Yağmur ilkin dağların zirvelerine değer, sonra vadilere akar. Kavrulmuş, çatlamış toprağın kabul görmüş duasına icabetmiş gibi. Bu yüzden dağlar dünyanın duaya açılmış elleridir derim. Gökten gelen haber de ilkin dağlara ulaşır, sonra şerha şerha çatlamış dünyayı ölümünden sonra canlandırır. Musa’nın Tur’u, İsa’nın Zeytindağı, Resulullah’ın Hira’sı… buna tanıktır. Filozofların da uğrak yeridir dağlar. Aslında peygamberler daha yolun başında dağa çıkarken filozoflar yolun sonunda çıkarlar. Arapların deyimi ile filozofların dağ macerası “Nihayetu’l metaf” (yolun sonu), peygamberlerinki “Bidayetu’l metaf” (yolun başı)dır. İbrahim peygamberin daha yolun başında “Ben rabbime gidiyorum. O bana yol gösterir” derken peygamberler açısından sürecin bu ilk evresine işaret ediyordu. Rablerinden alıp haberi, yolunu yitirmiş dünyaya rehberlik etmek üzere inerken dağdan peygamberler, “torbası delik” mağrur akıllarının rehberliğinde bir ömür tüketip boş ellerle bir umut için kendilerini dağa vururlar mecalsiz, bitap düşmüş filozoflar. Peygamberler için dağ yeni başlangıcın, filozof içinse tükenişin ifadesidir. Ben kendimi bildim bileli gök menşeli müjdeleri duymak için dağların yolunu gözler dururum. Çünkü yağmurdan sonra açar hayat ve yağmurun geldiğini dağlar haber verir.
Vilayetler aşan uzun bir gece yolculuğundan sonra şarkın bidayeti Erzurum’a vardığımızda şafağın ilk ışıkları Palandöken dağının zirvesini müşfik bir annenin evladını nazikçe uyandırması gibi okşuyordu. Orada geçirdiğim dört yıllık öğrencilik tecrübeme dayanarak Erzurumlu güneşi uykuda karşılamaz dedim, şimdi uyanmıştır, Palandöken dağına yaslanmış koca şehir. Göklerden gelen habere hazırlık misali gecenin karanlığından arınmanın telaşı içindedir şimdi.
Yaslanmak dedim de aklıma geldi. Kürtçede yaslanmaya “pal dan” denir. Yastık “paling/baling”dir. Dağların büyük kısmına civarında yaşayan aşiretin adını veren Kürtler bu dağa da “pala tokan” (‘Tok’ların yaslandığı dağ) demiş olabilirler mi? Şakiro stranlarında “Çiyayê palatokanê” der nitekim. Tok, takor veya towk/tawk adlı bir aşiret bugün yaşıyor mu o civarda ya da geçmişte yaşamış mıydı, bilmiyorum. Türkçede Palandöken ismi sonradan bu kadim isme benzetilerek mi verildi? Yoksa Kürtler palandöken ismini kendi dillerine uydurarak mı telaffuz ettiler? İkisinin de örnekleri çoktur. Van’ın tarihi Xoşav (Hoşab) kalesine sonradan Güzelsu adı verilmişti nitekim.
Şafağın açtığı yoldan sızan güneş ışıkları şehri ısıtırken biz irili ufaklı dağlar arasında daha şarka doğru yol alıyorduk.
Gümüş renkli pelerinini omuzlarına atmış, iki elini arkadan kavuşturmuş bir Osmanlı paşası gibi duruyordu Kösedağ, Eleşkirt (Zêtkan) ovasında. Orta boylu bu dağa Şeroyê Biro “Kosedaxê mîrê çiyan e” (Kösedağ dağların prensidir) der, Evdalê Zeynikê’den okuduğu bir stranda. Evdal, Topraqele/Eleşkirt/zêtka mîri Sürmeli Memed Paşanın ordusunda Osmanlı padişahının fermanıyla Çukurova-Hozan’da Dadaloğlu liderliğindeki Türkmenlere karşı savaşan “Qeymezê Kurmanc” (Qeymezê file-qeymezê êzdî de deniyor) destanını anlattığı stranında da “Xozan daxê” diye seslenir. Yine Şeroyê Biro söylüyordu Erivan radyosunda. Başındaki karabulut, mevzileri teftiş eden paşanın kara kalpağını andıran Kösedağ, benim asil bir duruşum var diyordu adeta.
Doğubayazıt civarında Ağrı dağına da “Çiyayê agirî daxê” (Ağrı dağı dağı) veya “Çiyayê gilî dağê” (gilî Kürtçede şikayet demektir. Bir zaman agirî şikayet mercii mi görülmüş acep?) denir. Kürtler Türkçeden aldıkları ismi korumuş ama dillerine uydurmuşlar, bir de başına kendi isimlerini eklemeyi ihmal etmemişler. Başka örnekleri de var. Çocukken bizim köyde her evin bahçesinde ata binmek için kullanılan bir taş vardı. Adı da “kevirê taşbînekê”ydi (Binaktaşı taşı). Yıllar sonra Türkçeyi öğrenince bu ifadenin Türkçedeki “binek taşı”ından alınıp başına da Kürtçe “kevir” kelimesinin eklendiğini anladım. Bazı yerlerde “kevirê hespbinekê” (at binme taşı) derler. Hatta Erciş’te “Hesp(b)înek” adında bir köy var. Bir de biz çocuklar dağlarda koyun kuzu otlatırken kaplumbağaları ters çevirir, onların doğrulmak için çırpınışlarını eğlenerek (Allah affetsin) izlerdik. Kaplumbağanın o ters dönmüş haline “piştosan” denirdi. “Pişt”ı biliyordum, sırt demektir. Ama “osan” kelimesinin Türkçe “üstü, üstünde”den alındığını yıllar sonra anladım. Pişt üstü yani.
Ağaçsız, otsuz, çıplak bir dağdır Kösedağ. Kürtçede “kose”, Türkçede “köse” ismi bu yüzden verilmiş. “Dağ” kelimesi ise aynen korunmuş Kürtçede. Ama başına mutlaka Kürtçede dağ anlamına gelen “çiya” kelimesi de eklenerek. “Çiyayê Kosedaxê” (Kösedağ dağı). Ondan sonra dümdüz bir ovadır uzanır gider küpkıran namında.
Patnos’a vardığımızda Süphan dağının ikindi gölgesi ovanın üzerine, gün boyu işlenen cinayetleri, zulümleri örtmek istercesine sinmişti bile. Şakiro bir stranında Patnos ve Tutak (Dutax) ovasını kast ederek “Sal heye danzdeh mehên Xwedê ji zilmê, ji zilaletê, ji xwînê xalî nabe” (Antep’in -Patnos-Tutak ovasının bölgedeki adı- güzel ovası, sene var on iki ay zulümden, zifiri karanlıktan ve kandan hali olmaz) der. O yüzden zaman zaman Süphan dağının kasvetli sisi de çöker talihsiz ovanın üzerine. Ağrı dağı kadar değilse de bana göre karizmatik ve yakışıklı bir dağdır Süphan dağı. Kürtler “çiyayê Sîpan” derler. Bu sefer “Sîpandaxê” dememişler. Genelde olduğu gibi bu dağ adını bölgede yoğun olarak yaşayan aşiretlerden biri olan Sîpkan’dan alır. Çiyayê Sîpkan (sipkilerin dağı) zamanla sîpan olmuş. Bir ihtimal daha var. Bu muhteşem dağın gerçekten çok yaygın bir gölgesi var. Güneş doğarken veya batarken uzun ve geniş gölgesi bir deniz gibi etrafını kaplar. Bu yüzden “çiyayê sîpan” (gölgesi geniş dağ) denmiş olabilir. Süphan ismi ise Xoşav’ın Güzelsu olması gibi bir şeydir.