Son şark seyahatimde bir gün Erciş’in büyük camiinde öğlen namazını eda ettikten sonra etrafı izlemeye koyuldum. Girene çıkana bakıyordum. Tanıdık simalardan birini görürüm ümidiyle. Nafile cemaat aşina değildi bana, ben de onlara tanıdık gelmiyordum zahir. Zaten Cami de eski Camii kebir değildi. Depremden sonra yeniden yapılmış. Bir süre göz alıcı kubbesini, duvar süslemelerini, hatları seyrettim. Sonra çocukluğumun, ilk gençlik yıllarımın Camii kebiri canlandı gözümde. Ramazanları rahmetli Mele Mihemed’in arkasında kıldığımız teravihleri hatırladım. Cami hınca hınç dolardı. Gündüzleri de öyle. Ramazanın son on gününde caminin bir köşesinde itikafa girmiş yaşlılar sürekli namaz kılarlardı. İçlerinden birini hatırlıyorum. Kurbani dede. Çoktan rahmetli olmuştur. O zaman bile epey yaşlıydı. Caminin çıkışında iki sıra halinde dizilen dilenciler olurdu. Herkes de mutlaka çıkışta dilencilere vermek üzere cebinde gücüne göre bolca bozuk para bulundururdu. Çok dinamik, insanı, havayı, davranışları, hatta yüz hatlarını bile etkileyen munis bir dindarlık sinerdi şehrin duvarlarına. Ülkenin üst yapısında dini şiarlar, semboller silinmişti, kurutulmuştu, ama şarkta halk dindarlığını besleyen kanallar kesilmemişti henüz. Bölgede şimdi hatırladığım kadarıyla en az beş on medrese vardı. En namlı medrese Erciş’in hemen yanındaki Êrşad köyünde seydayê Mela Evdilahê Dibo’nin müderrisi olduğu medreseydi. Fıkhi meseleler ne kadar zor olursa olsun dert değildi. Mele Evdilah çözerdi nasılsa. Sonra bu kanallar önce zayıfladı, ardından iyice kurudu.
Medreselerin hala gözlemlenen etkilerini son yıllarda bir kez daha görme imkanım oldu.
Beş altı yıl önce Diyarbekir’de TRT KURDÎ için bir sahur (paşîv) programı yapıyorduk. Ramazan boyunca bazen Üniversite çevrelerinden bazen de medrese çevrelerinden hocaları konuk ediyorduk. Seydaları çoğu zaman çarşıda, kahvehanede bulabiliyorduk ya da bir tanıyanı vasıtasıyla ulaşabiliyorduk. Üniversite hocalarına da doğal olarak fakültelerinde ya da okul dışında meslektaşlarıyla beraber oldukları “kültür, eğitim, araştırma, tarih, gelenek, hermenotik, tarihselcilik…” gibi isimlerle kurdukları derneklerde ulaşıyorduk. Farklı eğitim sistemlerinden yetişmiş hocaların toplum içinde veya kıyısında konumlanışları gibi benzer meselelere yönelik yaklaşımları da farklı oluyordu doğal olarak. Bazen aynı şeyleri söyledikleri halde kalkış noktaları itibariyle mensup oldukları eğitim sistemine bağlı olarak farklı hedeflere yönelik olabiliyorlardı.
Medreseden gelen seydalar oruç, zekat, fıtır, teravih, sadaka gibi ramazan atmosferinde doğal olarak gündemde olan hususlar hakkında konuşurken “yapılması gereken”leri işlerlerdi. Üniversite hocaları aynı bağlamda “yapılmaması gereken”lere ağırlık verirlerdi. Seydaları dinlerken heybemin sevapla dolduğunu hissederdim şahsen, üniversite hocalarını dinlediğimde ise sevap heybemin yavaştan hafiflediğini, ne zamandır ne çok fazladan şey yaptığımı hüzünle karışık duyumsardım. Seydalar halkın gündemine yönelik cevaplara yoğunlaşırken üniversite hocaları halka yeni, alışık olunmayan gündemler empoze etmeye odaklanırlardı. Seydaları dinlerken ramazan bir ibadet atmosferi doğallığında belirirdi zihnimde. Üniversite hocalarını dinlerken bir nostalji, bir direkler arası tahassürü, geçmiş zamana ait bir anı gibi görünürdü.
Bazen gündüzleri sur civarında dolaşırdım. Ulu cami çevresindeki kahvehaneler çay servisi yapmazlardı, ama insanlar otursunlar diye normal zamanlardaki gibi kapının önüne kürsü koyarlardı. Bir köşede oturur insanları seyrederdim. Tiryakiler şalvarın bol eteğine kaçak tütünü boşaltmış, iftardan sonrasına hazırlık olsun diye sigaralarını sarmakla meşgul iken başkaları koyu sohbetlere dalarlardı. Her gün mutlaka daha önce programıma konuk aldığım bir veya iki seydayı bu kahvehanelerde halkla iç içe görürdüm. Onların bulundukları sohbet halkaları ise daha hararetli görünürdü. Yıllardır oruçla ilgili duydukları soruları bıkmadan usanmadan kim bilir kaçıncı kere aynı sorumluluk bilinciyle cevaplarlardı.
Üniversite hocaları da zaman zaman beni derneklerinde, külliyelerinde iftara davet ederlerdi. Böylece iki kesimi program dışında da gözlemleme imkanı doğuyordu. Mesela Seydalar oruçlu iken kılınan nafile namazların ne kadar sevap kazandırdığını anlatırlardı etraflarına, üniversite hocaları örneğin teravihin cemaatle kılınmaması gerektiğini, hatta sekiz rekatin yeterli olduğunu, “hiç kılmasanız da olur”duyu söylerlerdi.
Programın dili Kürtçeydi. İki kesimin hocalarının Kürtçesi de farklılığını gösterirdi. Seydalar yıllarca en zor meselelerde dahi kullanmaya alışık oldukları bu dili büyük bir ustalıkla kullanırdı. Program bittikten sonra da ihtiyaç olmadığı sürece Türkçe konuşmazlardı. Bir saatlik program boyunca Üniversite hocalarının yüzünde belki yıllardır ilmi bir mevzuda kullanmadıkları Kürtçeyi konuşmanın ıstırabını görürdüm. Program biterken cendereden kurtulmuş gibi hemen dilleri çözülürdü, Türkçe konuşmaya başlarlardı. Kürtçeleri ketum Türkçeleri selisti.
Genelleme yapmak niyetinde değilim ama iki farklı eğitim sisteminden hocaları dinlerken şunu düşünmekten kendimi alamazdım: Üniversite hocaları tekerleği yeniden keşfetmeye çalışıyorlar. Seydalar da eskiden işe yaramış bir tekerleği o haliyle yürütmeye çabalıyorlar…
Bu yüzden şarkta yaya kalan dindarlık alabildiğine yorgun.