Sevgili Anneme…
Muhteşem bir imana sahip annemin; doğurmayan, doğrulmayan, evreni sonsuz, sınırsız muhteşem bir matematikçi gibi yaratan, hayatı ve ölümü var eden Kâinatın sahibi Allah’ın yanına, meleklerin kanatlarında peygamberler katına nazlı gelinlik, kar gibi ter-temiz ve parlak melesiyle gittiği gün, bugündür…
O giderken ben evrenin sonsuz/sınırsız boşluğunda hiçbir yere yaslanamayan, uçamayan, kanatları kırılmış, yüreği yara-bere içinde kalmış, suyun içindeki dal gibi titreyen ve can çekişen bir güvercin gibiyim.
Onsuz her yerde gurbet yaşayan, yabancı bir el gibi, menzile varmayı bekleyen, saatleri, günleri sayan, kronometrenin bitmesini sabırsızlıkla gözleyen bir yolcu gibiyim.
Milyonlarca canlının içinde cansız yaşayan bir ölü gibiyim…
Annesizlik ne zormuş be usta!
Jean-Jacques Rousseau’nun; “madem var oldum, ebediyete mâhkum oldum” deyip ruhların ölümsüzlüğünü vurguladığı gibi, ömrünü gözlerinden akan boncuklarıyla silen yaşlı, yorgun ak-sakallı bir dede gibiyim.
Hemen hemen her hafta ziyaretime gelen annemin ruhunun rüyalarımda verdiği teselliyle yaşayan, “mutluluk, aşk, vs. olsa da olur, olmasa da olur” deyip dünya hayatını takmayan, ölüm korkusu değil, tam tersine ölümden sonraki hayatı merak edip bir an önce annemin yanına varmayı sabırsızlıkla bekler gibiyim.
Annemden sonra ben bu hayatı hiç sevemedim.
Hayat da beni…
Çocukluğumda çok uslu biri değildim (-ki halen de değilim), kronik kuralları (tabuları) takan, feodal ve anlamsız geleneklere hiç bağlı değildim, deli-dolu, tezcanlı, heyecanlı biriydim ama hayatım boyunca hiç annemi kırmadım.
Boynumu kırdım, yüreğimi kırdım ama annemi hiç kırmadım.
Yaşadığım sürece bir tek kendimi vurdum.
Kalbimi çok vurdum, kendimi çok hırpaladım ama annemi hiç üzmedim.
Çok sevdiklerim, âşık olduklarım da oldu ama en çok anneme âşık oldum.
Bir tek onu çok sevdim.
Annem de, en çok babama âşıktı.
Amansız kansere yakalanan annemi mutlu etmek için deli-dolu takılır (-ki yapım da öyle), delice espriler yapar, evde halaylı türküleri dinler, onu halaya kaldırırdım, halayı çok seven annemi bara da götürmüşümdür.
Bir gün 74 yaşındaki anneme;
Ya ana! Gel seni evlendirelim, dedim. Her zamanki tatlı, kadife ve narin sesiyle;
“Bênamus! Ben senin babanın abdesti üzerinden Hakk’ın huzuruna gideceğim. Kerê çolê (çöl eşeği)” dedi.
Bin tane roman, bin tane şiir, bin tane aşk hikâyesini okumuş olsam bile bu cevap karşısında bu kadar sarsılmaz, beynimde şimşekler çakılmaz, sadakata dair böyle bir tasviri asla tasvir edemezdim.
İşte, annemin hem Allah’a, hem Resulüne ve hem de babama olan aşkı, bu denli kutsal ve sarsılmazdı.
Dedim ya, hayatımda en çok anneme âşık oldum, gözlerimi kapayana kadar da böyle bir aşkı da asla bulamam.
Yine bir gün; ana, valla ben âşık oldum dedim.
“Sen zaten ayran gönüllü birisin. Tahtın-bahtın pek belli olmaz” dedi.
Yok ana, bu sefer gerçekten âşık oldum, kara gözlü, ceylan bakışlı, selvi-boylu bir gelinin olacak dedim.
Hem sevinen hem de pek de inanmayan annem gülümseyerek;
“Cüneydo lawo (oğlum)! Sen eşek sıpasını bile görsen âşık olursun. Sen daha çok tankoli (assortik-soyetik) karıları seversin” dedi gülerek.
Sonrasında, bir anda yüzünü hüzünlü bulutlar kapladı, gözlerinden boncuklar akar gibi oldu, iç geçirerek;
“öksüzlerin şansı olsaydı, annesiz-babasız büyümezlerdi” dedi ve sustu.
Annemdeki, muradıma eremeyeceğimi düşünmenin verdiği acıyı hissettim ve hemen havayı dağıtarak, benim bu hayatta ki en büyük şansım sensin ana. Varsın hiçbir sevgilim olmasın, varsın sevgilim olmasın ama sen yanımda ol, yeter ana! Yahu ana, filozof (Arthur Schopenhauer) diyor ki; “bu zamanın karıları hepi şeytanın casuslarıdır”, dememle kahkahayla gülmesi bir oldu.
İşte böyle ana dedim…
“İyi de bênamus! Kadınların iyisi de var, kötüsü de. Her kadın da şeytanın casusu değil ki…” deyip ben de bir kadınım diye vurgulamak istedi. Anam haklıydı.
Güzel annem; senden sonra yalnızlıktan ölen muhabbet kuşu gibi yalnızlığında yaşamayı ve ölmeyi daha çok seven bir hayatım oldu. Sevdiklerim de oldu ama onlar da başkalarıyla böldü…
Hoşçakal demiyorum, bilakis görüşmek üzere güzel anam…