İslam-Siyaset İlişkisi Üzerine

Yayınlama: 18.07.2023
14
A+
A-
21. Dönem Diyarbakır milletvekili
İslam, daha önce gönderilen dinleri de ihtiva ederek Resul-ü Ekrem Hz. Muhammed (s.a.s) rehberliğinde tekâmül etmiş haliyle insanlığa sunulmuştur. Bu tekâmülün kesintisiz devam etmesi için Allah, anlaşılması durumunda ‘insanlığı aydınlatan bir NUR’ olarak’ Kur’an’ı göndermiştir.
Peygamber de bilginin kaynağını, evrenin kodlarını ve evrensel ahlakın ilkelerini ve dileyenler için hidayet yolunu gösteren ilahi kitabı bırakmış ve ona uyulmasını tavsiye etmiştir.
Kur’an-ı Kerim, daha önceki peygamberlerin ve son peygamber Hz. Muhammed’in muhatap olduğu toplumların tarihsel ve yaşam koşullarına göre özel, insanlığa ise evrensel ilkelerle hitap etmektedir.
Kur’an’ın evrensel ilkeleri, insanlığı ve evreni kuşatacak mahiyettedir. Bu bağlamda hayatın her alanında olduğu gibi yönetim ve siyaset için de referans olan evrensel ilkeleri ihtiva etmektedir.
Bu bağlamda İslam-siyaset ilişkisini yok saymak veya birbirinden ayırmak doğru değildir.
İslam; insanın yalnız Allah’a teslim olarak kendisiyle, birlikte yaşadığı toplumla, çevreyle, insanlıkla ve evrenle barış içinde olmayı ister. Bunun için de insanın yüce/evrensel ahlak sahibi olmasını önerir.
İslam-siyaset ilişkisinin de bu bağlamda değerlendirilmesinin icap ettiğine inanıyorum.
Gelişmeye, değişime, yenilenmeye, tekâmüle, muasırlaşmaya, medenileşmeye açık olmayan bir siyaset ve yönetim, evrensel ve çağdaş olmayacağı gibi İslam ruhuyla ve düşüncesiyle de asla bağdaşmaz.
Yönetim ve siyaset; insanın gelişmesi, medenileşmesi, tekâmülü ve evrenin keşfiyle gelişir ve yenilenir. Bunu yapacak olan da medeni insandır.
Bu durumda İslam’ın siyasal hedefini “medeniyet ve tekâmül” olarak tanımlamak mümkündür.
Medeniyetin ve medenileşmenin gereği olan ilim/bilgi, ortak akıl, çoğulculuk, hürriyet, müsavat, hakkı üstün tutmak ve hakları korumak, ortak iyi ve ortak yararda rekabet etmek/yarışmak, iş ve sosyal hayatın güvencesi, nitelikli ve onurlu bir yaşam, ahlak, adalet, emanet, ehliyet, hukukun üstünlüğü gibi ilkelerin tamamı İslam düşünce sisteminin onayladığı ve önerdiği evrensel değerlerdir.
Cevabını vermek zorunda olduğumuz asıl soru, Müslümanların söz konusu bu ilkelerle bir siyaset ve yönetim sistemini neden kuramamış olmalarıdır.
Kanaatime göre ilk neden; ilkeler tartışılmadan, müzakere edilmeden ve çoğulcu bir katılım zemini oluşturulmadan doğrudan bir Halife’nin (Hz. Ebu Bekir) iş başına getirilmiş olmasıdır.
Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) liyakat ve ehliyetini sorgulamıyorum ancak seçilme yöntemini ve oluşturulan siyasal yönetim sistemini sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum.
İkinci neden; Hilafet’in siyasallaştırılması yerine dinselleştirilmesidir. Hilafet bir siyasal yönetim modelidir, halife de bir yönetici ve siyaset insanıdır.
Hilafet’in dini bir makam, halifenin de dini bir temsilci olarak kendisine itaat etmenin dini bir zorunluluk görülmesi, din-siyaset-yönetim ilişkisini karmaşık bir duruma sokmuştur.
Müslüman çoğunluk; adil, ahlaklı, bilge ve ehliyet konusunda hiç kimsenin şüphe dahi etmediği Hz. Ali’nin (r.a.) değil de kabileci (Beni Ümeyye), müsrif ve asi Muaviye tarafında saf tutarak siyaset ve yönetim tercihini belirlemiştir.
Muaviye ile birlikte yönetim ve siyasette adalet yerine saltanat rejimi kurulmuş ve kurumsallaşmıştır. Müslüman çoğunluk ve ekser ulema, saltanat sistemini benimsemiş ve sultan zalim dahi olsa itaat etmeyi vacip/gerekli saymışlardır.
Bu fetvayla otoriter-zulüm düzeni İslam ve Allah adına meşrulaştırılmıştır.
Dinin siyasallaşarak veya siyasetin dinselleşerek kabul görmesi, sadece siyasi anlamda bir sapma değil, din bakımından da İslam’dan sapmalara neden olmuştur.
Söz konusu sapmalar, esas olarak İslam’dan kopuşu da hızlandırmıştır.
Öncelikle İslam ve imanın temelini oluşturan tevhid inancını bulandırdılar (günümüz tabiriyle sulandırdılar). Din bilginleri, sadece Allah’a nispet edilen vasıfları ve İlahi gücü aralarında bölüştüler. Bundan siyasi yönetici olan sultanlar, padişahlar da “Tanrı’nın yeryüzü gölgesi” olarak paylarını aldılar.
Siyaset ve yönetimde, din adına yer alan yeni bir ulema sınıfı oluştu. İslam artık siyasi iktidarların ve saray ulemasının istediği istikamete göre şekillendiriliyordu.
Saray ulemasının inşa ettiği “fetva” sistemiyle, bilgi, ahlak, adalet, ehliyet gibi evrensel İslam ilkeleri, siyaset ve yönetimde zorunlu olmaktan çıkarıldı.
Artık ilkeler yerine Ulü’l-Emr’e itaat, devletin bekası, toplumsal maslahat, ecdat geleneği, milli/ümmet birliği, dış tehdit gibi gerekçeler, din ve siyasetin ortak esasları oldu.
İslam’dan sapma bir “Müslümanlık” anlayışı sonucu adil, ahlaklı, ehil de olsa Müslüman olmayan, hatta kendi mezhep ve meşrebinden olmayan yönetici ve siyasetçilerin desteklenmesi ‘günah’ sayıldı.
Böylece cahil, bilgisiz, ilkesiz, ahlaksız ve zalim de olsa kendisinden olanı tercih etmek, dini-siyasi bir gereklilik olarak benimsendi.
Genel olarak Müslümanların siyaset ve yönetim anlayışı, bu geleneğin devamı biçiminde özetlenebilir.
Modern dönemde ise yönetim ve siyaset için ileri sürülen “Şeriat devleti” veya “İslam devleti” iddiaları da Muaviye ile başlayan devlet geleneğinden farklı değildir.
İslam’la örtüşmeyen ve içi boş “İslam devleti” iddiası; modern düşünce ve modern kavramlarla bugüne uyarlanmak istenmektedir.
Bu anlayışa göre de siyaset, yönetim ve devlet, kurumsallaşmış dine göre yapılandırılmalı ve Şeriat/Fıkıh kurallarına göre yönetilmelidir. “İslam devleti” olarak tanımlanan böyle bir düzende devlet başkanı da dini ve siyasi otorite olarak “Halife” veya “İmam” olarak tanımlanır ve itaat edilir.
İslam düşünce sisteminde bu anlayışın yerinin olmadığını belirtmeliyim. Bütün ilahi dinlerin ortak adı ve kâinat nizamının bir tanımı olan İslam’ın; bir devlete, belirli bir yönetim ve siyaset düzenine, değiştirilemez hukuk sistemine, bir coğrafyaya, bir millete veya sadece Müslümanlara indirgenmesi akıl, ilim, hikmet ve irfan, evrensel ahlak ve ilahi adaletle bağdaşmaz.
Ne yazık ki İslam; akıl etmeyen, özgür düşünmeyen, Kur’an nuruyla aydınlanmayan, gelişmelerden, değişimden, muasırlaşmaktan ve yenilikten korkan, bilim ve akıl karşıtı, tutucu, bağnaz ve dinbaz bir ulema ve siyasi sınıfın elinde rehin ve tutsak durumundadır.
İslam; özelde bu gerici kesimin, genelde de Müslümanların tasallutundan kurtulmadıkça evrensel özü anlaşılmaz.
Özgür düşünce, ortak akıl ve ilimle yenilenen ve gelişen, toplumsal ihtiyacı gözeten, çevreyi koruyan, evrensel ahlak ve hukuk ile şekillenen bir siyaset ve yönetim sistemi İslam’la çelişmez ve İslam’dan referanslar almaya da engel değildir.
Ancak İslam ilkeleriyle örtüşse de hiçbir yönetim sistemi, siyasi kurum, parti, cemaat, devlet veya iktidar “İslam” olarak tanımlanamaz. Çünkü İslam bir sisteme hapsedilemez.

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.