Modern çağların en büyük ve güçlü siyasal, askeri ve ekonomik organizasyonları devletlerdir. Modern devletin en belirleyici özelliklerinden biri de şiddet araçlarına sahip olması ve şiddeti meşru bir yöntem olarak uygulamasıdır.
Modern devletlerin sorgulanamayan bu özelliği, gerçek yüzlerini göstermeseler de yönetimleri ve kimi yöneticileri azgınlaştırmakta ve bir canavara dönüştürmektedir.
Ceberut yönetimlere karşı insanlığın en büyük kazanımlarından olan demokrasi, hak ve özgürlüklerin kullanılması, siyasal ve sivil örgütlülük, hukukun tesisi, eşitlik mücadelesi ve sivil-demokratik direniş gibi örgütlü organizasyonlarla devletlerin azgınlığını geriletmesi olmuştur.
Yurttaşlık bilinci ve sivil örgütlülüğün geliştiği ülkelerde kuvvetler ayrılığı ve toplumsal iradenin etkinliği ile devletin canavar yüzü ve ceberut uygulamaları frenlenebilmekte ve tamamıyla olmasa da denetim altına alınabilmektedir.
Söz konusu bilinç ve siyasi paradigmalardan yoksun bizim gibi toplumlarda ise devlet, her uygulamasında ceberut gücünü göstermeyi ihmal etmez.
Şiddet uygulamaları farklı sorunlara neden olsa da kimi devletler, korku ve dehşet politikalarını gizleme ihtiyacını duymadan “beka-bayrak-vatan-millet-din-kardeşlik-birlik ve beraberlik” edebiyatıyla otoriter ve ceberut uygulamalarını toplumsal destekle sürdürmeyi başarabilmektedirler.
Bu patolojik durum, dünyanın birçok ülkesinde söz konusu olsa da ne yazık ki Müslüman ülkelerin tamamında hayat bulmaktadır.
Bu hastalıklı yapıya dinler, inançlar, ideolojiler referans gösterilse de bu anlayışın nedeni ve kaynağı modern çağın milli ve ulus-devlet anlayışıdır. Zira bu anlayış, şiddet ve terör yöntemlerinin kullanılmasını modern devletin bir hakkı olarak görür, devleti sorgulamayı ve uygulamalara karşı çıkmayı ihanet ve isyan olarak sayar.
Yürütme, yargı, siyaset, siyasi partiler, siyasi rekabet ve yönetim mücadelesi de bu anlayışa kilitlenir ve bu alanın dışına çıkması imkânsız hale gelir.
Bu durumda Modern-milli devletin belirlemiş olduğu alanın dışına çıkmak için tek yöntem ve seçenek olarak “şiddet” gösterilir. Muhalefet tarafından yöntem olarak “şiddet” seçildiğinde, devlet şiddeti meşrulaşır ve böylece ulus devlet hedefine varmış olur.
Modern devlet, bu yönüyle canavar değil de nedir?
Hiçbir örgüt silah, şiddet ve terörle bir devleti mağlup edemeyeceği için modern devlet, özellikle savaşacağı ve şiddet yarışına gireceği örgütleri de kendisi seçer ve güçlendirir. Sorunları derinleştirip savaş ve şiddet alanını genişletir ve ihtiyaç duyduğu ölçüde bir zamana yayar.
Modern devletlere karşı şiddeti ve silahlı mücadeleyi seçen her örgüt de canavarlaşmak zorundadır. Şiddet araçlarını kullanan dini-ladini örgütlerin tamamı ceberut birer canavara dönüşmekten kendisini alıkoyamaz.
Friedrich Nietzsche’nin tanımıyla “canavarlarla kavga eden dikkatli olmalıdır. Çünkü kendisi bir canavar olacaktır.”
PKK, El-Kaide, IŞİD, Haşdi Şa’bi, BOKO-HARAM, ÖSO, Tamil ve diğerleri… İddiaları, hedefleri, ideolojileri ne olursa olsun şiddet ve terör bu örgütler için vazgeçilmez araçlardır. Bu örgütlerle mücadele eden devletlerin tamamı da aynı araçları kullanmaktadır.
Savaş süreci boyunca devlet; özellikle örgüt tabanını, genel olarak da toplumun bütün kesimlerini doğrudan baskı ve şiddetle veya şiddet korkusuyla, en önemlisi de siyasal mühendislik ve algı yönetimiyle dönüştürür, biçimlendirir ve sisteme entegre eder. Kazanan yalnız devlet olur.
Yazar Hakan Günday’ın güzel tanımıyla “Zalimin en büyük başarısı karşısındakileri de zalime dönüştürmektir. Şiddeti kullanarak ideal bir toplum yaratamazsın. Çünkü kullandığın yöntem kendine benzetir seni.”
Şiddet ve terörü sorgulamadıkça ve arka planını öğrenmedikçe modern devletin de silahlı örgütlerin de gerçek yüzünü bilmek mümkün değildir.
Bir örnek olması bakımından soruyorum;
PKK artık Türkiye için bir tehdit unsuru olmadığı halde bölgesel güç olarak neden varlığını hala sürdürmektedir?
Kürtlere uygulanan ayırımcı politikaların, baskı ve hukuksuz operasyonların PKK ve devletin şiddet politikalarına katkı yapmadığını nasıl iddia edebiliriz?
Yaklaşık 40 yıldır, Doğu ve Güneydoğu kırsalına yönelik askerî harekâtın ve bunun gereği olarak hava ve kara saldırılarının neden olduğu tahribatın karşılıklı şiddeti beslediğini nasıl inkâr edebiliriz?
Bölge insanı, devlet şiddetinin sonucu olarak işlenen cinayet ve katliamlar kadar belki daha çok PKK şiddetine maruz kalmıştır. Şiddet sarmalında ve çok yönlü terör saldırılarında on binlerce insanımız hayatını kaybetmiştir.
Çoğu zaman şiddet ve terörün hedefi hep Kürt halkı olmuştur. Bu durumda PKK’yi “Kürt halk hareketi” olarak tanımlamak doğru mudur?
SUR, Cizre, Kobani olaylarında, Suriye ve Irak’ta planlanmış savaşlarda kaybeden hep sivil halk olmuştur. Şiddet ve katliamlar ise savaşan tarafların ortak yararına sonuçlanmıştır.
Bağımsızlık karşıtı olarak konumlanan PKK’nin bir “Kürdistan” iddiası olmadığı halde Kürt gençlerinin PKK saflarında yer alması, Irak’ta ve Suriye’de Kürdistan inşasına karşı yürütülen bir savaşta ne işleri var?
Genel olarak şiddet ve terörün, özelde de PKK’nin silahlı varlığı, Kürtlerin hak talepleri ve demokratik siyaset açısından artık bir engel oluşturduğu çok açıktır.
Şiddete karşı şiddet çözüm değildir. Hukuk düzeni şiddet uygulayarak tesis edilemediği gibi, hak ve özgürlük talepleri de şiddet yöntemleriyle gerçekleştirilemez.
PKK ve bölge devletlerinin uyguladığı şiddet, Kürt gerçeğini, Kürtlerin hak ve özgürlük taleplerini örtmeye, ötelemeye gerekçe yapılmaktadır.
Devleti, kendi gücüyle mağlup edecek silahlı bir örgüt yoktur, varsa böyle bir iddia ancak statükoyu güçlendirmeye hizmet etmek içindir.
Hakikati arayanlar için Kürtleri, Kürt siyasetçilerini ve aydınlarını suçlamak yerine öncelikle şiddeti ve şiddet politikalarını sorgulamalarını öneririm.