Sivil Siyaset Hareketi Koordinatörü Abdulbaki Erdoğmuş, Yolcu Dergisi’nden Faik Özcan’la “Siyasal İslam, Kürt Meselesi ve İslamsız Müslümanlık” üzerine konuştu. Erdoğmuş “ Yönetimin, siyasetin ve devletin din üzerinden tartışılması coğrafyamız için en büyük tehdit unsurudur. Din siyasallaştıkça İslam’dan daha çok uzaklaşıyoruz. Din konusunda siyasetin kazanımları görecelidir. Bu süreçte oluşan ve yaşanan İslam değil Müslümanlıktır. Bu nedenle İslam ve Müslümanlığı birbirinden ayırmak gereğine inanıyorum.” dedi.
Abdulbaki Erdoğmuş ve Faik Öcal tarihe şu notları düştü:
1989’da Diyarbakır Belediye Başkanlığı için Refah Partisinden aday oldunuz. Diyanet İşleri Başkanlığında imam hatip ve müftülük görevlerinde bulundunuz. 1999 yılında Anavatan Partisinden Diyarbakır milletvekili seçildiniz. Kürt bir Müslüman âlim ve aydınsınız. Diyeceğim, siyaseti her açıdan (Milli Görüş, Sağ Muhafazakâr, Kürtlük, Diyanet vs.) tanıdınız. Hali hazırda Milli Görüşün gelenekçi kanadını temsil eden Saadet Partisi, Millet İttifakı’nın yanında duruyor, yenilikçi kanadını temsil eden Adalet ve Kalkınma Partisi MHP ile Cumhur İttifakı içinde yer alıyor, bu noktada Milli Görüş konseptinin Kürt sorununu çözebileceğine inanıyor musunuz? Merhum Erbakan Hoca başta olmak üzere Milli Görüşçülerin ajandasında Kürt sorunu çözümüne yönelik somut çözüm önerileri var mı/ydı? 2013-2015’teki çözüm süreci fiyaskosunu da hesaba katarsak hep bir oyalama mı var/dı?
Bilindiği gibi Kürtler, Mezopotamya coğrafyasının kadim halklarından biridir. Medeniyetlerin inşasında önemli rolleri ve etkileri olmuştur. 7000 yıllık tescilli tarihleri vardır. Binlerce yıllık bu topraklarda elbette sadece Kürtler yaşamamışlardır. Asurlular bu toprakların en etkin halkıdır. 1074’te Kaşgarlı Mahmut tarafından çizilen Dünya haritasında bu topraklar “Erdu’l-Ekrad” (Kürtlerin ülkesi) olarak geçer. Özellikle Osmanlı döneminde bir eyalet olarak bağımsız statüde varlığını sürdüren Kürdistan’ın, emperyalist devletler tarafından bölünmesi ve bölge ülkelerine dağıtılması temel sorun olarak ortaya çıkmıştır. 20. yüzyılın başlarından itibaren milli-ulus devletlerin kurulması, coğrafya halklarını da ayrı ayrı devletlere yöneltmiştir. Bu mücadelede Kürtler, “kimlik” arayışlarını sürdürdükleri için egemen devletler için hep sorun olarak görülmüşlerdir. 1970’lerden sonra başlayan demokrasi rüzgârı coğrafyamızı da çok yakından etkilemiştir. Sovyetlerin dağılmasından sonra Kafkaslarda ve Balkanlarda ortaya çıkan ulus devletleri, Kürtleri de yeniden hareketlendirmiştir. Siyasi örgütlenmeler ve silahlı mücadeleler yeniden baş göstermiş ve sorun bölgesel sınırları aşarak uluslararası boyutlara ulaşmıştır. Irak’ta Enfal ve Halepçe katliamları Kürt sorununu daha da derinleştirerek uluslararası müdahalelere açık hale getirmiştir.
“Bağımsız Kürdistan” iddiası da duyulan endişeleri de bu bağlamda değerlendirilmelidir. Bilindiği gibi Osmanlı bakiyesi topraklarda mücadele vermelerine rağmen “bağımsız devlet” statüsü kazanmayan en büyük nüfus Kürtlerdir. Sırplar, Hırvatlar, Boşnaklar, Arnavutlar, Makedonlar, Ermeniler gibi unsurlar, nüfusları Kürtlerden çok daha az olmasına rağmen bağımsız devlet statüsünü elde etmişlerdir. Kişisel olarak etnik temele dayanan ulus-devlet yapılanmalarını doğru bulmuyorum ancak başkaları için doğru olanı Kürtler için yanlış bulmayı da gerçekçi görmüyorum. Irak’ta bir Kürdistan bölgesel yönetimi oluşmuş durumdadır. Yapılan referandumda halkın tercihinin bağımsızlık yönünde ortaya çıkması, Kürtlerin beklentilerini açıklamak için yeterlidir, sanırım. Türkiye’yi Irak ve Suriye ile aynı kategoride değerlendirmek gerçekçi değildir. Sorunun nedenleri ve çözüm yöntemleri de farklıdır.
Türkiye’nin bütünlüğü sadece bizim için değil, coğrafyamız için hayati bir öneme sahiptir. Türkiye’nin bütünlüğü esas alınmadan sorunun çözümüne yönelik geliştirilen yöntemler Kürtlerin de yararına olmayacaktır. Önemli olan; Kürt meselesini şiddet ve çok yönlü terörden bağımsız olarak tanımlayabilmek ve çözüm önerilerini geliştirmektir. Bu anlamda bir açıklık ve şeffaflık görmüyorum. Genel olarak siyasi yaklaşımları konjonktürel ve günü kurtarmaya yönelik görüyorum. Kafası en karışık olanlar da ne yazık ki “Siyasal İslamcı” olarak tanımlanan siyasi partilerdir. Millî Görüş Hareketi bunların başında gelir. Esas olarak Millî Görüş Hareketi, Mısır’da Müslüman Kardeşler (İhvan’ül-Müslimin) ve Pakistan’da Mevdudi’inin öncülüğünde kurulan Cemaat’ül-İslam hareketlerinden esinlenerek geliştirilen bir hareket olduğunu düşünüyorum. Millî Görüş Hareketi, daha çok bir ulus-devlet modeli formatında Ümmetçi- İslamcı-Milliyetçi- Osmanlıcı düşünce akımlarının sentezi olarak da yorumlanabilir.
Müslümanlık iddiasıyla örgütlenen siyasal parti ve örgütlerin tamamında olduğu gibi Millî Görüş Hareketinin de uygulanabilir muasır bir siyaset/yönetim modellerinin olmadığı siyaset yapma tarzlarından ve iktidarlarından ortaya çıkmıştır. Millî Görüş Hareketi ve Siyasal İslamcı politikacılar için sorun, sadece devlet ve siyasal sistem yoksunluğu değil, hiçbir temel sorunun çözümüne ilişkin muasır bir model oluşturamamaktır. Bu bağlamda Kürt sorununun çözüm yöntemini ortaya koymak bir tarafa sorunu dahi doğru anladıklarını düşünmüyorum.
Samimiyetlerini, niyetlerini sorgulamak istemem. Bu nedenle de bir oyalama taktiği içinde olup olmadıklarını da önemsemiyorum. Samimiyetlerini ve iyi niyetlerini varsayarak belirtmeliyim ki, bu kesimin en ideal ve ileri çözümü “İslam Kardeşliği” iddiasıdır. Henüz İslam kardeşliğinin “Dinde Kardeşlik” olduğunu, siyasal alanı ve farklı unsurların hak ve hukukunu, özgürlüklerini, kendilerini yönetme hakkını kapsamadığını anlamayacak kadar gerçeklikten uzaktırlar. Böyle bir anlayışın sahiplerinden etnik bir sorunu, Kürt meselesi gibi bölgesel, tarihi bir sorunun çözümünü beklemek en basit bir ifadeyle saflık olur.
“Kürtler Söz Konusu Olunca Siyasal İslamcıların Aklına ‘Hak-Hukuk-Adalet-Hürriyet-Kimlik’ Yerine Hep ‘Kardeşlik’ Gelir.”
“Ancak mü’minler kardeştir” (Hucurat; 10) diye Kur’an’da bir ayet olmasına rağmen Kürtlerin bu haklarından mahrum edilip, Kürtlere Fehmi Şinnavi’nin deyişiyle “ümmetin yetimi” muamelesi yapıldığını görüyoruz. Bunun nedenleri nelerdir? ya da Müslümanlar neden mümin kardeşliğini yanlış anlıyor?
Müslümanların genel anlayışında “halkların kendilerini yönetme” veya “halkların farklılıklarıyla ve haklarıyla eşit olarak var olma” gibi siyasal ve toplumsal bir proje söz konusu değildir. İslam iddiasıyla egemen olmuş güçleri- adalet hassasiyeti- dikkate almadan meşru sayarlar. Kürtler, bir devlet gücüne sahip olmadıkları için haklı talepleri dahi kurulu düzene “isyan” olarak tanımlanır. Şinnavi’nin “ümmetin yetimleri” olarak Kürtleri tanımlamasının nedeni bir devletten yoksun olmalarıdır. Kürt meselesi bir iman-islam ve din sorunu değildir. Kürtler, sadece Müslüman unsurlardan da oluşmuyor. Araplar, Türkler ve diğer etnik unsurlar gibi Müslüman olanı ve Müslüman olmayanı vardır. Çözümü de din kardeşliği değil, siyasal eşitlik, hürriyet ve hukuk güvencesidir. Her nedense ‘Kürtler’ söz konusu olunca siyasal İslamcıların aklına “hak-hukuk-adalet-hürriyet-kimlik” yerine hep “kardeşlik” gelir. Yeryüzünde inananların tamamı İman’da kardeş olduğu halde siyasal haklar söz konusu olunca Kürtlerin payına “İslam kardeşliği” düşer. Bunun anlamı, siyasal taleplerin İman-İslam-Din-Kur’an üzerinden örtülmesidir. İman ve “Müminler kardeştir” ayeti bu anlayışın neresinde?
“İSLAM MÜSLÜMANLARIN ELİNDE REHİN DURUMDA”
Hakiki İslam tarikat, mezhep, cemaat vs. gibi yapıların tasallutu altındayken hangi hikmet ehli (aydın-münevver) ya da İslami hareket önümüzü açacak, bizi özümüze kavuşturacak?
Evet, ne yazık ki İslam Müslümanların elinde rehin durumundadır. Cemaat, dini örgütlülük ve siyaset gibi yapıların tasallutu altındadır. İslam’ın, Müslümanların tasallutundan kurtarılması ve Allah’a has kılınması dinin özüdür, ruhudur. Müslümanların, dinin özünden ve ruhundan koptukları tartışma götürmez bir gerçektir. İslam iddiasını taşıyan herhangi bir siyasi hareket, parti, devlet, diyanet, cemaat, veya örgütlerle de öze dönüşü mümkün görmüyorum. Öncelikle örgütsel, siyasal ve kurumsal anlayışla İslam’a yaklaşımın doğru olduğunu düşünmüyorum. Bu anlayışta olan Müslümanları kendi din ve inançlarıyla baş başa bırakmak gerekir. Yani onları da huzursuz, mutsuz kılmaya gerek yok. İslam’ın bir rahmet, adalet ve ahlak dini olarak evreni, kâinatı ve bütün insanlığı kuşattığını bilmek ve anlamak zorundayız. İnsan, kendisini, doğayı, tabiatı tanıdıkça ancak İslam’a ulaşabilir.
Bunun için de bilgiye, hikmete, irfana, ihtiyaç vardır. Geçmişe takılıp kalan, ecdat yaşamını din bilen, İslam’ı kutsal kitaplardan ve geçmiş ümmetler tarafından yaşanılanlardan ibaret sayan, insan yaşamını sadece ‘dünya’ denilen gezegende gören, ahireti de sadece cennet ve cehennem olarak bilen, yeni bir medeniyet ve gelecek tasavvuru olmayan Müslümanların, İslam’ı anlaması nasıl mümkün olacak? Bunu mümkün kılacak olan; Allah ve İslam tasavvurumuzu sorgulayarak, aklederek, tefekkür ve tezekkür ederek hikmete ve irfana ulaşmaktır. Bunu adı tahkiki imandır. İman da Müslümanların tekelinde değildir. İslam’ın sınırlarını belirlemek din adamlarının yetkisinde olmadığı gibi Müslümanların da haddine değildir. Allah, “rabbul müslimin” değil, “rabbul alemin”dir. İslam da Müslümanların değil, alemin dinidir. Öze dönüş; insanlığa dönmekle mümkün olur. İnsanlığı özümsemeden İslam yaşanmaz. Önce insan olmalıyız sonra Müslüman. İnsanlık bir zorunluluktur. Müslümanlık ise bir tercihtir.
“İman ve İslam İnsanlıkla Mümkündür. Müslümanlık ise Teslimiyet ve İtaatle Gerçekleşir.”
Öyle ama maalesef Müslümanların müslümanlaştıkça insan olmaktan uzaklaştıklarını müşahede ediyoruz. Böyle garip bir paradoksla karşı karşıyayız. Biz Müslümanlar insan olmak için neden hep bir kurtarıcıdan medet umuyoruz? Sizce bu garip paradoksun nedeni ne olabilir?
Bunun asıl nedeninin, Müslümanların bir dinleri olmasını yeterli görmeleridir, diye düşünüyorum. Oysa İslam, insanlık üzerine inşa edilir. İnsanlık bilinci, şuuru ve sorumluluğu bilinmeden sadece Müslüman olmakla yetinmek sünnetullaha aykırıdır.
İnsanlık bilincine ulaşmadan şeyhlerin, imamların telkinleriyle Müslümanlaşma geleneği doğal olarak bir kurtarıcıya bağlanmayı gerektirir. Bu arayış, ölüden dahi yardım ve himmet beklentisine götürür. İnsan olarak akıl, bilgi ve imanla değil, Müslüman biri olarak ölü veya diri birisine teslimiyet ve itaat ederek Allah’ın rızasını elde edeceğine inanır. İman ve İslam insanlıkla mümkündür, Müslümanlık ise teslimiyet ve itaatle gerçekleşir. İki milyara yakın Müslüman nüfus vardır, “Ben Müslümanım” diyen hiç kimseyi Müslümanlık sınırlarının dışında tutamayız. Buna hakkımız, yetkimiz de yoktur. Haddimize de değildir.
Peki bu nüfusun kaçta kaçı insanlığı, iman ve İslam’ı özümsemiş olabilir? İslam’la muasırlaşmayı gerçekleştirebilmiştir? Sözünü ettiğiniz “garip paradoksu” burada aramak gerekir.
“Müslümanlar, Aklın, Kitabın, Hikmetin Işığından Yoksun Oldukları için Mevcudatı da Doğru Anlamaları Mümkün Değildir.”
Müslümanların mevcudatı algılamakla ilgili ciddi problemleri var. Müslümanlar neden mevcudatı doğru algılayamıyor? Bunun önündeki engeller nelerdir?
Mevcudatı anlamak için önce akletmek gerekir. Akletmeyi terk eden bir toplum, kaçınılmaz olarak cahiliye karanlığına mahkûm olur. Günümüzde Müslümanlık iddiasında olanların aklı, bilgiyi, bilimi, hikmeti İslam için gerekli görmediklerini biliyoruz.Muhammed İkbal’in ifadesiyle;
“Allah Resulü, kıl değil akıl bıraktı!
Kitabı, aklı ve akıl etmeyi bıraktık
Kıla, sakala, cübbeye kutsiyet atfeder olduk…”
Müslümanlar, aklın, kitabın, hikmetin ışığından yoksun oldukları için mevcudatı da doğru anlamaları mümkün değildir. Diğer önemli engel de Müslümanların Allah tasavvurundaki zihin karışıklığıdır. Allah’a ait olanı, insan başta olmak üzere başka nesneler için de var saymak saf ve berrak tevhid anlayışından uzaklaşmaya yol açar. Din bilginlerine İlahi özellikler yüklemek, evren hükümranlığına ortaklar oluşturmak, evreni bilimsel çalışmalar yerine din adamlarından öğrenmek gibi akıl ve bilim dışı arayışlar ne yazık ki Müslümanların mevcudat algısını da hakikatten uzaklaştırmıştır. Allah’ın peygamberler için buyurduklarından çok daha fazlasını peygamberlere nispet etmek gibi. Peygamberlere, manevi önderlere ilahi özellikler isnat edilmesi buna örnek verilebilir. Yahudilerin Hz. Musa veya Uzeyre, Hıristiyanların Hz. İsa, Hz. Meryem veya Havarilere, Müslümanların Hz. Muhammed ve ashabına isnat ettikleri olağanüstü özellikler bu kapsamda değerlendirilebilir.
İnsanın aklederek, araştırarak mevcudatı anlama sorumluluğu olduğunu biz Müslümanlar unutmuş durumdayız. Tersine, yapıp ettiklerimizin sorumluluğunu da Allah’a yüklemişiz.
İnsanların sorumluluğunu Allah’a yüklemeye en iyi örnek ‘kader’ anlayışımızdadır. Kendi kaderimizi yönetmeyi başaramadığımız için her şeyin sorumluluğunu “kader” inancımızla Allah’a yüklemişiz. Kadere bu şekilde inanmayı iman ilkesi olarak belirlemişiz. Fazla söze gerek var mı? Mevcudat bilgi ve bilimsel buluşlarla anlaşılır. Kur’an’ın ilk emrinin “Oku” ile başlamasını yeterince anlayamadık. ‘Oku’ emrini yalnız Kuran’ı okumak olarak anladık. Okumakla yetinmedik ezberleyip ölülerin cenazelerinde veya mezarlarında okumayı gelenekselleştirdik. Oysa ‘Oku’ emri, Kur’an ışığında yaratılışı, evreni okuyarak, anlayarak öğrenmeye yöneliktir. İnsan, öncelikle kendi yaratılış serüvenini bilmeden Allah’ı bilmesine imkân yoktur. İlimsiz iman, imansız İslam olmaz. “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” (Alak Suresi/96:1-5) Resulü Ekrem’in en büyük mucizesi Kur’an’dır. Yani bilgi, ilim, hikmet, irfandır. Bu bağlamda İslam da din adamları başta olmak üzere yaratılanlara teslim olmak değildir, yaratılanı okuyarak, inceleyerek, anlayarak, uçsuz bucaksız evrende yeni şeyler keşfederek yaratana teslimiyet göstermektir. Yaratılanlar üzerinde taakkul, tefekkür, tezekkür, tedebbür etmektir. Yaratıcı için tesbih çekmek değil, yaratıcıyı tesbih etmektir.
İhtiyaç fazlası cami yerine ahlak ve adalet lazım” çağrısı yapan ilahiyatçı – Kocaeli Gazetesi
“Müslümanlar, Adeta Allah’ın Resulü Hz. Muhammed’i de Millileştirmişlerdir.”
İslam tarihinin neresinde duruyoruz? Şöyle sorayım: Neden İslam tarihi (Kur’an tarihi) ile Müslümanlık tarihi örtüşmüyor?
Öncelikle belirtmeliyim ki İslam tarihi ile Müslümanlık tarihi birlikte başlamış değildir. İslam tarihi, Allah’ın yaratma eylemiyle başlamıştır. Yer-gök ve ikisi arasındaki şeyler yaratıldıktan sonra insanın yaratılış serüveninin başladığını biliyoruz. Birçok canlının, hatta beşer türünün de insandan önce var olduğu bilinmektedir. İnsanlar, doğal olarak Müslümanlar da henüz yokken İslam, yani Allah’ın evren nizamı ve bütün yaratılanlar için seçtiği İslam düzeni vardı. İslam’ın dini boyutu Hz. Muhammed ile tamamlanmıştır ancak nizam boyutu var oluşla başlamış ve hep devam edecektir. Yaratma serüveni İslamsız düşünülemez.
Kur’an ve onun mübelliği Hz. Muhammed’e inananların mücadelesini verdiği tarih, İslam tarihinin sadece bir bölümünü ihtiva eder. Daha önceki ümmetlerden de iman edenler “Müslüman” olarak tanımlanmaktadır. Hz. İbrahim ile ilgili ayet bütün peygamberler için de söz konusudur: “İbrahim ne bir Yahudi, ne de bir Hıristiyan idi; ama kendini Allah’a teslim ederek her türlü batıldan yüz çevirmiş bir Müslümandı. Müşriklerden de değildi.” (Al-i İmran suresi/3:67) Buna göre Müslümanların tarihini İslam tarihi, Müslüman coğrafyasını İslam coğrafyası, Müslüman alimleri İslam alimi, Müslümanların yönetimini İslam yönetimi, Müslüman ordularını İslam ordusu gibi tanımlarla adlandırmayı doğru bulmuyorum.
Benzer yaklaşımlarla İslam’a haksızlık ettiğimizi ve İslam’ı istismar ettiğimizi düşünüyorum. Tanımlamayı doğru yaparsak İslam ve Kur’an’ın örtüştüğünü de açık ve net olarak görürüz. Tıpkı Hz. Muhammed (s) gibi. Onunda Müslümanların değil, İslam peygamberi olduğunu kabullenmek zorundayız. Allah’ın bir rahmeti olarak alemlere gönderildiğini bilmek durumundayız. Evet…Hz. Muhammed (s) Mekke’de doğmuştur. Kureyş kabilesindendir. Beni Haşim soyundandır. İtibarlı, güvenilir bir insandır. Bu yönüyle belirli bir topluma ve coğrafyaya aittir ancak risaleti/nübüvveti evrenseldir. Risalet boyutuyla bir coğrafyanın veya bir milletin peygamberi değil, alemlerin peygamberidir. Bu bağlamda diyebilirim ki ‘Peygamber’ tasavvurumuz da doğru değildir. Müslümanlar, adeta Allah’ın Resulü Hz. Muhammed’i de millileştirmişlerdir. Kabile veya millilik anlayışıyla İslam, Kur’an ve Peygamber doğru anlaşılamaz.
“Hz. Muhammed’i ‘İslam Peygamberi’ değil de ‘Müslümanların Peygamberi’ Olarak Bilmek, Öyle Tanıtmak Bir Din Milliyetçiliğidir.”
Müslümanların Allah Resulünü millîleştirmesi mevzuunu biraz daha açar mısınız?
En başta Hz. Muhammed’i ‘İslam Peygamberi’ değil de “Müslümanların Peygamberi” olarak bilmek, öyle tanıtmak bir din milliyetçiliğidir. İkincisi, sünnet olarak Resulü Ekrem’in yüce ahlakını değil de giyim kuşamını, yeme içmesini, sosyal yaşamını sünnet olarak bilmektir. Bu anlayış, Hz. Peygamber’i yerelleştirmekte ve millileştirmektedir. Üçüncüsü, Hz. Peygamber’in risalet ve nübüvvetinin değil, insani özelliklerinin, aile ve kabilesinin kutsanmasıdır. Bu durum İlahi mesajın evrenselliğinin de önüne geçmektedir.
Bir diğeri, Allah’ın tanımladığı ve tanıttığından farklı olarak tanıtılması ve hakkında menkıbelerin yazılmasıdır. Yazılanlara, anlatılanlara bakınca Hz. Muhammed’in kişiliği risaletinin önüne geçmektedir. Kuşkusuz bu yaklaşım tarzı, risaletin evrenselliğine ve önemine gölge düşürmektedir. Oysa Hz. Muhammed’in abartılı övgülere ihtiyacı da yoktur. Allah’ın tanımlamasından daha değerli, daha doğru ve daha önemli bir övgü olabilir mi?
(Ey Muhammed) “Ve sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.”(Kalem Suresi/68:4)
“Hz. Ebubekir’in Ridde Savaşları Din için Değil, Siyasal Düzeni Korumak ve Arap Kabilelerinin Dağılmasını Önlemek İçindir.”
Hazreti Ebubekir yaptığı Ridde savaşlarının (632-633) tamamen siyasi kaygılara bağlı olduğunu belirtiyorsunuz. Hazreti Ebubekir İslam için mi yoksa iktidarı için mi Ridde savaşlarını yaptı?
Öncelikle belirtmeliyim ki muazzez peygamberimizin vefatıyla birlikte İslam için savaş da bitmiştir. Sonraki savaşların tamamı Müslümanların kendi kararları ve uygulamalarıdır.
“Bugün sizin dininizi tamamladım (kemâle erdirdim) ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’ı belirledim.”(Maide Suresi/ 5:3) Tamamlanmış ve kemale erdirilmiş bir din için artık savaşa gerek var mı? En önemlisi de iman etmek bireyin özgür iradesiyledir. İman özgürlüğü üzerinde hiçbir baskı kabul edilemez. Bu ilkeyi koyan da Allah’tır. “Ve de ki: ‘(Bu) hak, Rabbinizden (gelmiş)tir.’: Artık ona dileyen inansın, dileyen reddetsin”.(Kehf Suresi/18:29) Tamamlanmış bir dinde (İslam) din adına yeni ilkeler koymak kimin haddinedir? İslam, insanlığa gelmiş evrensel bir din olduğuna göre bu dinin sorumluluğu da belli kişilere, bir kabileye, herhangi bir millete veya devlete verilemez. Hz. Muhammed de İslam peygamberi olduğuna göre resul olarak hiçbir millete ait değildir. Onu hiç kimse temsil edemez ve onun adına hiç kimse bir ilke koyamaz. Hz. Ebubekir’in Ridde savaşları da din için değil, siyasal düzeni korumak ve Arap kabilelerinin dağılmasını önlemek içindir. Doğruluğu veya yanlışlığı bu bağlamda tartışılabilir ancak Hz. Ebubekir, Halife olarak İslam’ın da Allah’ın Resul’ünün de temsilcisi değildir.
“Halifenin Seçilmesi İslam’ın Gereği Değil, Siyasetin Gereğidir.”
Hazreti Ömer ile Hazreti Ebubekir’in yaptığı “insani hatalar” sonucu Muaviye ve oğlu Yezid’e saltanat yolunun açıldığını söylüyorsunuz. O dönemin koşullarında başka bir yol mümkün müydü? Yani bütün Müslümanların seçilmiş bir halifenin etrafında bir araya gelme olanağı var mıydı?
Hz. Ebubekir’in halife olarak seçilmesinin ardından tartışmalar aynı anda başlamış ve günümüze kadar da devam etmektedir. Benim itirazım, bu tartışmaların din üzerinden yapılmasınadır. Halifenin seçilmesi İslam’ın gereği değil, siyasetin gereğidir. Hz. Ebu Bekir de sonraki halifeler de İslam’ı temsil etmek için değil, Müslümanları ve hakimiyetine girmiş toplulukları yönetmek içindir. Bu bağlamda yönetim şeklini, seçilme yöntemini, uygulamaları siyaset üzerinden tartışmak elbette doğaldır. Ancak biz Müslümanlar 1400 yıldır bu gerçeği din üzerinden tartışmaya devam ediyoruz. Yanlış bulduğum bu anlayıştır. Yönetim ve siyaset için Kur’an’da referanslar aramak gerekebilir ancak referansları ne olursa olsun bir yönetimi veya devleti İslam olarak tanımlamak doğru değildir. “Din devleti” tanımını da anlayışını da İslam’ın ruhuyla bağdaştırmak mümkün değildir. İslam, hiçbir şekilde kurumsallaştırılamaz. Resulü Ekrem’den sonra hiçbir yönetim modeli ve hiçbir devlet İslam değildir.
Din üzerinden tartışmalar yapıldığı için Müslümanlar kendilerine özgü bir siyasal sistem ve devlet modeli de geliştirememişlerdir. Sasani ve Bizans modelleri Muaviye ile birlikte kurumsallaşmış ve meşruiyeti dine dayandırılmıştır. Oysa devlet ve yönetimlerin meşruiyet kaynağı din değil, adalettir ve adaleti tesis edecek olan hukuk düzenidir. Muaviye ile başlayan din-devlet ve din-siyaset düzeni günümüze kadar Müslümanların devlet ve siyaset modeli olarak devam etmiştir. Kuşkusuz bu durum, İslamsız Müslümanlığa da bir örnek teşkil etmektedir.
“İslamcılık Emperyalizme, İşgale, Sömürü ve Zulme Karşı Müslümanların Bir Direnişi Olarak Ortaya Çıkmış Olsa da Süreç İçinde Dinden Daha Çok Siyasi ve İdeolojik Bir Karakter Almıştır.”
Siyasal İslamcılık ile İslamsız Müslümanlık arasında nasıl bir bağ görüyorsunuz?
Siyasal İslamcılık modern çağın bir ideolojisidir. Kuşkusuz İslam’dan ideolojiler, medeniyetler, yönetim ve siyaset geliştirilebilir ancak bunlardan hiçbiri İslam değildir ve ‘İslam’ olarak tanımlanamaz. İslam bizim inancımız, dinimiz, hayat felsefemiz, İslamcılık ise; İslam iddiası üzerinden Müslümanlardan bir kısmının sürdürdüğü siyasi-ideolojik dünyevi bir mücadele yöntemidir. Kimilerine göre İslamcılık bir “Neo-Haricilik” olarak tanımlansa da benzer dini referanslarına rağmen kanaatime göre haricilikten farklı olarak tamamıyla siyasi bir ideolojiyi temsil etmektedir. Her ne kadar başlangıçta İslamcılık emperyalizme, işgale, sömürü ve zulme karşı Müslümanların bir direnişi olarak ortaya çıkmış olsa da süreç içinde dinden daha çok siyasi ve ideolojik bir karakter almıştır. Milliyetçilik ve ulusçuluk bağlamında İslamcılık da modern dünyanın meşru bir ideolojisi olarak kabul görmüş ve Müslümanların da İslam devletine sahip olmasını savunur. Bu tez, İslam üzerinden devlete, dünyaya egemen olmayı hedefleyen ve İttihad-ı İslam’ı savunan bir Müslüman milliyetçiliğidir.
Milliyetçilik ve ulusalcılıktan farklı olarak İslamcılık, Batı’ya ait, “batıcı” bir ideoloji değildir. İslamcılık bu toprakların fikri ve siyasi akımıdır, bu topraklara aittir. Ancak kendine ait bir siyaset-devlet modeline sahip olmadığı için Batı’nın modern ulus devleti biçiminde bir “İslam devleti” modelini savunmaktadır. Modern akımlar olarak İslamcılık-Milliyetçilik ve Ulusalcılık birbiriyle örtüşen, benzeşen, birbirini besleyen ve birbirlerini taklit eden ideolojilerdir. Birbirine teoride zıt gibi olsalar da yöntem ve davranışta aynıdırlar. Her üçü de devlet eliyle yukarıdan aşağıya doğru toplumu biçimlendirmeyi, otoriteyi/devleti kutsallaştırmayı, muhaliflerini, rakiplerini ötekileştirmeyi, düşmanlaştırmayı temel alırlar. Karşısına aldıkları düşmanlar üzerinden kendilerini ifade ederler. Varlıklarını dahi düşmanlık üzerinden sürdürürler.
Bu anlayışı İslam olarak tanımlamak doğru olmadığı için “İslamsız Müslümanlık” tanımı içinde değerlendirmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum
“Savaş ile Sağlanan Hakimiyetlere ‘Fetih’ Denilmesi İslam Açısından Doğru Değildir.”
Savaş, cihad, fetih vb. kavramların siyasallaştırılmasını İslam’dan bir sapma olarak gördüğünüzü belirtiyorsunuz. Günümüz dünyasında bir Müslüman hayatında İslamiyet’e nasıl yer açacak? Siz şahsen hayatınızda İslamiyet’e nasıl yer açabildiniz mi? Misal: Mazlumlardan yana hakkıyla tavır alabildiğinizi düşünüyor musunuz? Ya da teknolojik dünyada özne kalmayı başarabiliyor musunuz?
Cihad ve fetih islami kavramlardır. İki kavram da barışın araçlarıdır. Belirsizliği ortadan kaldıracak, iç huzuru sağlayacak, sulha ulaştıracak bir anlayışı ve gayreti ifade eder.
“Gerçek şu ki (Ey Muhammed,) Biz senin için apaçık bir zaferin (fetih) önünü açtık, böylece Allah, senin hem geçmişte hem de gelecekteki bütün hatalarına karşı bağışlayıcılığını gösterecek; ve (böylece) bütün nimetlerini sana verecek ve seni dosdoğru bir yola sevk edecektir; ve Allah sana güçlü yardım elini uzatacaktır.…” (Fetih/48:1-3) “Allah’ın yardımı ve zafer (fetih) geldiğinde ve insanların Allah’ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde, Rabbinin sınırsız şanını yücelt, O’na hamdet ve O’ndan mağfiret dile çünkü O, her zaman tevbeleri kabul edendir.” (Nasr Suresi/110:1-3) Ayetlerde fethin; iç huzur, doğru yola ulaşma ve barış içinde insanların dalga dalga Allah’ın dinine gönüllerini açmaları olarak tanımlandığı görülmektedir.
Mekke’nin Müslümanların hakimiyetine geçmesi de bu yöntemle gerçekleştiği için ‘Fetih’ olarak tanımlanmıştır. Bu bağlamda savaş ile sağlanan hakimiyetlere ‘fetih’ denilmesi İslam açısından doğru değildir. Anlamından ve amacından saptırılan kavramlardan biri de cihattır. İslam anlayışına göre cihadı; tevhid inancını yaymak, adalet ve barışı tesis etmek, salih/yararlı amel işlemek ve yeryüzünde marufu yayarak fitne kalmayıncaya kadar devamlı bir gayret ve mücadele içinde olmak şeklinde tanımlayabiliriz. Müslümanlık anlayışına göre cihadı; Allah adına iktidar olmak, iktidarı korumak, iktidar alanını genişletmek ve iktidarını yeryüzüne hâkim/egemen kılmak için kıyamete kadar savaşı sürdürmek şeklinde tanımlamak mümkündür. Tarih boyunca ve günümüzün de en büyük tehdidi; cihadın iktidar ve egemenlik için ve gerektiğinde savaş olarak tanımlanarak kullanılmasıdır.
Terörü, şiddeti, işgal ve yağmayı meşrulaştıran da bu anlayıştır. Savaş ise fetih ve cihattan farklıdır. Savaşların gerekçeleri, meşruiyeti tartışılabilir ancak gücün egemenlik mücadelesi verdiği topraklarda ve her coğrafya da savaşlar kaçınılmaz olur. Tarihte Müslümanların da yaptıkları savaşları bu çerçevede değerlendirmenin daha gerçekçi olacağını düşünüyorum. İslam zaviyesinden bakınca bu gerekçelerle yapılan savaşların meşruiyeti yoktur. Çünkü hükümranlık Allah’a aittir. Hükümranlık için bir savaşmak insanların tercihi sonucudur. Sorumluluğu da vebali de insanlara aittir. Elbette Müslümanlar da kendilerini savunacaklardır. Hakları, hukukları, hürriyet ve onurları için gerektiğinde savaşacaklardır. Ancak hükümranlık ve geniş topraklara sahip olmak için İslam adına savaşılmaz. Din için savaş süreci Hz. Muhammed’in vefatıyla birlikte sona ermiştir. Din için savaşan en son Peygamber Hz. Muhammed ve onun ashabıdır. Bunun onuru, itibarı ve şerefi de sadece onlara aittir. Dinin sahibi de onu koruyan da yalnız Allah’tır. Müslümanların, cihad olarak savaşmakla yükümlü oldukları alanı da Allah belirlemiştir: “Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere (savaşma) izni verilmiştir -ve şüphesiz Allah onlara yardım ulaştıracak güçtedir. Onlar ki, sadece “Bizim Rabbimiz Allah’tır!” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar.
Çünkü, Allah insanları birbirlerine karşı savunmasız bıraksaydı, şüphesiz o zaman, içlerinde Allah’ın isminin çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler (çoktan) yıkılıp gitmiş olurdu. Ve muhakkak ki Allah, O’nun davasına arka çıkanlara yardım edecektir: çünkü, Allah (her şeyi hükmü altında tutan) en yüce iktidar sahibidir.” (Hac Suresi/22:39-40) “Nasıl olur da Allah yolunda savaşmayı ve “Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu topraklardan kurtarıp (özgürlüğe kavuştur) ve rahmetinle bizim için bir koruyucu ve destek olacak bir yardımcı gönder!” diye yalvaran çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmayı reddedersiniz?”(Nisa Suresi/4:75) Buna göre savaş; insan hak ve hürriyetleri için ve zalimlerin zulmünü ortadan kaldırmak için ihtiyaç duyulduğunda söz konusudur. Günümüzde kullanılan tahripkâr silahlarla böyle bir savaşın da verilemeyeceğini belirtmeliyim. Benim şahsımla ilgili sorunuzu cevaplandırmak zor. Ancak bireysel duruşumun mazlumlardan, hak ve adaletten, eşitlik ve hürriyetten yana olduğunu açıkça söyleyebilirim. Etkin ve özne olmak imkanlara bağlıdır. Teknolojiden yararlanıyorum ancak mücadele alanı daha çok siyasette kendini göstermektedir. Sivil alanda siyaset de yapıyorum ve siyasetin hep içindeyim ancak herhangi bir partiyle bağım ve yakınlığım yoktur. Siyasal duruşumu koruyacağım bir parti zemini oluşsa ona da sıcak bakabilirim.
“Siyasallaşan Bir Dinin Rahmet, Adalet ve Ahlak Üretmesi Mümkün Değildir.”
Müslümanların, İslamiyet’i Arap-İslam, Fars-İslam, Türk-İslam, Kürt-İslam vs. gibi ideolojik sentezlerden kurtaracak istidat, donanım ve şuura sahip olduğunu düşünüyor musunuz? Peygamberimizin vefatından sonra İslam tarihinin herhangi bir döneminde Müslümanlar, yukarıda saydığımız ideolojik sentezlerden olmadan İslamiyet’i yaşayabildiler mi? Bu konuda gelecek ile öngörünüz nedir?
Müslüman coğrafyasında bir istidat ve diriliş görmüyorum. Yakın ve orta vadede de mümkün görünmüyor. İhtiyacımız olduğu bir dönemde İbn-i Rüşd, Farabi gibi filozofların değerini bilmedik. Bugün de bilim ve teknoloji eşliğinde hikmet ve irfan ehlinden, münevver ulemadan yoksun olduğumuzu düşünüyorum. Einstein, “Dinsiz bilim topal, bilimsiz din kördür” der. Biz Müslümanların durumunu bu sözün kapsamında değerlendiriyorum. Cehalet ve akıldışılık kuşatmasında “Din adamı” olarak konumlanan ulemanın rolünün çok büyük olduğunu düşünüyorum. Bu kuşatmanın Müslüman coğrafyasında kaldırılması oldukça zor görünüyor.
İslam’ın Müslümanlara ve din adamlarına ihtiyacı yoktur. İslam rahmeti, dünyanın herhangi bir köşesinde ve toplumunda tecelli edebilir. Adaletin, hakkın, hukukun, ahlakın, hikmetin, rahmetin ve imanın olduğu her yerde İslam da vardır. Coğrafyamızda İslam’ın anlaşılmasını engelleyen çok sayıda faktör vardır. Siyaset bunun başında gelir. Siyasallaşan bir dinin rahmet, adalet ve ahlak üretmesi mümkün değildir. Bir başka faktör de dinin kurumsallaştırılmasıdır. Bu kurumsallaşma Diyanet gibi bir devlet kurumu olabildiği gibi El-Ezher ve İlahiyat fakülteleri, İmam Hatip okulları, Kur’an Kursları, Fıkıh ve din eğitimi veren kurumlar da olabilir. Şüphesiz kurumsallaşmanın en kötü örneği devlet biçiminde ortaya çıkmasıdır. Suudi Arabistan, İran ve Afganistan örneğinde olduğu gibi.
Müslümanları İslam rahmetinden, aydınlığından mahrum bırakan bu kurumlar, İslam’ın doğru anlaşılmasını da engellemektedir. Bunlara şiddet örgütlerini de eklediğimizde kaos ve karanlık boyutlarını anlatmamıza zamanımız el vermeyecektir. İslam, bütün zamanların dini olduğuna göre İslam için endişelenmeye gerek yoktur. Endişemiz, biz Müslümanların İslam rahmetinden yararlanamamak olmalıdır. Müslüman coğrafyasının içinde bulunduğu kaos, cehalet, geri kalmışlık, yoksulluk, terör, savaş ve siyasal krizlerin nedeni de İslam ile muasırlaşamamasıdır, diye düşünüyorum. Müslümanlık anlayışımız muasırlaşmaya engeldir. Geçmişin hikayelerinde boğulmaya devam ediyoruz. Hikayelerle, menkıbelerle, hamasetle muasırlaşan, ilerleyen bir toplum olmamıştır. Geçmişe takılanları kendi hallerine bırakmak gerekir. Onlarla mücadele ederek, onları ötekileştirerek, din dışı sayarak, müşrik, kafir gibi suçlamalarla damgalayarak yol almak mümkün değildir. Bu nedenle “İslamsız Müslümanlık” tanımı ile bir fark yaratmak istedim. İdeolojileri, partileri, örgütlü cemaatleri, dini grupları, din adamlarını, din ve siyaseti tarihteki uygulamalarda arayanları, halife-emir-imam-mehdi bekleyenleri, fıkhı, mezhep görüşlerini devlet ve anayasa için referans kabul edenleri ve benzer kesimleri aşağılamadan, tekfir ve tahkir etmeden “Müslümanlık” dairesi içine alıp bunlardan İslam’a sığınıyorum.
“İslam Gemisinin Belirlenmiş Bir Sahibi Yoktur, Sorumluları Vardır.”
Kâinatı derya, İslamiyet’i de bir gemi olarak gördüğünüzü belirtiyorsunuz. Sorun dümene kimin geçeceğinde. Neden biz Müslüman yolcular insanca ve İslamca İslamiyet gemisine binemiyoruz ve liyakat sahibi olmayan kişileri dümene geçiriyoruz?
İslam dümeninde peygamberler vardır. İstikameti belirlendikten sonra gemi ilahi bir nizamla yani İslam’la seyretmektedir. Geminin yakıtı akıl-bilgi-liyakat-adalet ve ahlaktır. Geminin pusulası vahiydir. Peygamberler dışında vahyin temsilcileri yoktur. İslam’ın son temsilcisi Hz. Muhammed Mustafa’dır. Resulü Ekrem’den sonra İslam’ın halifesi, İmamı, emiri ve temsilcisi de olamaz. Ayrıca İslam gemisinde sadece Müslümanlara özel ayrılmış bir yer de yoktur. Allah’ı, isteyerek istemeyerek, inanarak, inanmayarak tesbih eden her varlık İslam gemisinin yolcularıdır. Gemide inananlar için ortak paydalar; Tevhid-nübüvvet ve ahirettir. İnanmayanlarla da ortak payda evrensel kurallardır. Evrensel olan her kural İslam dairesinde kabul edilir. Buna göre İslam gemisinin belirlenmiş bir sahibi yoktur, sorumluları vardır. Sorumluluk bilinci (takva) taşıyan herkes geminin selamet ve güvenle limana ulaşmasına katkı verir.
Bu geminin dinbaz korsanlar tarafından ele geçirildiğini, istikametini değiştiremedikleri için gemiyi tahrip ettiklerini düşünüyorum. Gemi su alıyor, dinbazlar yönetiminde büyük tehlike altındadır. Korsanların tekbir seslerini, “Allah Allah” çığlıklarını, dua ve cihad naralarını duyar gibiyim. Düzen ve nizam bozulmuş, her taraf kirletilmiş ancak onlar farkında olamayacak kadar kendilerinden geçmiş durumdadırlar. Kendi aralarında hakimiyet, egemenlik ve kimin yöneteceğinin kavgasını veriyorlar. Oysa geminin yönetilmeye ihtiyacı yok. Yolcuların akıllı olmasına, kurallara ve nizama uymalarına, sükunete, huzura, ortaklaşmaya, adil paylaşıma, eşitliğe, ihtiyacı var. Bir düzen içinde birlikte yolculuk yapmaya, birbirlerinin haklarına saygı duymaya, yardımlaşma ve dayanışmaya ihtiyaç var. Liyakat ve ehliyet sahiplerinin görevlerini yerine getirmeye imkân verilerek emniyet içinde yol almaya ihtiyaç var. Bu ihtiyacı karşılayacak olan da İslam’dır. Bunun için de dinbaz korsanların tasallutundan, yönlendirmesinden kurtulmak gerekiyor. İnsanlığın medeni kesimi bunun farkında. Ancak Müslümanlar başta olmak üzere insanların çoğu bu gerçeği anlamaktan henüz çok uzaktır.
“Sahih Din Batıl İdeolojiyi Yok Etmezse, Batıl İdeoloji Sahih İnancı, Tamamıyla Coğrafyamızdan Söküp Atacaktır.”
Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?
Eğer Müslümanlar olarak Allah’ın dini olan İslam’ı doğru olarak düşünce ve yaşam merkezimize yerleştiremezsek, iktidar ve egemenlik hırsı ile politize edilmiş ideolojik ve siyasal islamcılığın çok daha büyük tahribatlarıyla karşılaşacağımız kesindir. Şayet sahih din batıl ideolojiyi yok etmezse, batıl ideoloji sahih inancı, dolayısıyla dini tamamıyla coğrafyamızdan söküp atacaktır. Yönetimin, siyasetin, devletin din üzerinden tartışılması coğrafyamız için en büyük tehdit unsurudur. Din siyasallaştıkça İslam’dan daha çok uzaklaşıyoruz. Din konusunda siyasetin kazanımları görecelidir. Bu süreçte oluşan ve yaşanan İslam değil Müslümanlıktır. Bu nedenle İslam ve Müslümanlığı birbirinden ayırmak gereğine inanıyorum. Bunun için de “İslamsız Müslümanlık” kavramını kullandım ve bu tanımlama tarihte bir ilktir. Umarım düşünce eksersizine ve olumlu tartışmalara yol açacaktır.
Amacım sorgulama, araştırma ve yüzleşmeye bir katkı sunmaktır. Teşekkür ediyorum, başarılar diliyorum.
Allah emeklerinizi boşa çıkarmasın. Çok teşekkür ederiz sayın Abdülbaki Erdoğmuş hocam.