Yeraltından Gelen Âyetler

Yayınlama: 08.03.2023
277
A+
A-

Eğitim pahalı diye okumayanlar, okutmayanlar…

     Cehalet daha pahalıdır.

     Başına bir felâket gelmesin, canı yanmasın, kurulu düzeni bozulmasın, yuvası yıkılmasın diye hırsızlığa, soyguna, rant düzenine, sömürüye, haksızlık ve adaletsizliğe karşı sessiz kalanlar…

     Susmak daha büyük yıkım getirir.

     Hayatı ve geleceği kararmasın, yaşamı mahvolmasın, hapsedilmesin, öldürülmesin diye zûlüm rejimine, baskılara, dayatmalara itiraz etmeyenler…

     Cesaret değil, korkaklık öldürür.

     İktidarının devamı ve dünyevî menfaati için dînî değerleri pervasızca kullanan, “Allah ile aldatan” müstekbirlere, tağutlara, zalimlere, haramzadelere gönül bağıyla bağlı olmayı “imânın esasları” belleyen, her çeşit farklılığa ve farklı düşünceye karşı dîn adı altında düşmanlık eden, devleti putlaştırıp, devlete “Allahmış gibi” tapıp, her türlü muhalefeti, hatta eleştiriyi “nifak, fitne, terör, vatan hainliği” yaftasıyla mahkum edenler…

     İsyan değil, itaat şirktir.

     Bilimi ve sanatı hayatının merkezine almayıp, bilimin ışığıyla aydınlanan ve sanatın estetiğiyle güzelleşen bir yaşam çizgisini tercih etmeyip, tüm yaşamını, hayatının bütün maddî ve manevî alanlarını dînî hurafeler ve ideolojik doğmalar üzerine kuranlar…

     Allah’ın size bahşettiği özgür aklınızla düşündüğünüzde ve sorguladığınızda değil, sizin yerinize başkaları düşündüğünde yoldan çıkmış ve sapıtmış olursunuz.

     Kendisine ait hiçbir fikri, düşüncesi, ortaya koyduğu hiçbir çalışması, ürettiği hiçbir eseri, topluma kattığı hiçbir değeri olmayıp, bütün hayatını ya birilerini destekleyerek ya da birilerine muhalefet ederek geçiren, tüm karakteri, kişiliği ve kimliği “kimleri destekleyip kimlere karşı çıktığına” göre şekillenmiş olanlar, tamamen başkalarının söylediklerini ve yaptıklarını tekrarlayan veya onlara karşı çıkan “birileri” olarak yaşayanlar…

     Başkalarının sözlerinden ve âmellerinden değil, kendi sözlerinizden ve âmellerinizden hesaba çekileceksiniz.

     * * *

     Bu deprem, bizim felâketimiz, bizim yıkımımız.

     En tepedekilerden en alt sınıfa kadar, hep beraber ördük bu kötülüğü. Cumhurbaşkanından, bakanlardan, iktidardaki ve muhalefetteki siyasetçilerden gazetecilere, yazarlara, sanatçılara kadar, işadamlarından, işkadınlarından işçilere, işsizlere kadar, memurdan, bürokrattan, validen, belediye başkanından esnafa, çiftçiye, köylüye kadar, 85 milyon, her birlikte ördük bu fay hatlarını.

     Kimimiz zûlmederek, kimimiz zûlme rıza göstererek hatta alkışlayarak. Kimimiz çalıp çırparak, kimimiz gözünün önünde gerçekleşen soyguna sesini çıkarmayarak.

     Enkazların başında attığımız çığlıklar, yaktığımız ağıtlar, yirmi yıllık sessizliğimizin sedâsıdır.

     Üç tarafımız denizlerle çevrili, ama soframızda balık yok. Bu durumu sorgulamadık.

     Ülkenin bir ucundan diğer ucuna buğday tarlaları uzanıyor, ama unu ekmeği dahi dışarıdan ithal etmeye başladık. “Neden?” diye sormadık. İneği, koyunu hatta tavuğu bile dışarıdan ithal etmeye başladık. Sebebini merak dahi etmedik.

     Dünyanın en zengin mutfağına sahip bir ülke olduğumuz halde, lokantalar bir bir kapanırken, en küçük ilçelerimizin en kenar mahallelerinde bile ardı ardına yabancı fast-food büfeleri açılıyordu. “Neler oluyor?” diye şaşırmadık bile.

     Ülkemizde muz yetişiyor, fakat henüz muzun tadını dahi bilmeyen milyonlarca vatandaşımız var. Konuyu hiç düşünmedik.

     Dünyanın hiçbir yerinde eşi benzeri olmayan, dünyanın hiçbir kıtasında daha güzelinin bulunmadığı bu cennet vatanımızın bütün yeşil alanlarını, koylarını, yaylalarını, oyun bahçelerini birer beton yığınına çevirdiler. Ülkemizin akciğerleri olan zengin ormanlarımızı, kendi putperest “çılgın projeleri” uğruna yok ettiler, katlettiler. Sustuk; sesimizi dahi çıkarmadık.

     12 bin yıllık Hasankeyf’i yok ettiler, haritadan sildiler. Sustuk.

     400 milyon yaşındaki Meke Gölü’nü kuruttular. Sustuk.

     Karadeniz’in en gözde turistik mekânı olan şirin Uzungöl’ün etrafını betonla çevirdiler. Sustuk. Hepsine sustuk; hiçbirine ses çıkarmadık.

     Kürtler’e zûlmettiler; engel olmadık.

     Alevîler’e zûlmettiler; engel olmadık.

     Kadınlara zûlmettiler; engel olmadık.

     İşçileri, emekçileri dövdüler; ses çıkarmadık.

     Esnafı, köylüyü aşağıladılar; suskun kaldık.

     Yoz, gerici ve putperest “itaat kültürü”nü yüceltip, bilimi, ilmi, eğitimi, sanatı, edebiyatı, kültürü aşağıladılar, değersizleştirdiler; sessiz kaldık.

     Bilim insanlarımız, akademisyenlerimiz, doktorlarımız, sağlıkçılarımız ülkeyi terkettiler, başka ülkelere hicret ettiler; “Gitmeyin” demedik, diyemedik.

     Aydınları, sanatçıları aşağıladılar, itibarsızlaştırdılar, hedef gösterdiler; tepki vermedik.

     Kadınları hatta kadınlığı aşağıladılar; sadece seyrettik.

     Kadınları sokak ortasında dövdüler, saçlarından tutup sürüklediler, bıçakladılar, öldürdüler; oturup seyrettik. Kadınlarımızı, kızlarımızı, annelerimizi, kızkardeşlerimizi yasal olarak koruyan tek yazılı hukukî düzenleme olan “İstanbul Sözleşmesi”ni ortadan kaldırdılar, çekildiler; karşı çıkmadık hatta alkışladık, “Aile şerefimiz kurtuldu” deyip sevindik.

     Yatılı yurtlarda, Kur’ân okumayı öğrensin ve dînini bilsin diye küçücük çocuklarımızı emanet ettiğimiz dînî vakıflarda, Kur’ân kurslarında çocuklarımıza cinsel tacizde bulundular. Buna dahi ses çıkarmadık. Sadece bu olayın bile 85 milyonu ayağa kaldırması gerekirken, 85 insan dahi ayağa kalkmadı.

     Demek ki kadın – erkek eşitliği “aile şerefimizi” lekeliyordu ama küçük çocuklarımızın tecavüze uğraması “aile şerefimize” herhangi bir halel getirmiyordu.

     “Şam’da Cuma namazı kılma” işgalci hayâlleriyle koca bir ülkeyi, komşu ülke Suriye’yi harabeye çevirdiler, bir ülkenin toptan mahvolmasına sebep oldular. Milyonlarca Suriyeli çocuğun yetim ve öksüz kalmasının, binlerce Suriyeli kadının tecavüze uğramasının bir numaralı müsebbibi oldular.

     Ortadoğu’yu, coğrafyamızı, onlarca terör örgütünün ve barbar çetelerin yuvalandığı bir bataklığa dönüştürdüler. Yetmedi, içerideki terör ve şer odaklarını da onlar palazlandırdılar, onlar güçlendirdiler. Oturup beraber masalar kurdular, devleti bile onlarla beraber yönettiler, “Ne istedilerse verdiler.”

     Daha 15 yıl öncesine kadar dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Libya’yı, halkının hiçbir geçim derdinin olmadığı, hiç kimsenin kira ödemediği, elektriğin ve suyun bedava olduğu bir refah ülkesi olan Libya’yı, başka ülkelerden insanların çalışmak ve para kazanmak için oraya gittiği bir ülke olan Libya’yı, insanlarının bir lokma ekmeğe muhtaç olduğu, insanlarının başka ülkelere kaçmak için 20’şer – 30’ar kişilik gruplar halinde 6 kişilik botlara binip Akdeniz’e açıldığı ve milyonlarcasının bu kaçış esnasında denizde boğulduğu bir ülke haline çevirdiler. Sesimizi çıkarmadık, hatta alkışladık, “Büyük devlet olmuşuz” deyip gururlandık, “Osmanlı gibi üç kıtada at koşturuyoruz” masalıyla mutlu olduk.

    Kürsüye her çıktıklarında, kendileri gibi düşünmeyen, kendilerine destek vermeyecek olan herkesi tehdit ettiler. Her ağızlarını açtıklarında, televizyonda her konuştuklarında, kendilerine benzemeyen herkese nefret kustular, hakaret ettiler, hedef gösterdiler. Ellerinin altındaki ulusal gazetelerde, televizyonlarda, 7 / 24 nefret söyleminde bulundular. Kendilerine benzemeyen herkesten nefret ettiler ve kendileri gibi düşünmeyen herkese düşman oldular, hedef gösterdiler. Toplumu sürekli kutuplaştırdılar. Buna rağmen, yaptıkları yanlışları eleştirdiğimizde, politikalarına karşı çıktığımızda, “birlik ve beraberliği bozan” biz olduk, “kutuplaştıran” biz olduk, “fitne fesad çıkaran” biz olduk, “bozguncu” biz olduk, “terörist” biz olduk, “vatan haini” biz olduk.

     Yaptıkları hırsızlıkları, yolsuzlukları, vurgunları, gizlemeye saklamaya gerek dahi duymadan alenî olarak yaptılar. Belgeleri ortaya döküldü, çıplak biçimde ifşâ oldu. Tanıkları çıkıp konuştu, hatta eski ortakları çıkıp konuştu. Buna rağmen hiçbir hesap vermediler, çünkü kimse çıkıp hesap sormadı.

     Hep sustuk, hep sustuk, hep sustuk. Gördüğümüz halde görmezden geldik.

     İşledikleri tüm suçların üstünü bayrakla, işledikleri tüm günâhların üstünü mushafla örtmeye çalıştılar.

     Ve her seferinde başarılı oldular.

     Enkazların başında göğe yükselttiğimiz feryâdlar, haykırışlar, yirmi yıllık suskunluğumuzun sesidir.

     * * *

     Yapmadıkları kötülük kaldı mı? Bir devletin, kendi öz vatandaşlarına daha hangi kötülüğü yapmasını bekliyorsunuz?

     Bilen varsa lütfen söylesin: Bu devletin, kendi halkına henüz yapmadığı, yapmamış olduğu bir tane kötülük söyleyebilir misiniz? Sadece bir tane?

     Bir ülke düşünün ki, deprem oluyor, ve oradaki devlet, komşu devletlerden sonra gidiyor deprem bölgesine. Bundan ötesi var mı?

     Otuz yıldır “deprem vergisi” alıyorlar bizden. Aldığımız her eşyada, bir cep telefonu alırken bile, “deprem vergisi” ödüyoruz. Şimdi ise, deprem bölgesindeki insanlara bir sıcak çorba veren yok. Nerede bu paralar?

     6 Şubat’taki büyük depremde, on ilimiz yerle bir oldu. 20 Şubat’ta Hatay’daki ikinci depremde, oradaki belediyeler, “Acil çadır ihtiyacımız var” çağrısı yaptılar. Düşünün! Oysa ki, daha iki hafta önce bu ilde büyük bir deprem olmuştu, onbinlerce insan öldü ve daha geçen hafta canlı yayında “deprem yardımı” adı altında milyarlarca lira bağış şovu yapıldı. Dünya ülkeleri de milyarlarca dolar bağış yaptı Türk devletine. “Nasıl olur da çadır yok?” diye sormayalım mı?

     Şimdi soruyoruz ya, “Yıkılan binalarımızın çalınan malzemeleri nerede?” diye.

     Depremde yıkılan binalarımızın çalınan malzemeleri, oturdukları sarayların sağlam duvarlarında, içinde lüks ve şatafatlı bir hayat sürdükleri villalarında, yalılarında.

     Yıkılan binalarımızın çalınan malzemeleri, işte orada.

     “Asrın felâketi”, depremde yıkılan binalarımız ve şehirlerimiz değil, bütün olup bitenlere rağmen hâlâ sapasağlam ayakta kalan kurumlar ve koltuklardır.

     Deprem bir uyarıdır, alabilene. Bir derstir, okuyabilene.

     Deprem, kader değildir; bilakis, kaderini değiştirmen için gelen uyarıdır.

     * * *

     Allah’ı mescîdlerde, camilerde, dînî sohbetlerde, vaazlarda, mevlîdlerde ve zikirlerde arayanlar…

     Allah orda değil.

     Allah, zûlme ve baskıya karşı direnişte, haksızlığa karşı adalet mücadelesinde, sömürüye ve işgale karşı itirazda.

     Allah’ı namazda, oruçta, tespihte, seccadede, sakalda, sarıkta, başörtüsünde, hacda, umrede, kandillerde arayanlar…

     Allah orda değil. Allah onların hiçbirinde değil.

     Allah, hakkını arayan işçinin, emekçinin yediği copta, sırtındaki dayak izinde, bütün gün alınteriyle çalışan gariban bir babanın ailesindeki mütevazi sofrada.

     Allah, zalimlere karşı mazlumlardan yana olan düşüncelerinden dolayı demir parmaklıklar ardına tıkılan yazarların, aydınların yazdıkları kitaplarda, iktidara payanda olmak istemeyen sanatçıların engellenen konserlerinde, muktedirlerin ve müstekbirlerin dayatmalarına değil halkın taleplerine kulak veren sinemacıların ve tiyatrocuların yasaklanan oyunlarında, filmlerinde.

     Allah’ı gösterişli tapınaklarda, şaşaalı ibadethanelerde arayanlar…

     Allah orda değil. Değil!

     Allah, evde ve sokak ortasında şiddete maruz kalan kadınlarımızın, kızkardeşlerimizin acımasızca sürüklenen saçlarında, bıçaklanan narin bedenlerinde.

     Allah, henüz sütten kesilmemiş bebeğiyle beraber cezaevinde yatan genç annelerin memelerindeki sütte.

     Allah’ı ibadetlerde ve ritüellerde arayanlar…

     Allah orda değil.

     Allah, zûlme, baskıya, soyguna, adaletsizliğe karşı çıkıp, adaletin, hukukun, barışın, bilimin, sanatın ve kardeşliğin egemen olduğu, Kürt – Türk, Alevî – Sünnî, kadın – erkek, köylü – şehirli, herkesin eşit olduğu, herkesin kendi kimliğiyle yaşadığı ve dîni, mezhebi, ırkı, etnik kökeni, dili, sosyal sınıfı ve cinsiyeti ne olursa olsun herkesin aynı haklara sahip olduğu erdemli bir ülke inşâ etme mücadelesinde.

     Deprem, kader değildir.

     Kaderini değiştirmen için gelen uyarıdır.

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.