İstanbul’dan kalkan otobüs Van’a gidinceye kadar sadece irili ufaklı şehirlerden geçmez; beni iç dünyamda duygudan duyguya, hatıradan hatıraya da uğratır. Her seferinde bu yoğun “duygu durum değişimini” yaşarım. Bazı şehirler benim için duyguların, hatıraların nöbet değişim yerleridir adeta. Mesela Bolu bir kırılma noktasıdır bana göre. İstanbul artık geride kaldı demektir. Ya ayrılığın hüznü kaplar yüreğimi ya da memlekete gitmenin coşkusu misafiri olur kalbimin. Bazen ikisi birden. Bırakın Kocaeli’ni, Sakarya’da, Düzce’de bile bunu hissetmem. Nedense hala İstanbul’daymışım gibi gelir bana oralarda. Ankara mı, her zaman gereğinden fazla sürmüş ve artık geride kalması gereken uzun bir gece yolculuğu kasvetininin başlangıcıdır. Sonrasında Malatya coğrafi ve tarihi bir kırılma noktasıdır. Güneşi doğuran mevsimin başlangıcıdır. Özellikle Ankara’dan itibaren bitip tükenmek bilmeyen gece yolculuğunun karanlıklar fırtınasından çıkmışsam Malatya sabahına. Artık Van bir adım ötede gibi gelir, elimi uzatsam dokunacak kadar. En az sekiz saat sürer de. Bu sefer de öyle oldu.
Dîdevan (Dideban) dağ silsilesinin gölgesi usul usul yarılamıştı şehri ilk ikindide Rahvan ovasından geçip vardığımızda Tatvan’a. Güneş arkasını dönmüş, tarihi “Rojkan” aşiretler konfederasyonunun yurdunu terk ediyordu. “Roj” güneş demektir, “an” çoğul eki ve “k” kaynama harfi ile birlikte “güneşler” (güneşin çocukları) anlamına gelir Kürtçede. Dîdevan (Dîde: göz, van:…cı, ci) dağının Türkçesi gözcü demektir. Rojkiler mirliğinde orası kontrol kulesi gibi kullanılmış, Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde uzun uzadıya anlattığı Rojkî mirliği zamanında. Bir de Rojkan mîrinin kütüphanesi meşhurmuş. Bir rivayete göre bir milyon kitap varmış bu kütüphanede, Osmanlı paşası şehri basıp kütüphaneyi dağıtmadan önce. Van denizinin batısında yer alan ve en kabul gören görüşe göre ismi “”Taht-ı Van” (Van’ın aşağısı) veya Kürtçede “Teht Van” (Kayalık Van) anlamına gelen Tatvan’ın güneyini ve batısını Dîdevan dağ silsesile çevrelemiş. Kuzeyinde ise Nemrut dağı yer alır. Nemrut’tan Rahvan ovasına doğru uzanan dağ silsilesini bu ikindi gölgeliğinde seyrederken sırt üstü uzanmış bir ölü silueti canlandı gözlerimde. Neme lazım, diye gözlerimi sildim, biri tutar birilerine benzetir ve sonra işin yoksa çık işin içinden. Tatvan iskelesinin yanından geçerken otobüs, soğuk bir şubat gecesi o iskelede yaşadıklarım geldi aklıma.
Yetmişli yılların ortaları Muş İmam Hatip Lisesinde yatılı okuyordum. Erciş’ten Muş’a veya Muş’tan Erciş’e giderken mutlaka Tatvan’dan geçmek gerekirdi, hala öyledir. Yoksulluk yılları. Hala öyledir. Daha ucuzdur ve öğrenci indirimi vardır diye Kara trenle Muş’tan Tatvan’a, oradan Feribotla Van’a ve oradan da otobüs veya minibüsle Erciş’e geçerdik genelde.
Bir sene şubat tatilinde karnelerimizi almış Vanlı-Ercişli yatılı öğrenciler olarak kara trene binmiş Tatvan’a gidiyorduk. Oradan Van’a gidecektik. Bir kısmımız Van’da kalacak, bir kısmımız yine yolumuza devam edecektik. Mesela ben ve diğer birkaç hemşerim Erciş’e gidecektik. Buz gibi bir geceydi, tren bizi feribot istasyonuna bıraktığında. Feribotun kalkmasına daha saatler vardı. Bekleme salonu falan dışarıdan soğuk. O zamanın şartları. Ne zaman sonra feribot kalktı. Tatvan-Van arası dört saat sürüyordu. Van’a vardığımızda gece yarısını geçmiş olacaktı.
Bir ara bir arkadaşla güverteye çıktık, simsiyah bir atlası andıran denizi seyretmeye başladık. Korkunç siyah bir canavar gibiydi, o zifiri karanlıkta geminin cılız ışığında görünen dalgalar canavarın ağzından çıkan köpükleri andırıyordu. Korktuk ve içeri kaçtık. Fakat galiba beni deniz tutmuştu, önce istifra ettim. Sonra da bitkin bir vaziyette bir masaya uzattılar beni. Gece yarısından biraz sonra Van iskelesine vardık. Ben hala bitkindim. Ercişli hemşerim, genelde bütün okulun, özelde de Ercişlilerin abisi Nurettin Öztaş İskeleden Van merkeze giden bir arabaya bindirip merkeze getirdi beni. Her taraf kapalı. Otel desen, verecek paramız yok, para olsa da belki yer yok. Ara sokağın birinde bir yerin ışığı yanıyordu. Arkadaşlarla teklifsiz içeri girdik. İçinde birkaç tahta sandalye, bir masa bulunan bu küçük yerde bir adam yanan sobanın yanında ısınıyordu. Bu saatte gelen yabancıları görünce biraz şaşırdı. Fakat durumu izah edince buyur etti. Biraz sonra eve gidecekmiş, ama bizi görünce sabaha kadar bekledi. Arkadaşlar tahta masanın üzerinde yatsı namazlarını kıldılar. Adam şaşkın şaşkın bakıyordu. Sabah oldu. Ben de iyice kendime gelmiştim. Erciş’e gidecek bir minibüs bulmak üzere adamla vedalaşıp dışarı çıktık. Dönüp dükkana baktım, kapısında “Van-Töbder şubesi” yazıyordu. Dondurucu bir şubat gecesinde şeriatçı İmam Hatipliler olarak “kızıl komünist” bir derneğin sıcak bağrında ısınmıştık.
Tatvan’la ve Nurettin abiyle tek maceramız bu değil tabii. Dört sene okuduğumuz Muş İmam Hatip lisesinde şubat tatillerinden dönerken aynı zorlukları yaşamak rutinimiz olmuştu adeta. Yine kara trenle Tatvan’a gelmiş ve yine Van’a gidecek feribotu bekliyorduk. Fakat feribotun kalkmasına çok zaman vardı. Bir minibüsün Erciş’e gideceğini duyduk. Dolduk minibüse ve fırtınalı bir günde akıl almaz zorlu yolculuğumuz başladı. Tatvan’dan Adilcevaz’a kadar pek sorun çıkmadı. Fakat Adilcevaz’dan sonra korkunç bir fırtına cepheden minibüsün ön camını dövmeye başladı. Adilcevaz’dan başlayarak Erciş’in girişinde yer alan “hevrazê Nerdivanan” (Merdivenler yokşu) kadar süren ve Van denizinin kuzeyinde yer alan, sırtını Suphan dağına yaslayan yamaçta yer alan bölgeye zamanında Ermeniler yaşadıkları için Kürtçede “Filistan” (hristiyanistan) deniyor hala. Filistan’ın tam ortasında yer alan Norşin (bu gün Bitlis’in Güroymak denen Norşin adlı ilçesi değil. Bu başka bir Norşin) köyünün hizasına geldiğimiz zaman bir adım atmamız imkansız hale gelmişti. Araba kara çakılıp kaldı. Ercişli öğrencilerin en küçüğü bendim ve doğal olarak en çok üşüyen, titreyen bendim ve doğal olarak Nurettin abi, üstündeki paltoyu bana verip ısıtmaya çalışmasını unutmam mümkün değil. Beni arabada bırakıp dışarıdan itmeye çalıştılar. Yok, imkansızdı ilerlemesi. Simsiyah Van denizi gibi bembeyaz bir kar denizi vardı ve göz gözü görmüyordu. Şoför tecrübeliydi. Çocuklar biraz daha kalırsak hepimiz ölürüz, dedi. Bir birbirinizi kaybetmeden yukarı doğru koşun, köylüler sizi görüp misafir ederler dedi. Nurettin abi (Allah selamet versin, şimdi Ankara’da önemli bir iş adamıdır) bir evde misafir oluncaya kadar gözünü benden ayırmadı.
Van’dan gelen otobüs Karataşlardan aşağı yemyeşil Erciş’e doğru akarken bunları düşünüyordum.
Birkaç gün sonra Nurettin abinin kardeşi Ahmet Kurbani Öztaş cennet misali bahçesinde bir güveç ziyafeti vermişti. Nurettin abi de yanımda oturuyordu. En az Norşin yamaçlarında soğuk ölümün buz gibi nefesini hissettiğimiz o günde sırtıma geçirdiğim paltosu kadar sıcak bir gülüşü vardı.