Medeniyet insanın eşyaya yapıcı (ıslah) müdahalesinin neticesidir. İnsanın eşyaya müdahalesinin örgütlü şekli de devlettir. Devlet, bireylerin yapamadıkları, yapamayacakları müdahaleyi üstlensin ve eşyaya, varlığa, hayata ve insana verimli bir yön tayin etsin diye icat edilmiş bir organizasyondur. Bu açıdan devlet insanın medenileşme yolunda attığı hayati bir adımdır. Bu tabiatı gereği devlet müdahaleci olur, olmak zorundadır. El verir ki eşyanın tabiatına ivme kazandıran, onu verimli ve üretken kılan bir müdahalede bulunsun. Ama her zaman böyle olmuyor. Özellikle modern devlet, tabiatını aşan bir azgınlıkla (tuğyan) eşyaya verimli bir yön belirlemek yerine birçok alanda onun tabiatına yıkıcı, bozucu (ifsad edici) tarzda müdahale eder hale gelmiştir. Modern devlet eşyanın, varlığın, hayatın, insanın tabiatını bozan yıkıcı bir müdahale aygıtıdır diyebiliriz. Mesela insanın doğası gereği artan nüfusu eğitmek, verimli kılmak, üretken hale getirmek yerine, onu kırmanın, azaltmanın yollarını arar. Adeta bir akarsuyu, sulamada, enerji üretiminde ve daha başka birçok alanda kullanmak, verimli kılmak yerine, zaman zaman taşıyor diye tamamen kurutmanın yollarını aramak gibi. Bir ara ülkemizde devlet işini gücünü bırakmış insanların az çocuk yapması için kafa patlatıyordu nitekim. Neyse ki toplumun kahir ekseriyeti doğasının gereğini yapmaya devam etti de ifsad (nesli kurutma) planlaması akim kaldı.
Mesela İstanbul’dan şarka giden bir otobüse binmişseniz, bu fıtratın yansımasına tanık olabilirsiniz. İstanbul’dan Van’a giderken bindiğimiz otobüs çocuk kaynıyordu. Ankara sonrası gece bastırmıştı. Şoförün üç dört koltuk arkasındaki yolcunun beyin üzerinde burgu etkisi bırakan horlama sesi bozuyordu çocukların ahenkli mızmızlanmalarını, sızlanmalarını, bazen bağırıp çağırmalarını. Sonra muavin yerinden kalktı, horlayan adamı dürttü. Gürültücü çocuklara yapacak bir şeyin olmadığını tecrübesiyle öğrenmişti muavin, onlara ilişmedi. Horlayan adam “neredeyim, ne oluyor?” der gibi etrafına baktı, ardından uyumaya devam etti. Uzun süre horlamadı. Uykuları gelmiş olmalı ki çocuklar da sessizliğe büründüler bir süre sonra. Otobüste motor sesinden başka çıt çıkmıyordu.
Herkes uyuyordu hemen hemen. Göz kapaklarım iyice ağırlaşmıştı. Şöyle biraz kaykılarak uyumaya çalıştım. Otobüs motorunun ninni gibi gelmeye başlayan uğultusunun etkisiyle uykuya dalmak üzereydim ki bir çocuğun ağlaması duyuldu. Ama ne ağlama!. Bir yerlerine iğne batmış gibi. Biraz daha devam ederse çatlayacak diye düşündüm. Annesi bir yandan, babası bir yandan ne yaptılarsa susmadı. Sürekli ve kesintisiz ağlıyordu. Diğer çocuklar da biz de mi ağlasak der gibi bakıyorlardı, yağdı yağacak kıvama gelmiş bulutu andıran asık suratlarıyla. Ağlamak da içten gelmeli, bir sebebi olmalı der gibi sessizce izlemeye devam ettiler. Çocuk ağladıkça homurdanmalar, yardım amaçlı gibi görünen ama aslında çekinmeseler anne ve babasıyla birlikte çocuğu oracıkta dışarı atacak kadar öfkeli oldukları belli (çözümü kırımda gören modern devlet aklının ilk nüvesinin bu duygu olduğuna bahse girerim) olan diğer yolcuların müdahaleleri, anne babaya akıl vermeleri, çocuğa türlü şirinlikler yapmaları başladı. Koca bir adamın parmağını dudağına değdirerek bir takım sesler çıkarması bile kar etmedi. Çocuk tınmadı bile. İyice bitap düşüp uyuyana kadar ağlamaya devam etti. Bir çocuk ağlamasıyla koca otobüs ayaklanmıştı. Horlayan amca da. Çocukların düşeyazmış toplumu uyandırmak gibi bir etkisi mi var ne? diye düşünmüştüm.
Anlayacağınız, bu çok çocuklu otobüsle, çok çocuklu olduğu için de bir zamanlar modern devletin işini gücünü bir kenara bırakıp nasıl yaparım da taşkınlıklarını önleyemediğim bu çocukları azaltırım diye plan üstüne plan yaptığı bir dünyaya, uzak şarka gidiyordum. Erciş’te, seksen yaşlarında, on on beş dönümlük tarlasının kenarında büyükçe bir evde oturan bir akrabamıza misafir olduk. Beş oğlu da tarlanın diğer köşelerinde ev yapmışlardı. Sabah uyandığımda dikkatimi kayısıdan tutun elmaya kadar çeşitli meyve ağaçlarının olduğu bahçedeki çocuk yoğunluğu çekti. Komşuların çocukları sandım. Hepsi benim torunlarımdır dedi gözlerinin içi gülerek. Akrabamızın on çocuğu, yirmi dört torunu vardı. Böyle giderse bir yirmi dört daha olacak dedim kendi kendime. İçimden geçenleri bilmiş gibi “çok çocuk iyidir” dedi, bak, bunların her biri birazdan bir işin ucundan tutacak. Kimi kuzulara, kimi koyunlara bakacak. Kimi kümesteki tavuklara yem verecek. Kimi bahçeyi sulayacak… Bir daha söyledi: çokluk iyidir, berekettir. Seksenlerindeki akrabamızın, bahçede cıvıl cıvıl Kürtçe konuşarak oynayan torunlarında zamana kök salmış geleceğini gördüğü muhakkaktı.
Sonra en bilge halini takınarak gözlerimin içine baktı ve şu tarafta bir köy var, dedi eliyle Ağrı-Aladağ taraflarını göstererek. Adı “Êşeg Elyaz”dır. Rahmetli dedemden duymuştum. Sultan Murad Bağdat seferine giderken bu köyden geçmiş. Elyaz (İlyas) adında yaşlı bir adamın tek başına tarlasındaki taşları ayıklamaya çalıştığını görmüş. Askerlerine köylüye yardım etmelerini emretmiş. Koca ordu birkaç dakika içinde tarlayı taşlardan temizlemiş. Yalnız olduğu kadar ahmak ve cimri de olan adam şimdi bu ordu benden yemek de ister diye kara kara düşünmüş. Sultan Murad, nasıl, çokluk daha iyi değil mi ihtiyar? diye sormuş. Yaşlı adam, çalışmada iyidir, yemede değil, diye cevap vermiş (sözünün tam burasında içimde bir parantez açtım: modern devlet zihniyeti ta o zamanlara dayanıyormuş meğer dedim, kaynaklar kıt nüfus fazla meselesi). Sultan “vurun şu eşeğin kellesini” demiş. O günden beri köye “Êşeg Elyaz” denmiş. Seksenlik bilge akrabamız bir daha “çok çocuk iyidir” diyerek ufuklara dalarken aklıma geçen yüzyılın yetmişli yıllarında Van-Muradiye müftülüğünde mutemet iken doğum belgesi geç gelmiş son çocuğunu maaş bordrosuna yansıtmadığım, dolayısıyla o zaman devlet tarafından verilen çocuk teşvik parasını eksik alacağı için canı sıkılan Ubeyd hocanın “Wehdedîn xoce, benim doquz çîçoxim war, sen sekkız çîçoq yazmışsın”diye çıkışması geldi. Gelecek ay maaşa yansıyacağına ikna etmek için az dil dökmemiştim. Çocuk hocanın maaşının bereketiydi.
Ağaçlar arasında seğirterek koşturan kızlı erkekli çocukları seyre daldım bir süre.
Allah selamet versin, on çocuğu olan bir dostum var İstanbul’da. Ülkenin uzak garbından az çocuklu bir arkadaşla uzak şarktan bol çocuklu bu arkadaşa misafir olmuştuk bir keresinde. Yere bir sofra serdi arkadaş, üzerine kızartılmış tereyağı dökülmüş bir tepsi Erciş tarzı “Keledoş” koydu ortaya. Ben lavaş ekmeği “keledoş”a bandırmakla meşgulken uzak garptan arkadaşın gözü kapıda, durmadan gelip geçen boy boy kızlı erkekli çocuklara takılmıştı. Şaşkınlıkla, biraz da o zamanların negatif müdahaleci devletin oluşturduğu atmosferden cesaret alarak “niye bu kadar çok çocuk yaptın” anlamında “nasıl yaptın abi?” diye sormuştu. Nüktedan ev sahibi “herkes ne yapıyorsa ben de onu yaptım” demişti muzipçe.
Kurtalanlı bir genç askere gider. O yaşta evli ve beş altı çocuğu var. Komutan öğrenir ve niye bu kadar çok çocuk yaptın diye sorar. O da “valla komutanım, bütün suç trenin” der. Gece yarısı tren ilçeden geçer ve her kes uyanır…Trene bakacak değiller ya! Fıtratın gereğini yapacaklar.
Kafayı çok çocukla bozar, hariçten türlü, manalı, imalı gürültüler çıkarırsanız, milleti vakitsiz uyandırırsınız. Oysa (rivayete göre) Freud büyüğümüz noktayı koymuş:
“O kadar abartmayın, bazen puro içen bir adam sadece puro içiyordur”.
O kadar yalın ve bir o kadar da basit.