği tavrı görmek. Kanadı kırılmış yaralı bir
güvercin gibi, yüreği sıkışan, nefes almakta zorlanan, duygularında boranlar yaşayan birinin
ruh halini yaşadım.
Kendimi acımasızca sorguladım, bu toplumun adaleti ve barışı için 28 Şubat’ta
fişlendim, TRT’de fişlendim ve tüm hayatım elimden alındı.
Sağcı-solcu, dindar-dinsiz vs. fark etmeksizin millet olarak yozlaştığımızı, güce-
paraya taptığımızı, makam, mevki ve dünya menfaati için muhbirliğin, aşağılık iftiracılığın,
ayak kaydırmanın, yolsuzluğun, hırsızlığın, vurgunun, talanın bu toplum için önemli
olmadığını, yargılamanın, sorgulamanın önemli olmadığını da görmekten inanılmaz acı
duydum.
Bizim canımız yanmayana kadar bizim dışımızda canı yananlara yüz çevirdik, insanlık
hukukunun hiçbir ahlakına sığmayan adeta bir soykırım gibi bir uygulama olan KHK’lılara
karşı ikiyüzlü davrandık. Kürtlere karşı yüreğimizi ortaya koyup, empati ve sempati
yapamadık.
Düşünün daha dün kendisi Kürt olan Sağlık Bakanı Fahrettin Koca; E-Reçetem
sistemine 5 dilin eklendiğini, e-reçetem sisteminde test işlemi tamamlanan dillerin, dün sabah
saatlerinde canlı ortama alınmaya başladığını, tüm dillerin (İngilizce, Almanca, Arapça,
Fransızca ve Rusça) canlı ortama alınma işleminin tamamlandığını söylerken neden Kürtçenin
de eklenmediğini söyleyemiyor.
Mahkemelerde ve TBMM’de Kürtçe için “bilinmeyen dil/lehçe” denilerek Kürtlere
en onur kırıcı, en aşağılık tavrı dayatıyor. Ülke ve dünya genelinde yaşayan 70 milyon
Kürdün dilini, tarihini, kültürünü yok sayıyor.
Kürtleri 100 yıldır ret, inkâr, baskı, şiddet politikasıyla onları dilinden, kültüründen ve
tarihinden koparabildiniz mi? Sorun ulusal boyutta çözülebilinirken bu baskıcı politikanızla
daha çok uluslararası boyuta taşımaya sebep oldunuz. Örgütlerin yaratılmasında ön-ayak
oldunuz.
Felaket üstüne felaket yaşadık yine de ders alıp insan olduğumuzu hatırlamadık.
Oysa ki; kötülüklerle savaşmanın tek yolu, onunla savaşmaktır. En yüce sanat
bilgeliktir ama aydınlarımızın, bilim insanlarımızın, gazeteci-yazarlarımızın,
akademisyenlerimizin cezaevlerinde çürümesine göz yumduk. İktidarın bütün yalanlarını
kendi gerçek hayatımız gibi gördük.
Yaşamın bir varlık olduğunu, onu bir bütün olarak değerlendirmek gerektiğini, ayrı
ayrı dakikaların bile farklı değerlendirmek gerektiğini bilemedik.
Montaigne “insani olmayan, bizi gerçek zevklerden uzaklaştıran yarım yamalak
bilgiden nefret ederim. Doğal isteklerimize karşı çıkmak ne kadar anlamsızsa onları
aşırı derecede şımartmak da o kadar saçmadır” der.
İşte, biz de yarım-yamalak, çoğu algı ve uydurma bilgilere inanarak darbeyi
sorgulayamadık, gerçekten darbenin perde arkasını bilmeden, (-ki aslında bütün dünya
biliyor,) KHK’lılara ve Kürtlere yapılanları meşru gördük, vurun abalıya dedik. Devletleşen
iktidar da devletin bütün kamusal gücüyle vurdu, vuruyor.
İktidar ne yaptı?
Sırf Gülen Cemaatinin yerine başka cemaat/tarikatları yerleştirmek için insanları
acımasızca yaftalayarak, PKK’lı, Fetöcü, Komünist diyerek, sosyal medyada şu beğeniyi
yaptın, şu twiti attın diye insanları vahşice fişleyip ekmek ve hayatlarını ellerinden alarak
acımasız bir zulmü uyguladı.
Bu vahşice zulüm bana da yapıldı ve hayatımın en güzel yılları elimden alındı.
Suçum neydi?
Zulüm, adaletsizlik yapılmasın, insanlar ölmesin, barış ve kardeşlik hâkim olsun
dediğim için.
CHP lideri Kılıçdaroğlu “iktidarın siyasi ve ahlaki meşruiyeti yoktur” derken
haksız mıydı?
Pascal; “İnsanlık üzerine çalışanların geometri üzerine çalışanlardan daha az
olduğunu gördüm” der.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası sayesinde iktidar olan Ak Parti iktidarı, anayasayı
takmıyor, uygulamıyor, kararları Anayasa Mahkemesinin de üstünde olan AHİM’in
kararlarını takmıyor, uygulamıyor, hâkimler, savcılar yazılı hukuku takmıyor, uygulamıyor,
sadece iktidarın ağzına bakıyor. Ülkenin hazinesinden milyarlarca dolar çalındı, ülkenin
yeraltı-yerüstü kaynakları yağma edildi, Cumhuriyetin en önemli fabrikaları satıldı.
O zaman sormak gerekir?
Yasal olan bir şey meşru mudur?
Demokratik midir?
Hayır! Değildir.
Örneğin devlet Doğu ve Güneydoğu’da 4500 köy yaktı, orman yaktı, Cezaevlerine
operasyon düzenledi, onlarca insan öldürüldü. 4,5 milyon insanı zorla göç ettirdi, faili belli
cinayetleri, gözaltında kayıpları saymıyorum bile. Devletin bu yaptığına “yasal” denilebilir
ama meşru ve demokratik değildir. Yani yasal olan bir şey, meşruluğun ve demokratikliğin
de garantisi değildir.
Bazen yakın dostlarım “Cüneyt! Çok sabırlısın, kim yerinde olsa yurtdışına gider,
bu kadar sıkıntıya katlanmaz” diye.
Belki de kendi pencerelerinde haklıdırlar lâkin sabır, dikenli bir çalılığı güle, ekşi,
asitli bir meyveyi kiraza, elmaya ve sulu meyvelere çevirir. Yaşadığım ve bana yaşatılan her
şeye karşın umudumu koruyor ve sabrın sonu selamet olacağına inanıyorum.
“Kıyıya asla yüzemeyeceğimize göre burada boğulup ölelim” felsefesi
korkaklığın/korkakların felsefesidir. Bu konuyla ilgili Jules Payot’un muazzam tespitleri
vardır, tam da bizi yani toplumumuzu anlatır.
Payot; “ahlaki bakımdan çocukların büyük kısmı kendi hallerine bırakıldığı için
bencil eğilimler gösterdiklerini, kölelik, köleleri öyle ahlaksızlaştırır ki onların köleliği
sevmesini sağladığını, küçücük eylemler alışkanlıklar oluşturulurken biriktirilmiş
alışkanlıklar karakteri oluşturduğunu” söyler.
Özgürlüğün manevi yaşamda olduğu gibi sosyal yaşamda da asla gereksiz bir lütuf
olmadığını, akıllı bir insanın muzaffer olduğunu çünkü evrensel düzene ve akla inandığını,
şansa asla inanmadığını, zaferin sırrı gideceği yeri bilmek ve hiç durmamak olduğunu ifade
eden Payot’un şu tespiti de kayda değerdir.
“Hayatları kolay olan insanları etkileyen bir iradi hastalık vardır. Yüzmeyi can
yeleğiyle öğrenen birisi asla iyi bir yüzücü olamaz.”
Platon; “haksız olmaktansa haksızlığa uğramayı tercih ederim.”
Nicole; “insanların ne düşüneceğinden korkmak, baruttan başka bir şeyle
doldurulmamış olduğunu bildiği bir tüfekten bir askerin korkarak kaçmasına benzer.”
Yine bununla ilgili Payot; “kendisine saygısı olan genç biri asla başkalarının
düşüncelerine boyun eğmez.”
Özetle; ya insan olma sanatını geliştirip insanlık hukukunu uygulayacağız ya da
emperyalist devletlerin ağzında birer lokma olmayı göze alacağız.